17 ve 25 Aralık’ın ardından yargıya bir müdahalenin olduğunu düşünüyor musunuz?
“17/25 Aralık” adıyla bilinen soruşturmalardan sonra yargıya müdahale edildiği doğrudur. Bu müdahale gördüğümüz kadarıyla siyaseten yapılmak istendi, ancak yeterli olmadığı için HSYK üzerinden veya hükümet kendi imkanlarını kullanarak Hükümet o müdahaleyi yapmak istedi.  O noktada yaşanan bazı hukuki sorunlar vardı ki, bunlardan Hükümetin haklı olduğu hususlar da vardı. Hükümet, 6526 sayılı kanunu Meclis üzerinden çıkarıp yürürlüğe koymak suretiyle 6 Mart 2014 tarihinde en etkili müdahalesini yaptı. Bu meşhur Ceza Muhakemesi Kanunu değişiklikleriyle özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin kaldırılmasını sağladı. Şimdi de 6572 sayılı Kanunla bu değişiklerden bazılarını geri aldı, yani iş yap-boz tahtasına döndü. Çünkü ayar bozuldu, zamanında Ceza Muhakemesi Kanunu doğru uygulanmadığından ve etkin hukukilik denetimi yapılmadığından, “Panik Kanunu” diyebileceğimiz 6526 sayılı Kanunla sadece özel yetkili ağır ceza mahkemeleri kaldırılmadı, Kanunun özüne de müdahale edildi. Bu olmadı elbette, olmadı da, bu defa soruşturmalar yapılamaz hale geldi, bu Kanun değişikliğinden kısmen dönüldü, bu defa da Anayasaya karşı suçlar ile Devlete karşı suçlarla ilgili kişi hak ve hürriyetlerine müdahale alanı genişletildi. Anlayacağımız, temel bir kanun olan Ceza Muhakemesi Kanunu çok kısa sürede birçok kez değiştirildi, kimisine göre bu Kanunun sert uygulamaları yumuşatıldı, kimisine göre soruşturmalar müdahale edildi, kimisine göre de yargı yetkisini aştı, amaç başka idi, yani nereye çekersen, ancak bir doğru var ki, kanunlar, uygulama, hukuk güvenliği hakkı ve adalet yara aldı, umarım bunlar son olur. Bir ülkede hukukun üstünlüğü, yani yargı ve siyaset birbirine karışmadıkça ve insanlarda da hukuk bilincine sahip oldukça işler yürür, bunlar olmazsa hukuki güvenlik de olmaz.      

İĞNE KENDİLERİNE BATMADIĞI İÇİN…
Hükümet mensupları ve Hükümetin başı olarak Başbakan, bu hukuki sorunların ve özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ile savcılarının hukuka aykırı tasarruflarını daha önce bildiği halde, o dönemde iğne kendilerine batmadığı için ses çıkarmadılar, itiraz etmediler ve bunlardan yararlandılar.  Orada gerçekleşen kişi hak ve hürriyetlerine yönelik ihlallere, basit usul veya yargılama aykırılıkları gözüyle bakılarak, “hukuk devleti” ilkesi 2007 yılından itibaren Türkiye’de birçok şüpheli ve sanık bakımından yara aldı, hukuk ve yargı yetkisi kullanılmak suretiyle özellikle “siyasi suç” olarak nitelendirilebilecek iddialarla insanlar mağdur edildiler. Yargıya kanun değişiklikleri ile müdahale edildi. Bu müdahale gereklimiydi? Genel manada gerekliydi.

HÜKÜMET BURADA KESMEK İSTİYOR
Bu değişiklikler özel manada; eğer Hükümet kendi mensuplarını ve yandaşlarını, iş dünyasını ve müteahhitleri korumak için yapıldıysa özel yarara hizmet etmiştir, ancak başkalarına da hizmet etti. Bu hizmetin kapsamı henüz geniş olamadı, etkileri devam ediyor. Ancak Hükümet bunu kesmek istiyor. 6572 sayılı Kanun, yakın zamanda 6 mart 2014 tarihinde çıkarılan 6526 sayılı Kanunun yumuşaklığını sertliğe dönüştürüp bozulan sokağı, düzeni tekrar yerine getirmeyi öngören çabayı gösteriyor. Kanun değişiklikleri ile yargıya müdahale, yargıyı Hükümetin etkisine sokmaya yönelikse bunu kabul etmek mümkün değildir. Bu değişiklikler, yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığına hizmet edecekse, evet olağan değişiklikler değil, ama işe yarayabilirler. Yargı erki; siyasetin, Hükümetin, hatta Devletin yargısı olamaz, sadece Milletindir. Kanunlar yap-boz tahtasına dönüştürüldüğü için, toplumsal inanç ve adalet anlamında istenilen sonuçlara ulaşılamamaktadır. Gidişat, bu ulaşma çabasında samimiyeti sorgulamaya neden olmaktadır. İnsanlarımız da böyle bir çaba içerisinde olamıyorlar, böyle bir hukuk kültürümüz yok. Türk Yargısı paralel yapıdan bir an evvel kurtarılmalı, bağımsız ve tarafsız, Millet adına, hukukun evrensel ilke ve esaslarına göre hareket eden yargıya sahip olmak gerektiği söyleniyor. Tamam bu istek doğru, ancak bunu yaparken de kırıp dökemezsiniz, insanları ve yargı mensuplarını temelsiz ve delilsiz yaftalayamazsınız, kendinize de pay çıkaramazsınız.
Peki normalleşme ne zaman başlar? Sokağın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet şunu gerçekleştirmek istiyor; o tehlike geçtiyse, HSYK’da değiştiğine göre artık normalleşmemiz lazım diyor. 80 milyonluk toplumun yaşadığı ülkenin Doğusu ve Güneydoğusu kaynıyor. Mafya tarzı insanlar sokaklarda cirit atıyor. Eğer can ve mal güvenliğini sağlayamazsak ve bozulma devam ederse, kuralları yumuşatmaya devam edersek ve istikrarlı uygulama getiremezsek bunun etki-tepkisi sert olur, bu defa da kişi hak ve hürriyetlerinin korunması için değiştirilen kanunlar aşırı yumuşatıldıkları için hukuk düzenini bozacak ve ters etki doğacaktır. Hükümet bu endişe içerisinde,  o nedenle yeni değişiklikleri yapmak istediler. Ama bunu anlatmak zor; “bu hatalar yeni değildi, 2007 yılından bu taraf vardı, o zaman niye müdahale etmedin?” diye insanlar da soruyor. Cevabı zor bir soru. Siz çıkıp da “evet hukuk devletiyiz, fakat darbeleri önlemek için yapılması gerekti” diyemezsiniz, çünkü yeni aykırılıkların kapısını açarsınız. Ayrıca; “2007 yılı soruşturma ve davalara rağmen Hükümet hala darbe tehdidinden bahsediyor, o zaman bunlar işe yaramadı mı?” diye de sorarlar. Hakikaten birçok karmaşıklık ve tuhaflık var, o zamanın destekçileri, şimdi mağdur edildiklerini söylüyorlar. Hukuk, siyaseti ve gücü takip etmemeli. Basın dahil herkes, kanun ve uygulamada bizim 25 topladığımız hukukun evrensel ilke ve esaslarını desteklemeli, kim için olursa olsun. İşte çıkış kapısı böyle bulunur ve normalleşme başlar. Mesele yalnızca MİT Müsteşarı ve 17/25 Aralık dosyalarına ilişkin süreçlere sıkıştırmamalı, insanların feryat ve şikayet ettiği tüm siyasi dosyalar, olağan ve olağanüstü kanun yolları işletmek suretiyle incelenmeli, varsa hatalar giderilmeli ve sorumluları da tespit edilmelidir. Bu araştırmalar, “cadı avı” mantığı ile değil, bağımsız ve tarafsız yargı mensupları eliyle yapılmalıdır. Belirmeliyiz ki en önemlisi, hukuka aykırı yol ve yöntemleri kullanmaktan, hukuka aykırı delil toplamaktan, “kanun/polis devleti” mantık ve uygulamalarından, Anayasa m.38/6’nın açık hükmüne rağmen hukuk aykırı delilleri kullanmaktan, keyfi, dayanaksız, somut delilsiz tutuklama ve mahkumiyet kararlarından vazgeçmeliyiz. Maddi hakikate ve adalete ulaşma gerekçesiyle her yöntem doğru görülemez. İnsanların niyetleri değil, somut delillere dayandırılan suça konu eylemleri yargılanabilir, bunun da yolu hukuktan geçer.  Ayrıca biz, günah yargılaması değil, ceza yargılaması yaparız.
Buna ek olarak; yargıya güven duyulduğunda, bağımsız ve tarafsız yargıya sahip olduğumuzda, dokunulmazlık zırhını sadece yasama dokunulmazlığı ile sınırladığımızda, “yargıya güvenmiyorum”, “bun öz denetimimi yaparım, savcıya, hakime ne gerek yok” gibi tuhaf sözlerle hukukilik denetimden kaçmadığımızda normalleşme başlar. “Ben yargıya güvenmiyorum” diye başlarsak, karşınızdaki de “ben de sana güvenmiyorum” der, bunun sonu yok, herkes yargıdan kaçmak için bahane üretir. Bunun adı “hukuk devleti” olmaz, bağımsız ve tarafsız bir yargının olmadığı yerde kimse kimseye güvenmez. Keyfi hareket eden yargı ne kadar yanlışsa, iktidarın istediğini yapıp tarafsızlığını kaybeden yargı da en o kadar yanlıştır.
İfade hürriyetini destekliyor görünüp de, her söyleneni ceza yargısına taşımaktan da vazgeçmeliyiz. Ülkenin gerçekten ama gerçekten özgür basına ihtiyacı var, korkan, yazamayan, sırf birisi adına hareket eden, çıkarını orada gören basın olmamalı. “Özgür basın”, sadece kamu otoritesinin baskısı ile yıpratılmaz, tarafsız olmayan, meselelere bir yönü ile bakan, ideolojik hareket etmek zorunda kalan basın da özgür basın olamaz.
Gerçekten bir Paralel Yapılanma var mı? Ya da bunun varlığına inanan AK Parti iktidarı bunu ne zaman fark etti?
Devam eden bir endişe var görünüyor; o da “paralel yapılanma”. Bu yapılanma, Devletin içinde yer alabilir, ayrı bir yapılanma olarak da güç elde edebilir. Bugün Yargıtay Kanunu’nda, Danıştay Kanunu’nda, muhtelif kanunlarda değişiklik yapılmasına baktığımızda görünür sebebi; Yargıtay ve Danıştay’da iş yoğunluğu, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda da “soruşturmalar ve kovuşturmalar iyi gitmiyor, sokak hukuk, adalet istiyor” diyorlar. Genel gerekçeleri doğru, Devlet içinde paralel yapılanma olmaz, onu durdurmak için bu değişikliklere ihtiyaç var. 2014 Mart ayı düzenlemeleri onun içindi. Bu iyi işletilirse, iyi sonuçlar alınılabilir. Ama bunu sübjektif hale getirip, kendin için kullanırsan, o zaman bu senin işine yarayacak, ama sokağın işine yaramayacak.
80 milyon toplumun kodlarıyla oynamak iyi sonuçlar vermez. Eğer bir kanun koyarken bunu vatandaş için yaptığını hissettirmezsen vatandaş bu kanunu kendi işin için koyduğunu anlar ve söyler.
ASIL PARALEL YAPILANMA PKK’DIR
Türkiye paralel yapılanma sadece “cemaat” yapılanması ile sınırlı tutulamaz. Türkiye’nin bence en ciddi sorunu terör tehdidi ve eylemleri, bazı insanların bununla sonuç alınabileceğine olan inancı, etrafında insan toplaması ve bu inançla güç elde etme çabasıdır. Cemaat iddiasıyla ortaya çıkarılan yapılanma dışında bu da bir sorundur, çünkü sivil toplum kuruluşları Devletten talepte bulunurlar, Devlete talip olmazlar. Türkiye’nin son 30-40 yılında Devletin içinde yer alan veya karşısında olan bazı yapılanmalar var. Muhtelif yerlerde bulunmaktadırlar. Ama “paralel yapılanma” dediğinizle birlikte hareket ettiniz. Elbette birlikte hareket ettiniz diye de yanlışa devam etmek doğru değil. Hukukun gösterdiği yol ve yöntemle durduracaksınız. Burada iki tarafın da sorumluluğu var. Ama bizim ayakta tutmamız gereken kamu kudreti kullanıcısı Devlet ve meşru yönetimdir. Ama Devlet de bir noktayı gözardı ediyor, oda PKK yapılanması. Asıl paralel yapılanma PKK’dır. Devlet meydanı boş bırakmaz, bırakamaz. Kime? Her türlü illegal yapılanmaya. Dinini, kültürünü yaşayacaksa tamam, ama ötesi olmaz. Devletin amacı bu ötesini durdurmaksa haklıdır. Değilse onun da karşısındayız. Türkiye’nin neresi olursa olsun sokakları, caddeleri suç ve terör örgütlerine, çetelere teslim edemeyiz. Can ve mal güvenliğini korumak Devletin temel vazifelerindendir. Bunu yaparken de, insanlara dilediği gibi davranamaz. İşte esas olan, bu ince çizgiyi bulmak ve devam ettirmektir.

ÇÖZÜM SÜRECİ ÜMİT EDELİM ÇÖZÜLME SÜRECİ OLMAZ
Devletin bende oluşturduğu en önemli tereddüt terör örgütüne karşı gösterdiği hoşgörüdür. Çözüm Süreci ümit edelim çözülme süreciyle sonuçlanmaz. Polisin, askerin, savcın, hakimin görev yapamaz duruma geldiyse, sen o bölgede etkinliğini kaybettiysen o zaman sorgulanırsın. Ciddi sorun var, paralel yapılanmayı sağda solda arıyorlar. Birilerini somut kanıt olmaksızın yaftalamak doğru değil.  “Çözüm sürecini baltalamak isteyenler sokakta olay çıkarıyor” düşüncesini asla kabul etmiyorum.  O olaylar neden hep belirli yerlerde oluyor. Türk vatandaşlığından bahsetmek maalesef bazıları için neredeyse ayıp olarak telakki edilecek kavram olarak kabul ediliyor. Efendim çözüm sürecini istemeyen birileri sokağı körüklüyor. Peki kim bunlar bul, çıkar yargıla, işin ciddiyetini kaybetme.
 17/25 Aralık dosyaları gelecekte tekrar açılır mı?
Savcılığın dosyaları yeni delillerin ortaya çıkmasıyla açılır. Belki bireysel başvurular sonrasında “etkin soruşturmama” iddiası ile açılabilir. Belki siyasi zemin gereği çok sonra, fakat bu o zaman hukuki olmaz. Takipsizlik kararlarını “yok” sayamazsınız. Anayasa Mahkemesi, bakanlarla ilgili “Yüce Divan” sıfatıyla yetki alsa da kendiliğinden açamaz. Yine de Anayasa Mahkemesi’nin sağı solu belli olmaz. Yüce Divan sıfatıyla o dosyalara müdahale etmeye çalışabilir, ancak soruşturma geçiren insanları yargılayamaz da belki etkileyecek hareketler yapabilir. Anayasa Mahkemesi, “Yüce Divan” sıfatıyla Başbakanı, bakanları, vatana ihanet ettiği iddiasıyla TBMM gönderirse Cumhurbaşkanını, kuvvet komutanlarını, Genelkurmay Başkanını yargılar. Elbette Yüce Divan yargılaması keyfi olamaz. Şekli, Anayasanın 138 ve 148. maddesi ile Anayasa Mahkemesi Kanunu’nun 57, 58. maddelerinde ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda çizilmiştir.
'Milli İrade' sözünden ne anlamalıyız?
Milli İrade kavramı çıkarıyorlar. Bilim insanları çıkmış fikir üretmişler. Milli İradenin bir karşılığı varsa, milli olmayan irade ne o zaman? Milli irade ne oluyor? Diyelim ki milletin iradesi hangi milletin iradesi veya oyları fazla olanın iradesi mi? Ne yani milli irade istedi diye hukukun evrensel ilke ve esaslarından mı vazgeçeceğiz.  Suçsuzluk/ masumiyet karinesinden, kanunilik, ceza sorumluluğunun şahsiliği, hukuk devleti, eşitlik ilkelerinden mi vazgeçeceğiz. Milli irade diyerek sandığı işaret edip, bu seçim sistemiyle sözde kanunu Meclis çıkarsın, ama özde Hükümetin etkisiyle çıksın. Temsili demokraside ne yani bu şimdi milli irade mi? Ayrıca, seçilmiş olmak sorumsuz ve denetimsiz olmak demek midir? Hesap vermemek demek midir? “Genel irade” sözünü anlarım, Milletin iradesini de anlarım, ama “milli irade” diyerek istediğinizi yapamazsınız, hukuka aykırılığı da meşru hale getiremezsiniz. Temsili demokraside sahip olduğumuz yüzde onluk seçim barajı ve ön seçim olmaksızın siyasi parti merkezlerinde belirlenen milletvekili aday sorunlarına hiç girmiyorum, oysa demokrasiyi hazmetmek, yaşamak, sandığa ve oradan da parlamentoya taşımakta, yani halkın gerçek iradesini ortaya çıkarma konusunda asıl meseleler baraj ve adayların merkezden tespiti olarak gözükmektedir. 
MİLLET 'KARIŞMA' DER
Savcılar, hakimler de ceberutluk yapmayacak. Kimsenin adına hareket etmeyecekler. Vatandaşın, bireyin hak ve hürriyetini korumak için hareket edecekler. Sen böyle davranırsan Millet de Devlete diyecek ki; karışma avukata, savcıya, hakime. Hukukun üstünlüğü olacak, hakimin, savcının siyasetle işi olmaz, polemiğe girmez. Hukuk bilinci olan toplum da, devlet hukuk değil, hukuk devletini ister. İstemezse, o zaman sorun devam eder. Bu nedenle, “adalet mülkün temelidir” denilen yerde hukuku, özellikle de hukukun evrensel ilke ve esaslarını, bunların içi dolu kavramlar olduğunu daha çocukken, ilkokul çağında bireye öğreteceksin, benimseteceksin.
SAVCI-HAKİM APOLETE GÖRE Mİ HAREKET EDECEK?
Biz HSYK’dan olumsuz uygulamalara son vermesini bekliyoruz, tutuklama yapmadı diye bir savcıyı bu kış gününde başka yere eski HSYK’nın yaptığı türde “hizmet gereği” göndermesini beklemiyoruz. Ne olursa olsun, keyfi ve denetimden uzak kararlarla yargı mensubu mağdur edilmemelidir. Yargı mensubunun varsa hatası gereğini yap, ama ona baskı yapma, liyakatı, tecrübeyi, bilgiyi dikkate al. Savcı-hakim apolete göre mi hareket edecek? Nerede kaldı yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, sözde mi? Kitapta, kanunda yazan uygulanmayacak, niye o hesap vermez mi diyeceğiz? Biz “hukuk devleti” ilkesine göre hareket etmeliyiz. Bence, HSYK’nın tüm kararları bağımsız ve tarafsız yargının hukukilik denetimine açılmalıdır. Esasında olması gereken bu. Bir olması gereken de, yargı mensubunun, haklı haksız ayıran kişiye yer ve yetki güvencesi verilmeli, yani bir anlamda memurlaştırılmamalıdır.
Kapatılan 17/25 Aralık dosyalarının uluslararası mahkemelerde bir karşılığı var mıdır?
Hayır olmaz. Sadece İHAM’a gidilebilir. Tabi önce AYM’ye gitmeniz lazım. İç hukukta olan bu tip fiilleri dışarıda kimse yargılayamaz. Öyle bir yetki yok, ancak içeride tekrar açılmasını sağlarsınız. Bunun yolunu da Ceza Muhakemesi Kanunu göstermiştir.
Savıcının, hakimin işi vatan millet kurtarmak değildir
17/25 Aralık muhtemelen Mart ayına, yani yerel seçimlere doğru yapılması düşünülüyordu. Kendilerine göre birtakım tespitler yapıp, bir takım kavramlar oluşturularak aylarca, yıllarca insanları takip etmek yanlıştı. Tereddütsüz yanlıştı. Sen Başbakanı dinleyemezsin. Onun usulü bellidir. Savcıların, hakimlerin görevi vatan kurtarmak değildir, vatan kurtarmak her bireyin vazifesidir. Özel yetkili savcıyım, hakimim diyerek keyfi kararlar veremezsiniz. Ama bunların önünü açanlara sormak lazımdır. Şimdi diyorlar ki; biz usulsüz dinlemelerin hepsini inceleyeceğiz. Görelim bakalım, bu denetim ne kadar ciddi, tarafsız ve kapsamlı yapılacak. Bu denetimde, yargı kararları elbette yok sayılamaz, ancak hatalı olanları kanun yolu ile tespit etmek kaydı ile gereğini yapabilirsiniz.
DİNLEMELER USÜLSÜZ…
Ben de sizin röportajınız aracılığıyla diyorum ki o dinlemelerin yüzde 95’i usulsüz. Sen neyi soruşturacaksın. Bırakın bu işleri… Açılması gereken dosyalar var. Ergenekon’u aç, Balyoz’u aç, İstanbul Casusluk, Kayseri hipnoz dosyalarının açılması lazım, üstlerinden duran örtüyü tarafsız gözle kaldırmak ve içine bakmak lazım. İzmir casusluk dosyasının açılması gerekiyor. Tüm o dosyalar açılmalı. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri’ne müdahale edildi. Benim gördüğüm budur. 2007 ve sonrası gündeme gelen soruşturma ve kovuşturmalarla ilgili şikayetler incelenmelidir.
İlker Başbuğ neden dışarıda?
Ben şunu soruyorum. Başbakanın, Cumhurbaşkanın emrinde ya da yanında Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir insan terör örgütü yöneticiliğinden tutuklanıyorsa bizim daha ne işimiz var? Eğer sen bu doğru da yakalayamıyorsan, sen bunu tespit edemiyorsan, MGK’ya sokuyorsan, ya bu iddia saçma ya da doğru… Doğruysa çıkarma neden dışarıda dolaşıyor. Ama eğer yanlışsa, bunu yapanlardan hesabını soracaksın…
“ÇARŞI” SUSTURULDU
Bu ülkede tutuklanan herkes susturulmuştur, susmuştur, korkmuştur. Bunun bir örneği de Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı’dır. Nerede Çarşı şimdi.  Aslında kabulü mümkün olmayan bir iddianame ve soruşturmadır.  Ama istenilen sonuca ulaşılmıştır. O insanların kimyasını bozdun. Sonuç alındı. Çarşı mensupları ne derse desin Çarşı’nın 2012 yılına bak, bir de 2014 yılına bak. Bu yolla Türkiye’de birçok kişi susturuldu. Kim ne konuşuyor? Birçok insan susturuldu, hocalar susturuldu. Eğer suç işlemişlerse neredeler, işlemedilerse bütün bunlar başlarına neden geldi?
 BU HUKUKA CUMHURBAŞKANI OLSAN DA GÜVENEMEZSİN…
Şimdi basın özgürlüğü diyenler daha önce neredeydiniz. Bu Ülkenin en önemli cerrahı Mehmet Haberal’ı beş yıl kapalı cezaevinde yatırdınız. Kim verecek yıllarını? Bu Ülkede hala ses yok. Balyoz’da insanları nasıl mahkum ettin. Bu insanlar inim inim inliyordu. Ama bu insanlar bir hata yaptı. Soruşturma aşamaları dahil orada kopuş savunmaları yapılacaktı. Sen meşrulaştırdın sistemi. O yargılamaların sonucu belliydi. Onaması çıkan Hanefi Avcı meselesi, al işte bir ilin emniyetin sorumlu olacaksın, o örgütleri yıllarca takip etmiş insanı terör örgütü üyesi sayacaksın.
Hanefi Avcı’nın telefonları usulsüz dinlenmiş. Bunun tespiti yapıldı, Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’nde. Bu tespiti özel yetkili mahkemelerden oraya giden bir başkan yaptı. Ama üstü kapatıldı. Hanefi Avcı feryat ediyor televizyonlarda, kimse sesine kulak vermiyor. Herkes kinayeli konuşuyor, “eden bulur, rüzgar ekersen fırtınayı da biçersin”. Bu yaklaşım hukuki değil. İnsanlara böyle intikamcı anlayışla yaklaşamayız. Hata yapan varsa cezasını çeksin, ama “hukuk devleti” ilkesi aynı hatalarla yola devama izin vermez. Bu durumda Anayasa m.2’den “hukuk devleti” ilkesini çıkarmak gerekir. Bu olamayacağına göre, gereği yapılmalıdır.
Eğer bu insan suçluysa niye dışarıda. Sen sadece vicdanla hareket edemezsin. Önce kanun var. Sonra vicdan gelir. Kadılıkta bile keyfi sistem yoktur. Delile dayalı sistem vardı. Keyfi hukuka Başbakan olsan da, Cumhurbaşkanı olsan da güvenemezsin. Bugün A’sın yarın B, bugün zenginsin yarın fakir, bugün özgürsün yarın tutsaksın. Sen bu Ülkeden nasıl üretim, bilim-teknik bekleyeceksin.
CEMAATİN EN BÜYÜK HATASI…
Cemaatin en büyük hatası şu oldu. Cemaat hukuktan şaştı. Siyasal İslam’a soyundu. Devletten talepte bulunmadı, Devlete talip oldu. Kendini Devlet gibi gördü. Baskı yapıyorsun, aleyhte olanları yakıyorsun. Senden olup olmadığına bakıyorsun. İşte tüm bunların sonucunda da yaşadıklarımız oluyor. Ondan sonra da orada bağırırsın demokrasi, özgür basın diye, keşke daha önce bağırsalardı, taraf olmasalardı, yapılan haksızlıkların karşısında dursalardı…  Son zamanlarda yapılanlar da yanlış, usul hataları var. Davet edersin gelir. Tutukla, aylarca davasını açma, şimdi bir de yeniden gelen gizlilik yetkisi ile soruşturma dosyalarını savunmadan gizlemeye devam et… Bence esas olan, cemaat veya bir topluluğun değil, vatanın, milletin iyiliğidir. Bence millet olma bilinci kaybedilmemeli, feda edilmemeli, milletin yararları gözetilmeli, o milletin adı da Türk Milleti’dir. Bu bir ırk anlayışı değil, ulus olma bilincidir, ayrışmamaktır.  Aynen Alman, İtalyan, İngiliz, Fransız milletlerinde olduğu gibi. Irkın, dinin, mezhebin farklı olabilir, fakat bir millete ait olmakta bir yanlışlık yoktur. Esasen doğru olan da budur, farklı kimlikleri ayrıştırıcı sebep olarak kullanmakla bir yere varılamaz. Herkes eşit hak ve hürriyetlere sahipse, Ülkenin ismini, vatandaşlık adını, resmi dili sorun yapmamak gerekir. Sorun yapsan da bir yere varılmayacağı ortada. Birlikte yaşamak istiyorsak, mantıklı ve uzlaşmacı hareket etmek zorundayız. Ama bu zorunluluk herkes için geçerlidir. “Ezildim” diyerek sürekli farklı muamele bekleyemezsin. Ona bakılırsa, Türkiye’de birçok insan ezildi, ama kavga çıkarmıyorlar, sorunların çözülmesini bekliyorlar, sabırla.     
POLİSLERİN İDDİANAMESİ NEREDE?
Polisler Temmuz ayında gözaltına alındı ardından tutuklandı. Nerede bunlar? Nerede iddianameleri, nerede davları… Bak yine eskiye dönüş. Ben A, B, C şahısları için konuşmuyorum. Temmuz’dan bugüne geçen zamana bak. Ama şöyle bir ses duyar gibiyim bunların süresi daha az daha önce tutuklananlar için davalar 1 veya 2 yılda açıldı. Hatayı hatayla mı telafi edeceğiz. Sen hukuku araç olarak kullanıyorsun. Adalete ulaşmada araç olarak değil, kendine hizmette araç, baskıda araç olarak kullanıyorsun. Tutukluluk bir ceza veya tasfiye metodu olarak kullanılamaz. Türkiye’nin bir sorunu geciken adalettir.
Makul Şüphe nedir?
Makul Şüphe ile arama doğal olandır. Anayasa Mahkemesi’ne gittiler. Dua ediyorum AYM,  makul şüpheyi iptal etmez, ederse şüphe olmasa da arayacaklar bu defa. Anayasa Mahkemesi yeni yasa koyamaz, iptal eder sadece.  Anayasa Mahkemesi iptal ederse şüpheye bile gerek kalmayacak. AYM, makul şüpheyi iptal edemez. AYM, Anayasaya aykırılık var mı, ona bakar. Arama ile ilgili Anayasa m.20 ve 21’de “makul şüphe” şartı bile yok. Eğer iptal ederse daha kötü olacak. Çünkü yerine kanun koyamaz. Dünyanın her yerinde makul şüphe vardır. Evet! Arama makul şüpheyle yapılır. Başka ne zaman arama yapacaksın. O zaman kaldır aramayı, dinlemeyi sokakların halini görelim. O zaman sokakta yürüme hürriyetini kaybedersin. Makul şüphe sadece aramada olur, gözaltında, tutuklamada ya da başka bir yerde değil. Bence insanlarda, neden 8 ay önce değiştirdiğin arama sebebini şimdi yeniden değiştiriyorsun sorusu ile bir endişe ve kafa karışıklığı oldu. Söylüyorum, değişiklik yanlıştı, bir zorunluluktandı, ne denirse densin, doğru olan makul şüpheye dayalı aramadır, “ama bu kötü kullanılır” denirse, o zaman yargının kapısını kilitle, sokak ve caddeleri de suça teslim et, git evine yat uyu, uyuyabilirsen! Senin sorunun insan. İnsanın yeterli kalitede olmazsa, kural koymaya yeterli olmazsa, yetkisini keyfi kullanırsa, biat ederse, mevki peşinde koşarsa, sen de mesleki etkinliğine bakmadan sadece istediğini yapıyor diye, akraban diye, biat ediyor diye bir yere getiriyorsan, o halde sorunu çözemezsin. Asıl sorun insandır. Dünyanın en iyi anayasasını, kanununu da getirsen onun içini boşaltabilirler.
Türkiye kavramların içini boşaltma sendromu var; Darbe
Darbe kavramı o kadar önemli ki… Ben bile bir açıklama yapsam darbeci olurum. Darbenin bir asaleti var, unsurları var. Bugün Türk Ceza Kanunu’nun en zor işlenecek suçların birisi darbedir. Biz bunları yazdık. Ama kimsenin umurunda değil. Sloganla yaklaşılıyor; darbeci, bittin… Türkiye, sabah erken kalkanın bağırdığı, haklı görülebildiği bir yer durumunda. Bir de herkes her konuyu çok iyi bilir. Darbe yapmak bu kadar basit mi? Bak terör örgütünden darbeci olur. Askeriyenin geçmişinde de vardı? Çünkü asker ciddi bir silahlı güçtür ve emir-komuta ile hareket eden disipline sahiptir. Umarım sivil demokrasi hiç kesintiye uğramaz ve herkes darbeci ilan edilmez. Artık işimize bakmalıyız, üretmeliyiz, düşmanlık, korku ve kutuplaşma kültürü bitmeli. “Demokratik hukuk devleti” olmak konusunda Hükümete çok iş düşüyor.
Atatürk bir gecede mi değiştirdi?
Efendim Osmanlıca’ya gecelim muhabbetleri var. Neymiş bir gece ülke dilsiz, sağır, birbirini anlamaz hale getirilmiş. II. Mahmut döneminden itibaren Türkçe’ye Latin alfabesine geçme çabası zaten var. Atatürk bunu uydurdu mu? Böyle bir şekil var mı? Bu II. Mahmut döneminde denenmiş. Başarılı olunamamış. Esasında bütün Türk Cumhuriyetleri ile birlikte yapılacaktı. Ötekiler beceremeyince biz yalnız kaldık. Bu o dönemde Turancılık idi. Yoksa Atatürk İngilizce’ye, Fransızca’ya geçmeyi de biliyordu. Başörtüsünü yanlış yapıldıysa düzelt. Kötüniyetli hareketlere karşısına Devlet ve yönetenleri çıkar, çıkamaz veya çıkamazsa günü gelince hesap verir. Kimse bize çözüm süreci adı altında sokakları teslim edelim demesin. Sen İstanbul’da, Ankara’da nefes aldırmıyorsun. Öğretmenler sokağa çıktı diye müdahale ettiler. Güneydoğu’da niye yapamıyorsun? Yanlışı yapana, suç işleyene teslim oluyorsun. O zaman hukuk, düzen, adalet, eşitlik nerede kalır?
“YAVUZ HIRSIZ EV SAHİBİNİ BASTIRIR”
İnsanlar, Devlete ve sisteme güvenmek istiyor. Çocuklarını madende, trafikte orada burada heder etmek istemiyor. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır. İktidar böyle olaylarda hep ana muhalefeti eleştiriyor. Sonra kalkıp merkezi sınavın arkasından dolaşıyorsun. Devlete güvenemiyorsun. Yargıya güven yok. Efendim işte oy veriliyor… Doğrudur. Sen bu baraj sistemiyle, ön seçim olmadan yaparsan bir de alternatif olmazsa toplum ne yapacak? Bu Hükümetin yaptığı en iyi icraat, “sosyal devlet” anlayışıyla fakire sosyal katkıda bulundu. Muhalefetin bunu görmesi, oy kaybettiği yerleri ve insanları kazanmak için çalışması gerekiyor.

“BUNLAR CUMHURBAŞKANIMIZIN İŞİ DEĞİL”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Başka gazeteciler de içeri alınabilir” açıklamasını değerlendiren Şen, şöyle devam etti: “Bunlar Cumhurbaşkanımızın işi değil. O iş yargının işi, savcının, hakimin işi… Şimdi savcıdan yetki alıp valilere verileceği söyleniyor. Ümit ediyorum böyle bir kanun çıkarılmaz. Gözaltı yetkisinin polise verileceği söyleniyor. Bu Ülkede yine faili meçhuller gündeme gelir. Bunlar tehlikeli hareketler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kaybettiği kurumsallaşmadır. Kanun, kitap değiştirmekle insanları değiştiremezsiniz. Biz sokakta bir tartışmayla insan öldürüyoruz. Biz neredeyiz hala, ona bakmamız lazım…

UĞUR MUMCU GİBİ GAZETECİ İSTİYORUZ…
Özgür basın diyorlar, önce basın kendisine baksın. Biz Uğur Mumcu gibi gazeteci istiyoruz. Araştırmacı gazeteci. Gözü pek, cesaretli. Basın oraya buraya sataşacağına, kendisine de bakacak. Nereden nereye geldik. Efendim, “korkuyoruz, yazamıyoruz, işimizi kaybederiz” o zaman başkalarını eleştirme. Sen ne kadar işini doğru yapıyorsun ki, başkalarını eleştiriyorsun?
Son dönemlerde insanlar Cumhurbaşkanına hakaretten dolayı tutuklandılar? Cumhurbaşkanına hakaret cezası nedir? Tutuklanmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk Ceza Kanunu’nda Cumhurbaşkanına hakaret suçtur. 1 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası var. Bir defa hakaret suç sayılmalı mı onu tartışmak lazım, aynen “örgüt”, “terör” kavramları ayrıca suç sayılmalı mı? Bu kavramların, Ceza Hukuku ve Ceza Yargılaması Hukukunun bireyin fikri alanına girmede araç olarak kullanılmasına bu kadar izin verilmeli mi? Bunları enine boyuna, ön yargısız, öfkesiz bir şekilde hukukçuların tartışması lazım. Öncelikle şunu söyleyeyim. Türkiye’de hakaret suçtur. Amerika’da değildir, orada tazminat davası açılıyor. Biz sıcakkanlı toplumuz. Bir söz için insan öldürüldüğünü görürüz. Ağır suçların önlenmesinin önüne geçmek için tehdidi, şantajı, hakareti suç kabul ederiz. Böyle bir sistemimiz var bizim. Kamuoyuna mal olmuş siyasilere karşı yıpratıcı ve ağır eleştiriler yapıldığı görülmektedir, onlar dayanabilmeli. Ama Cumhurbaşkanına hakarette “eşitlik” ilkesi aykırılık itirazı bence doğru değil. Çünkü Cumhurbaşkanının hukuki sıfatı farklıdır. Zaten o cezanın ağırlığı, Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmesinden kaynaklanıyor. Ülkenin birliğini beraberliğini temsil ediyor. Ona hakaret etmek Ülkeye, Millete hakaret etmek demek. O nedenle cezası farklı. Hakaretten tutuklama olmamalıdır. Ayrıca, tutuklama bir tedbirdir Recep Tayyip Erdoğan olduğu için bu ceza gündeme gelmiyor. O ceza şahsına ait değil, Cumhurbaşkanı olması ile ilgili. Cumhurbaşkanına hakaret suçunun Türk Ceza Kanunu’nda düzenlendiği yere, yani 299. maddenin yerine bakılırsa, ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir. Hatta kovuşturması, yani dava açılması, Adalet Bakanının iznine tabiidir. Aç davayı hemen yargılamasını bitir, bekletme, fakat tutuklama yanlış. Tutuklamayı ceza gibi uygulama alışkanlığından, keyfi, gerekçesiz veya uzun süreli tutuklamalardan vazgeçmeliyiz. Şüpheli veya sanık için kuvvetli suç şüphesinin varlığı kaydıyla, sadece adalette kaçma veya delil karartma durumlarında ve bence ağır suçlarda gündeme gelmeli, yoksa kişiye en fazla adli kontrol tedbiri uygulanmalıdır.
“TUTUKLULUK CEZA DEĞİLDİR”
Türkiye’de kanunda yazan uygulanmıyor. Tutukluluk biz ceza olmamalıdır. Tutuklamada yargılama hızlı olmalıdır. Ama sen tutuklamayı cezaya çeviriyorsun. En sert koşullarda tutuyorsun insanları, bu Türkiye’de çok yanlış uygulanıyor. Soruşturmanın başında veya ortasında tutukla, aylar veya yıllar sonra dava aç, bu olmaz. Hukukun evrensel ilke ve esasları bizde uygulanmıyor. Her şey arabesk, kişiye göre, duruma göre, nerede kaldı hızlı yargılamayı emreden Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 190. maddesi?
SEGBİS GÖRÜNTÜLERİNİN SIZMASI…
SEGBİS’ten görüntüler sızdı. Bunlar sorgu sırasındaki görüntüler. Bakıyorsunuz “Hakim Ekrem Dumanlı’yı değil de Ekrem Dumanlı hakimi sorguladı” şeklinde yorumlanıyor. Sen böyle yargıyı da tahrik ediyorsun. Belki de ters algı oluşturuluyor orada… Belki de Cemaat sızdırdı deniliyor, ama tersi de yapılmış olabilir. Yargıyla, hukukla böyle oynayamazsın. Savcılık, soruşturmanın gizliliğinin ihlalini araştırmak ve faillerini bulmak zorundadır. Çünkü gizliliğin ihlali, Türk Ceza Kanunu’nun 285. ve 286. maddelerinde suç olarak düzenlenmiştir. “Bugüne kadar bu konuda çok ihlal oldu” diyerek, suç görmezden gelinemez. O zaman kanunların anlamını ve inandırıcılığını kaybeder.

Rahmetli Türkan Saylan’ın hesabı sorulmalı
Türkan Saylan’ın hesabı sorulmalıdır. Dalgalar, isimli operasyonlar, hukuksuzluklar! Dalga denizde, operasyon da askeriyede, tıpta olur, yargıda olmaz, yargıda olan soruşturmadır, kovuşturmadır. Yurtdışından gelmiş “beni istemişsiniz” diyeni tutuklamışlar. Bunlar sorulmalı. Hesap sormak tamam, ama hesaplaşma bırakılmalı, ama Türkiye bırakabilir mi? Alışkanlıklardan vazgeçmek kolay değil, ama daha fazla kaybetmek istemiyorsak vazgeçmeliyiz, herkes işini yapmalı, yetkisini kötüye kullanmamalıdır.

Avukatlara getirilen kısıtlama…
Doğrudur, ama Türkiye’de yanlış uygulanacak. Soruşturmanın gizliliği esastır, herkese gizlidir. Soruşturmanın gizliliğinin avukatlar yönünden tümüyle kaldırılması yanlıştır. Ama uygulama tekrar getirildiğinde eskisi gibi olursa, savunmanın kolunu kanadını kırarsın. Gözaltına almışsın, tutuklamaya sevk ediyorsun, tutukluyorsun, neyle suçlandığını ve buna ilişkin delilleri göstermiyorsun, bu kabul edilemez. İstisnayı, şartları oluşmadıkça genel geçer sözlerle kural haline getiremezsin. Türkiye açısından bu nokta da ciddi bir sorun vardır. Kişi hak ve hürriyetlerine başkalarının hak ve hürriyetlerini korumak için somut ve istisnai sınırlamalar getirilebilir. Ama doğru kullanılması kaydıyla bu yapılmalıdır. Denetimsiz bırakarak, hukuka aykırı kullanarak bu iş olmaz. Hukuk düzeninin devamı için sınırlama getirilebilir, bunun Mukayeseli Hukukta keşfedilmiş başka bir yolu da yoktur. “Burası Türkiye” diyerek, kural koymaktan kaçamazsınız veya keyfi uygulamaya yol veremezsiniz. Sorumluluk, yargı mensuplarına düşmektedir. Şartları oluşmayan taleplerde bulunulmamalı ve bulunulursa da talep reddedilmeli, şartlar kalktığında da sınırlamaya son verilmelidir. Aksi halde, 8 ay önce kaldırılan ve yine getirilen gizliliği birkaç yıl sonra yine kaldırırsın. Bizim bahsettiğimiz gizlilik, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 153. maddesinde yer alan savunmaya karşı gizliliktir. Yani sen şöyle bir şey yaparsan; soruşturmanın hemen başında tutukla, 10-15 ay davayı açma, dosyaya gizlilik kararı aldır, böyle bir yargılama olmaz. 5 yıl devam eden dava olmaz. Bunlar yanlış işler. Keşke tekrar kabul edilirken gizlilik kararlarına süre sınırı getirilse idi. Şimdi ise, savcı ve hakimlerden iyi uygulama bekleyeceğiz. Gizlilikle savunmanın özü zedelenirse, yani “burası Türkiye, keyfi kullanılıyor” dönemine girilirse, ne yapalım, o zaman herhalde yargıya verilen tüm yetkileri almak gerekir. Bu da olmayacağına göre, etkin denetim şart. Hatalı kanun çıkardı diye Meclisin yetkisini veya hatalı kararlar veren bakanın yetkisini kaldıramayacağımıza ve başka yere de gidemeyeceğimize göre, yanlışları düzelteceğiz, başka da çare gözükmüyor.
FETHULLAH GÜLEN’İN İADESİ…
Fethullah Gülen iade edilebilir. Amerika ile aramızda olan 1980 yılı sözleşmesine göre; Başkana, Cumhurbaşkanına, Başbakana karşı suç işlediği veya suça teşebbüs edildiği iddiası yeterli delillerle ortaya koyulursa, Türkiye’nin ABD ile olan iade sözleşmesinin özel hükmü gereği iade gündeme gelebilir. Ama bu takdir ve değerlendirme özellikle ABD’dir. Bu yönde somut bir suçlama yoksa, sırf siyasi suçla iade olmaz. Bir de vatandaş iade edilmez. ABD’de Başkana bizde Başbakan ve Cumhurbaşkanına yöneldiği iddia edilen suç veya suça teşebbüs varsa, ABD ile Türkiye arasında akdedilen iade sözleşmesinde yer alan özel bir hükmün uygulanması gündeme gelebilir.  Diyor ki; siyasi suçtan iade olmaz, ama Devlet Başkanına, Hükümet Başkanını ya da Cumhurbaşkanını hedef alan suikast değil, herhangi bir suç işlendiği veya suça teşebbüs edildiği iddia edilirse ve somut delilleri varsa, Sözleşmeye göre iade etme zorunluluğu doğabilir. Devletler eşittir. Etmiyorum derse de etmeyebilir. Sırf siyasi suçla iade etmezler. Bu şekilde olmaz, basına yansıyan Tahşiyeciler dosyasından iade zor… Siyasi suçtan dolayı iade yasağı, bir devlet diğer devletin egemenliğine karışmak istememesinden kaynaklanmıştır. Bu sırf siyasi suçla sınırlıdır, cebir-şiddet kullanılmışsa, siyasi suçun yanında adi suçlar işlenmişse yine iade gündeme gelebilir. Belçika ile aramızda Sözleşme olmasına rağmen, Sabancı suikastı faili iade edilmedi, bu yanlıştır. Bu durumda biz de şüpheliyi, sanığı veya suçluyu iade etmeyiz. Bunun adına, misilleme denir.