15 Temmuz Gecesinde yaşanan darbe teşebbüsü ve Cumhurbaşkanına suikast girişiminin üzerinden bir yıla yakın bir süre geçti. Bu süre zarfında kanun hükmünde kararname rejimi ile binlerce insan meslekten ihraç edildi. Yüz binlerce soruşturma dosyası açıldı, on binlerce kişi tutuklandı. Sivil toplum örgütlerinden sendikalara, iş adamları derneklerinden medyaya kadar birçok farklı platformda FETÖ ile ilişkisi olduğu bilinen kurum ve kuruluşlara yaptırım uygulandı. Gerçekten bir sivil toplum örgütü veya “dini cemaat” olarak tanınan ve devlet eliyle güçlenen, güçlendirilen hatta devletin resmi cemaati konumuna kadar yükselebilen bir yapının darbe teşebbüsüne yeltenecek kadar gözünün dönmüş olması Türkiye demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçecektir. Bu nedenle 15 Temmuz’dan sonra yürütülen soruşturmaları önemsiz gibi görmek veya yapılan hataları genelleştirerek tüm adli işlemleri şaibeli göstermek çok ciddi bir hatadır. Kaçak FETÖ mensuplarının bu konuda devletimiz aleyhine propaganda yürüttükleri de anlaşılmaktadır. Ancak yargı mensuplarının tüm işlemleri doğrulama çabasına girmesi, izah edilemeyen tutuklama kararı vermeleri, el koyma tedbirini bilerek yasaya aykırı şekilde uygulamaları hukuki yönden tartışılması gereken bir sorundur. Sorun sadece FETÖ ile mücadele ekseninde değil hukuk devletinin geleceği ekseninde yapılmalıdır. Demokrasi için hayatını feda edebilecek kadar kahramanlaşan insanlara ateş edebilecek kadar topluma yabancılaşmış ve insanlıktan çıkmış yaratıklara acımak bu toplumun değerlerine yabancıdır. Hiç kimse böylesi insanlara acınmasını da beklememektedir.

FETÖ kapsamında hazırlanan iddianamelerin büyük oranda birbirine benzedikleri, Emniyet Genel Müdürlüğü istihbarat müdürlüğü tarafından hazırlanan bilgi notlarına atıf yapılarak düzenlendiği görülmektedir. Bu bilgiyi soruşturma aşaması tamamlanarak gizlilik kararı kalkan dosyalardan edindiğimiz izlenime binaen söylüyoruz. 

Bu bilgi notlarında anlatılan ile uygulamada yapılanın uygunluk gösterdiğini söylemek güçtür. İstihbarat bilgi notunda genel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Müdürlüğü, Yargı ve kamu kurum ve kuruluşlarında kendilerini gizleyerek kadrolaşan gruplardan bahsedildiği, bu kişilerin örgüt talimatıyla hareket ettikleri belirtilmekte ve yaşanan somut olaylarla bu kişiler irtibatlandırılmaktadır. Esasen Gülen Cemaati’nin doksanlı yıllardan bu yana kadrolaştığı, özellikle Emniyet teşkilatını ve yargıyı pek bir sevdiğini duymayan kalmamıştır. Bu olgu 15 Temmuz ile birlikte ortaya çıkan bir husus da değildir. Herkesin bu konuda dürüst olması gerekir. Ne Ergenekon, Balyoz gibi spekülatif ve güdümlü davalar ne 17-25 Aralık Soruşturmaları ne de 15 Temmuz Darbe Girişimi Fetullah Gülen’e bağlı kadroların devlete sızdıklarının ilk öğrenildiği anlar değildir. 90 lı yıllardan bu yana kendini gizlemek suretiyle TSK’ya, Emniyet’e giren kadroların varlığı bilinmektedir. 

Türkiye’de özellikle laik-antilaik ekseninde yapılan ve Türkiye’nin enerjisini boşaltan tartışmalar kadrolaşma yarışına da yansımıştır. Gülen’in bu tartışmadan istifade ederek kendine bağlı olanlara çok sert kurallarla “gizlenme”, “saklanma” gibi telkinlerde bulunduğu apaçık ortadadır. Şüphesiz bu o dönem iktidara hakim olan laik kesimin bu kadrolaşmalara izin vermeyeceğinden kaynaklanan bir husustur. Bu talimatlarla hareket edip kendi örgüt menfaatine odaklanan bir yaşam tarzının benimsenmesi, örgüt ile organik bağ kurulduğunu gösteren bir husustur. Cemaat görünümü altında suç örgütüne dönüşme öyküsü de buradan başlatılmalıdır. Bu konuda kişinin gelir kaynağı, yaşam tarzı, özellikle gizlenmeye meyilli bir yaşam tarzına sahip olup olmadığı, siyasal tepkileri gibi ölçüler suç şüphesi olup olmadığı konusunda değerlendirilebilecek materyallerdir. 

Emniyet bilgi notlarında örgütün hiyerarşik yapılanmasına dahil olmadığı halde örgüte ilgi duyan kişilerden bahsedildiği görülmektedir. FETÖ soruşturmalarının en kritik noktası burasıdır. Soruşturmaların adil yürütülmediği şeklindeki itiraz da bu noktadan doğmaktadır. Örgüt hiyerarşisine dahil olmayıp, esasen suç örgütünün varlığından da habersiz olan ve örgüt ile sadece dini duygular nedeniyle bağ kurmuş kişilere yönelik ağır yaptırımlar yargıya yönelik eleştirilerin artmasına neden olmaktadır. Emniyet istihbarat birimlerince hazırlanan kapsamlı raporlarda, hatta çatı iddianame olarak bilinen iddianamede dini duygularla örgüte sempati duyan  ve dini duyguları sömürülen kişilerden bahsedildiği görülmektedir. Bu değerlendirme raporlarında bu kişilerin örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmadıkları da anlatılmaktadır. Bu kişilerden dini duyguları sömürülen insanlar olarak bahsedildiği, dini duyguların kullanılmasıyla örgütün maddi güç kazandığı belirtilmektedir. Bu genel değerlendirme sanığın davranışları, fiilleri, örgütle olan ilişki şekli, siyasal davranış gösterip göstermediği, suç işleme kastı olup olmadığı yönünden göz önünde tutulması gereken bir veridir.  

Şüphesiz burada masum maskelere bürünerek propaganda yapan çok fazla örgüt mensubu da vardır. Haklarında “imam” oldukları gerekçesiyle soruşturma başlatılan kişilerin cemaatle hiçbir irtibatlarının bulunmadığını söylemeleri tesadüfi bir durum da değildir. Yargının işi bu noktada zorlaşmaktadır: Kişi korktuğu için mi bazı şeyleri söylememektedir yoksa aldığı talimat gereğince mi her şeyi reddetmektedir? Uygulamada hakim ve savcıların en çok zorlandıkları konulardan birisi budur. 

Kamuoyunda örgüte ait gazetelerin, televizyonların ve diğer önemli kuruluşların en tepesine yükselmiş insanların, örgütte imam tabir edilen ve çoğunluğu bylock kullanıcısı olduğu anlaşılan kişilerin ellerini kollarını sallayarak yurt dışına çıkmış olmaları adalete olan güven duygusunu sarsmaktadır. 

FETÖ’nün TSK ve Emniyet içerisinde kadrolaşan çekirdek kadroyu ifade ettiğine dair Hanefi Avcı’nın değerlendirmeleri dikkat çekicidir. Şüphesiz bu örgüt üyeleri sadece bu kurumlardaki kişilerden ibaret değildir. Silahlı terör örgütü üyeliği sadece kamu görevlileri tarafından işlenebilen bir suç tipi değildir. Herkes bu suçun faili olabilir. Ancak suçun oluşması kastın varlığın bağlıdır. 

Bu kaosun içine düşen ve herhangi bir suça bulaşmamış olan kişilerin yapması gereken tüm bildiklerini, gördüklerini samimi ve dürüst bir şekilde anlatmaları ve yargı organlarına yardımcı olmalarıdır. 

Ancak 15 Temmuz’dan sonra yürütülen soruşturma usullerinin birçok kişinin etkin pişmanlıkta bulunmasına engel olduğunu düşünüyorum. Kişilerin avukatlarıyla görüşme haklarının kısıtlanması, cezaevinde görüşmelerinin kaydedilmesi ve avukat görüşünün dahi kayıt altına alınması, hakim ve savcılara yönelik baskı nedeniyle yargının adeta bir inzibat rejimine evrilmesi gibi uygulamalar şüphelinin profiline bakılmaksızın genelleştirilmiştir. Bu şartlar altında başlayan bir soruşturmanın şüphelide korku ve güvensizlik oluşturmaması kaçınılmazdır. Örneğin cemaate olan ilgisi yalnızca dini sohbetlere katılmaktan ibaret olan ve herhangi bir siyasi gündemi bulunmayan sıradan bir insanın içeriği suç oluşturmayan bir dini sohbete gittiğini söyleyemeyecek kadar korkutulması soruşturmanın amacına engel oluşturur. Bu tip soruşturmaların daha büyük suçların önlenebilmesi için aynı zamanda insan kazanmaya odaklı bir yön taşıması gerektiği de anlaşılmaktadır. 

Devlet aklı belki bu uygulama ile yalan söylemenin önüne geçilebileceğini düşünmüş olabilir. Ama daha şeffaf bir ortamda belki de birçok değerli bilgi bu şekilde heba olmuş da olabilir. 

Velhasıl FETÖ soruşturmaları “acımak” duygusuyla değil “rasyonel hukuk aklı” ile çözümlenecektir. Masum maskelerin ardına saklanan insanları tespit etmek zor olabilir. Ancak yargı organları, zoru başaramadığı için kolayı tercih etmeyecek olan yegane güvenilir mercilerdir. Yargının mayası bu dürüstlük ve meşakkatle yoğrulmuştur.