Hukukun üstünlüğü ve hukuku gerçekleştirmekle görevli olanların devletin diğer güçlerine karşı bağımsız ve (hatta üstün) bir yerde görülmesi anlayışı Türklerin devlet kültürüne kazınmıştır. Toplumun, devleti ilerletmenin yegâne yolunun adalet olduğu inancını giderek daha güçlü ifade etmesinin sebebi işte bu sağlam kültür kodudur.

Türk devletleri, ilk gelişimlerinde Orta Asya’da, Altay, Sayan ve Tanrı dağlarının yaylalarında başladığı kabul edilen, egemen unsur olarak Türkçe konuşan topluluklarında toplumsal yapı aile çekirdeği, yakın akraba birliği olan üruğ, üruğların bir araya geldiği boy, boyların oluşturduğu budun ve boy-budun birleşmeleri üzerine kurulan il şeklinde ortaya çıkar. Boylara dayalı olarak kurulan devlete il denilir. İl, yani devlet, egemenliği elinde tutan gücün, boylar ve budunlar arasında teşkilatlanmasıdır. İllerde yılda üç kez boy beylerinin katıldığı kurultaylar toplanır. Türk anlayışında egemenlik hakkı mutlak değildir; töre ile sınırlandırılmıştır.

Ekrem Buğra Ekinci’nin “Osmanlı Hukuku”, kitabının 65’inci sayfasında belirtildiği üzere “Türk Töresi, bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp örf ve adet şeklinde yerleşmişti ve milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kaidelerden ibaretti. Gerek hakanın başkanlık ettiği yüksek mahkemelerde, gerek öbür hakimlerin (yargucıların) idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri tatbik olunurdu. Töreye hükümdar bile karşı gelemezdi. Töreye muhalif düşen hakanlar tahtlarını, hatta hayatlarını kaybederlerdi.”

Nevzat Kösoğlu’nun “Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türkler’de – İslam’da ve Osmanlı’da Devlet” isimli eserinin 41’inci sayfasında ise Adalet’in, doğu geleneğince lütuf iken Türk anlayışında teba için hak, hükümdar için [ise] meşruiyetinin temeli olduğunu anlatır. Türk kültüründe hükümranlık yetkileri töreyle sınırlandırılmakta ve hükümranlığın meşruiyeti adalete bağlanmaktadır. Türklerde adalet, yasaların doğru ve tarafsız uygulanmasıdır. Kösoğlu’nun kitabının 114 ve 115’inci sayfalarında Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inden naklettiği üzere “Adalet olan yerde kurt ile kuzu birlikte yaşayabilirler.”, Kanunu doğru yürütmelisin”, “Bey ile gedanın, oğul ile yabancının kanun karşısında farkı olmamalıdır” anlayışı hakimdir.

Sonuç olarak Türklerde yöneticilerin hukuka ve onu uygulayanlara saygı göstermesi, yani günümüz şartlarında yargının yürütmeden ayrı ve hukukun uygulanması söz konusu olduğunda yürütmeden üstün olması, yargının devletin en üst kademesinde temsil edildiği devlet ve yönetim kültürü Türk toplumunun genlerine işlemiştir. Bu kültürün devletin töreye göre (anayasaya) yönetimini öngören yönü Antik Helen kültüründeki demokrasi anlayışı ile karşılaştırılabilir niteliktedir.

Türk-İslam Devlet Geleneği Hukuku Saygın Bir Yere Koyar…

Devlet yöneticilerinin, kendilerini seçen veya benimseyen yönetilenlerle eşit olduğu ve onları töre/yasaya göre yönetmeyi taahhüt ettiği, Orta Asya bozkırlarının özgür ortamında yeşererek gelişen Türk-İslam devlet geleneğine hâkim olan “Adalet, değişmez bir töre veya yasanın tarafsızlıkla uygulanmasıdır” temel felsefesi, devlet yöneticilerinin hukuk önünde hesapverir olmasını gerektirir; hukuku yerine getirmekle görevli ve yetkili olan yargı gücünü yöneticilere karşı ayrı, özel ve saygın bir yere koyar.

Büyük Selçuklularda hükümdarın haftada iki gün şikâyetleri dinlemesi şarttı. Anadolu Selçuklu Sultanı senede bir kere şer’i mahkemeye gider, kadının karşısında ayakta durur, (aleyhinde) davacı var ise kadının verdiği hüküm yerine getirilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda da padişahın başkanlık yaptığı Divân’ı Hümâyûn, bir yüksek adalet divanı sayılmakta; sıradan yurttaş dahi devleti temsil edenlere karşı şikâyetini orada şahsen ifade edebilmekte idi.

Mutlakiyetçi güç sultan karşısında kadıları ayrı bir yere koyan ve adaletin devletin temeli olduğunu benimseyen bu pratik devlet teorisi sarayın en göze çarpan yeri olan Dâru’l-‘Adl denilen Adalet Kulesi veya Cihân-nümâ isimli sembolik yapılarda yansımasını bulurdu. Edirne’de ve İstanbul’da bu sembolik yapılar, tüm saraya hâkimdir ve sözde bütün ülkeyi gözetlemektedir.

‘Adalet’ Paylaşımla Değil Adil Olmasa Bile Paylaşıma Dair Kuralların Tarafsız Olarak Uygulanmasıyla Sağlanabilir…

Her ne kadar duraklama ve çöküş dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yargı yönü ve işlevi giderek bozularak oldukça geride kalmış ise de hukukun üstünlüğü ve hukuku gerçekleştirmekle görevli olanların devletin diğer güçlerine karşı bağımsız ve (hatta üstün) bir yerde görülmesi anlayışı Türklerin devlet kültürüne kazınmıştır. Toplumun, devleti ilerletmenin yegâne yolunun adalet olduğu inancını giderek daha güçlü ifade etmesinin sebebi işte bu sağlam kültür kodudur.

Adalet, hukuk kurallarının üstünlüğü demek değildir. Kanunların kusursuz uygulanması tek başına adaleti gerçekleştirmeye yetmez. Adalet, kişilerde oluşan bir duygu ve algı hali durumu; başka bir deyişle bir inançtır. Toplumda adalet inancının oluşup güçlenmesi için, refahın ve onu elde edebilmek için katlanılan sıkıntı ve yükümlülüklerin de adil olarak paylaşılması gerekir. Toplumda, üzerinde anlaşılmış kuralların paylaşım sırasında ve başka zamanlarda da uygulanacağına dair güven oluşturulması gerekir.

İşte bu öz nedenlerle yasa koyucu, yürütme veya yargı, kendi başına adaleti gerçekleştiremez. Adalet hepsinin kendisine ait işlevleri yerine getirmesi ile gerçekleşebilir.  Çünkü insandaki adalet inancı birçok farklı kaynaktan beslenir. Bu kaynaklardan birinde olacak bir aksama adalet inancının zedelenmesiyle sonuçlanır.

Bu nedenle, toplumda adaleti gerçekleştirebilmek için en başta; kanun ve diğer kuralların, mutabakat veya uzlaşma sağlayarak adil bir şekilde oluşturulması ve toplum tarafından öyle kabul görmesini sağlamak gerekir.

Anayasalar kural yapımında sağlanması zorunlu olan temel standartları, toplumsal mutabakat ve uzlaşmanın oluşturulma usul ve şartlarını belirler. Bu yüzden de anayasanın farklı siyasi görüşler arasındaki küçük farklar veya salt çoğunluk yoluyla değil, nitelikli çoğunlukla ve bir tarafın görüşü tercih edildiğinde karşıtının ve azınlıkların endişelerinin giderildiği uzlaşma yoluyla oluşturulması veya değiştirilmesi gerekir. Aksi takdirde anayasa, temelinde adaletsizlik üreten bir yapıyı destekleyen ve dayatıldığı için zorunluluk nedeniyle uyulan, fakat toplum tarafından sahip çıkılmayan bir belge olacaktır.

...

"Yazarın özel izni ile mehmetgun.com sitesinden aynen alınmıştır."