Bu konu başlığını  seçmemdeki temel unsurlardan biri hiç kuşkusuz insan yaşamının değeri ve öneminin kutsal olması ve bununla birlikte ulviyetinin gitgide kaybedildiği kanaatini taşımamdan ileri gelmektedir.Yaşama hakkı, merkezi bir kavram olması dolayısıyla yörüngesinde bir çok hakkı kapsar. Düşünen ve maddi bir organizma olduğu kadar psişik durumunu da her geçen gün güncelleyen insanın, sadece insan olması hasebiyle  doğuştan bir takım haklara sahip olduğu düşüncesi insan haklarına ilişkin sürecin başlangıcı mahiyetindedir. İnsanlar malum üzerinedir ki yaşam hakkı ve diğer haklarının tehlikede olduğu düşüncesinden hareketle haklarını koruma görevini devlet adı verilen bir organizmaya bırakmıştır.Fakat insan yaşamının tehlikede olduğu durumlar devlet güvencesi altında asgari seviyeye indirilmiş olsa dahi tam olarak sona erdirilmemiştir.Devlet denen organizma yıllar geçtikçe daha güçlenmiş ve yapısal olarak insanın üstünde yükselmeye devam etmiştir. Yaşam hakkının korunmadığı  bir yerde diğer hakların da kullanımı  da sadece şekli olarak varlığını devam ettirir. Domina taşı misali, tek bir taşın devrilmesi tüm taşların devrilmesine yol açar. Bu minvalde yaşama hakkı, diğer temel hakların kurucusu mahiyetinde olduğu gibi, diğer hakların kullanımı da yaşama hakkının etkin korunmasına bağlıdır da denebilir. Etkin korumayı sağlama ve bu çerçevede gerekli metinlerle düzenleme görevi ise Devlet’in himaye alanına girer.
 
Dünya tarihine bu bağlamda  baktığımızda İkinci dünya savaşı  sırasında bir çok kitlesel ihlallerin  yaşandığını görmekteyiz.Yaşam hakkının mahiyet derecesi doğal hukuktan pozitif hukuka doğru bir evrilme yaşamış ve hukuki metinlerde yer almaya başlamıştır. Fakat olanı izhar etmekte sakınca görmüyorum,devlet mekanizması konum itibariyle insan haklarının en büyük tehlikesi olarak baş göstermektedir. Hakların öznesinin, yapılan  eylemden her zaman daha büyük bir kuvvet-i manası olduğunu söylemek pek de abes düşmeyecektir.  Hiç kuşkusuz ki Devlet denen fizikötesi olgunun ana nedeni insanların güvence gereksinimini karşılamak ve insan haklarının korumaktır.[1]
 
Yaşam hakkını ele aldığımızda devletin  sadece yaşama hakkıyla ilgili olarak sadece negatif bir yükümlülüğünün olmadığını(insan yaşamını yok etme yasağı) aynı zamanda insanın yaşamını etkin korumak ve bu bağlamda caydırıcı hükümler getirmek gibi pozitif yükümlülüğü olduğunu söylemek gerekir. Bu yazıda  da yaşam hakkı ile yakından irtibatlı olarak Devletin Pozitif Yükümlülüklerini değerlendireceğim.
 
Devlet, insan yaşamını etkin olarak korumak için gerekli adımları atmak, bu kapsamda bireyleri diğer kişilerin yaşamsal tehlike yaratan eylemlerinden korumak için uygun önlemleri almak, yaşama hakkını yok eden eylemleri etkin bir şekilde cezalandırmak için kanunlarında gerekli düzenlemeleri yapmakla yükümlüdür.[2] Pozitif yükümlülükler devletin yargı yetkisinde bulunan kişileri koruma görevinden doğmaktadırlar. Devlet bu görevi esas olarak Sözleşmenin bireyler arasındaki ilişkilerde uygulanmasını güvence altına alarak yerine getirecektir.[3] Bu bağlamda devletin pozitif yükümlülüğü kapsamında;

1. Hukuki düzenlemeleri  yapmak ve uygulamak,
2. Önleyici tedbir almak i gibgörevleri sayılabilir. Devletin önleyici tedbir alma görevi ise üç alt başlık altında incelenebilir;
 2.a. Kontrolü altında olan kişilerin yaşama hakkını korumak
 2.b. Yakın ve açık risk altında olan kişileri korumak
 2.c. Kuvvet kullanımı sırasında masum kişileri korumak şeklinde  ortaya konabilir.[4]
 
AİHM kararları kapsamında yaşam hakkı konusunda  Türkiye’nin davalı olduğu bazı kararları burada irdelemek isterim. Devletin pozitif yükümlülüğü doğrultusunda AİHM’ne taşınan  17.06.2008 tarihli Abdullah Yılmaz/Türkiye kararı, bir uzman çavuşun mesleğe uygun düşmeyen hareketleri sonucunda emri altında bulunan erin intihar etmesine ilişkindir. Olayda emri altında bulunan erlerin fiziksel ve zihinsel bütünlüğünü korumak olan profesyonel ordu mensubu uzman çavuşun bu sorumluluklarını yerine getirebilmesi bakımından açıkça yetersiz olduğu tespit edilmiştir.Ulusal düzenlemeler uzman çavuşun emri altındaki birini yönetmek ve somut olayda gerçekleşen türden hassas durumlarla karşılaştığı zaman görev ve sorumluluklarını belirlemek açısından eksik kalmıştır. Bu nedenle yetkili merciler mağduru, amirlerinin uygun olmayan davranışlarından korumak için yetkileri dahilindeki her şeyi yapmış sayılamaz sonucuna varmıştır. Bu bakımdan erin intiharından Türkiye sorumlu tutulmuştur.[5] AİHM, AİHS'nin 2. maddesinin 1. paragrafında yazılı ifadelere dayanarak, Devletlere iç hukuki düzende kendi yargısına tabi kişileri üçüncü kişilerin eylemlerine ya da gerektiğinde kendi eylemlerine karşı korumak amacıyla gerekli tüm tedbirleri almaları yönünde pozitif yükümlülük getirdiğini bir kez daha hatırlatır. Yaşam hakkının korunması, bu davadaki silah altındaki bir askerin askeri makamların kontrolü altında iken şüpheli ölümü gibi ölümle sonuçlanan bir durum söz konusu olduğunda, bağımsız ve tarafsız bir şekilde etkili ve uygun resmi bir soruşturmanın yürütülmesini gerekli kılmalıdır. Bu durum da  bahsi geçen olayda yasal  uygulamanın etkili bir şekilde uygulanmasını sağlamak anlamına gelmektedir. Maksada uygun bir biçimde  yürütülmesi gereken  soruşturma  öncelikle olayların tam olarak nasıl meydana geldiğinin belirlenmesini, sorumluların tespit edilmesini ve gerekli hallerde cezalandırılmasını sağlayacak kapsamda olmasını zaruri kılar.
 
Yaşam hakkının devredilmez ve vazgeçilemez  mutlak bir hak olması su götürmez bir gerçektir. Etkin soruşturma[6] yürütmek de yaşam hakkının ihmal edilemeyeceği önemli dayanaklardan birini teşkil eder. Buna göre, AİHS m. 2, yaşamı tehlike altında olan kişiler için koruyucu önlemler alma yükümlülüğünü de içerir. Devlet önce somut bir tehlike karşısında ciddi önlemleri içeren koruma tedbirleri almalıdır. Devletin bu yükümlülüğünün söz konusu olabilmesi için insan yaşamına yönelik somut ve yakın  bir tehlikenin bulunması gerekir. Bu yükümlülüğün  kişiye sürekli bireysel koruma sağlayacak kadar uzun olması ise mümkün değildir. Pozitif bir yükümlülükten bahsedildiğinde yetkililerin kişi veya kişilerin yaşam hakkına yönelen gerçek yakın bir tehlikenin varlığından haberdar olmasına rağmen gerekli tedbirleri almakta zaafiyete düşmesi  gerektiği anlaşılır. Mahkeme  bu konuyla ilgili olarak 10.10.2000 tarihli Akkoç/Türkiye davasında[7]  da 2.maddenin ihlal edildiğine ilişkin bir sonuca varmıştır.[8] Bu dava sonucunda verilen karar ise , gözaltında tutulan bir kişiye yapılan tıbbi müdahalenin kapsaması gereken koşulları belirlemesi açısından yüksek bir önemi haizdir. [9]
 
Bahsi geçen hak ile yakından ilgili bir diğer konu ise bu hakkın  aynı zamanda hükümlü, tutuklular  ve  gözaltında bulunan kişiler açısından  da özel bir yerinin olduğudur. Bu kişiler devletin gözetimi altında olduğundan dolayı hassas bir konumdadır. AİHM’nin 16.11.2000 tarihli Tanrıbilir/Türkiye kararında gözaltında intihar nedeniyle ölen kişinin, kasten öldürme iddiası kanıtlanamadığından ihlal olmadığı sonucuna varılması durumu bu olaya örnek teşkil edebeilecektir. Bu dava AİHM’nin istisnai nitelikte  verdiği bir karardır. Burada jandarmalar tarafından gözaltına alınan Tanrıbilir gözaltına alındıktan sonra sabah saat 5’e doğru nezarette kendisini gömleğiyle asmıştır.  Cumhuriyet savcısı ve  üç doktorun katılımı ile otopsi yapılmıştır. Otopsi sonucunda ölümün asıya bağlı asfiksiden kaynaklanan solunum ve dolaşım yetmezliği sonucu gerçekleştiği tespit edilmiştir. Olay mahallinde hakimin de katıldığı bir keşif yapılması suretiyle gömleğin maktulü taşıyıp taşıyamayacağının tespiti yapılmıştır, görevli jandarmaların ifadeleri alınmıştır. Cumhuriyet savcısı tarafından soruşturma kapsamında her türlü incelemenin yapılmış olması nedeniyle soruşturmanın yeterli ve etkin yapıldığı sonucuna varılmıştır. Mahkemenin  hükümlü, tutuklular ile gözaltında bulunan kişiler bakımından özellikle dikkat ettiği husus, hükümlü ve tutukluda intihar niyeti varsa gerekli önlemi almak ve örneğin 24 saat boyunca hükümlüyü gözetim altında tutmak ve kesici ve delici maddeler gibi şeylerden arındırmak gibi önlemlerin alınıp alınmadığının ,gerekli tedbirlerin uygulanıp uygulanmadığıdır. Mahkeme  bu davada şu sonuca varmıştır;
 
“Mahkeme, görevleri gözaltında bulunan kişileri denetlemek ve intihar etmelerini önlemek olan yetkili makamların gözaltında bulunan bir kişinin hayatını koruma pozitif yükümlülüğünü yerine getirmedikleri iddiası karşısında, bu yetkili makamların söz konusu kişinin intihar etme riskinin bulunduğunu bildikleri ve, makul bir şekilde değerlendirildiğinde, bu tehlikeyi bertaraf edebilecek önlemleri yetkileri dahilinde almamış oldukları konusunda ikna olmalıdır. 2. Madde’de korunan hakkın özelliği düşünüldüğünde, Mahkeme için, bir başvurucunun, yetkili makamların bildikleri ya da bilmeleri gereken kesin ve yakın bir ölüm riskinin gerçekleşmesini önlemek için bu makamların kendilerinden makul olarak beklenen her şeyi yapmadıklarını göstermesi yeterlidir. Bu, her bir davada geçerli koşullar ışığında yanıtlanabilecek bir sorudur.
 
Mevcut davada, Mahkeme öncelikle A.T.’nin Cizre’deki jandarma karakolunda gözaltında tutulduğunu kaydetmiştir . Mahkeme, her tür fiziksel özgürlükten yoksun bırakma halinin, doğası gereği, gözaltına alınan kişilerde ruhsal gerilim yaratabileceğini ve sonuçta intihara yol açabileceğini vurgulamaktadır. Gözaltı sistemleri, gözaltına alınan kişilerin ölüm riskini ortadan kaldırmak için şahısların üzerindeki kesici aletlerin, kemer ya da ayakkabı bağlarının alınması gibi önlemlere yer vermek zorundadır.
 
Mahkeme, bu davada jandarmaların gözaltına alınan kişinin intihar etmesini engellemek için sıradan olan önlemleri aldığı kanısındadır: A.T. jandarma karakoluna getirildiğinde üzeri aranmış ve kemeri ve ayakkabı bağları alınmıştır. Yargı makamlarına verdikleri ifadeye göre A.T. de dahil olmak üzere gözaltındaki kişileri yarım saatte bir kontrol etmişlerdir Jandarmalar gözaltına aldıkları A.T.’yi gözaltındaki diğer şahıslardan daha dikkatli denetlemeleri gerektiğini fark etmeli miydiler? Mahkeme, bu konuda jandarmaların aldığı tedbirlerin, o anda ellerinde bulunan bilgilere bakılarak 2. Madde kapsamında sorgulanması gerektiği konusunda ikna olmamıştır. Gömleğinin kollarını keserek yaptığı bir iple intihar edeceğini tahmin etmek zordur. Hazırlıklar ve intihar olayı büyük bir sessizlik içinde gerçekleşmiştir Mahkeme, jandarmaların, başvurucunun bulunduğu hücrenin önünde 24 saat nöbetçi görevlendirmek ya da giysilerine el koymak gibi özel tedbirler almamakla suçlanamayacağı görüşündedir.” Görüldüğü gibi burada Mahkeme 2. maddenin ihlal edilmediği sonucuna ulaşmıştır.[10]
 
Yukarıda ele aldığım 2. madde kapsamına giren davalarda ve benzer olaylarda genel hatlarıyla devletin sorumlu tutulduğunu ve devletin ihmalinin  neticesinde bir çok hukuksal sonuç doğduğunu görmekteyiz. AİHS 2. madde ve diğer maddelerin uygulanma sahası, şüphesiz evrensel değerler hükmünde olan hakların devamlılığını sağlamakta ve gerekli müeyyidelerle bunu muhafaza etme görevini üstlenmektedir. Fransız devrimi gibi  uluslar arası fotoğrafı geniş olan olaylara öncülük eden insan hakları, devletin mevcudiyetine ancak korunduğu takdirde katkı sağlayabilir. Devlet, insan merkezli ve hakları nisbetinde hareket ettiği ölçüde kurulma amacına hizmet edecektir.
 
Vazgeçilemeyen tek şey yalnızlığa terk edilmemesi gereken haklarımız olmalı iken, devletlerin yalnızlaştığını görmek çok ciddi bir durum değil mi? Son olarak şunları ifade etmeliyim ki, devletler, haklar ile insanlar arasında ara lamel olması yönünde insana ait değerleri göz ardı etmeyen bir görev üstlenmeli, insanıyla yükselmenin yollarını açmalıdır.
 
Winston içgüdüsel bir tepkiyle kafatasının içindeki birkaç santimetreküp alanından başka hiçbir maddi varlığın önemli olmadığını fark edeli çok olmuştu.Bu farkındalık ise bilinçsiz bir bağlılıktı.

(Bu köşe yazısı, sayın Av. Cennet Ceyda BOĞA tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

-------------------------
[1] ÇEÇEN Anıl, Devlet ve İnsan Hakları,TBB Dergisi, Yıl:1989, Sayı:6.
[2] Jordan-İngiltere davasında AİHM, devletin yaşama hakkını ihlalden sorumlu tutulabilmesi için bir takım ölçütler ortaya koymuştur. Buna göre; “devletin ölümün sorumluluğunu yüklenebilecek durumda olması” ve “devletin temsilcileri bizzat sorumlu değilse bile cinayetin m.2/2 kapsamında açıklanabilir olup olmadığına kanaat  getirilmesi” gerekmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bkz. ERDOĞAN Gülnur, Bireysel Silahlanma Yaşama Hakkı ve Devletin Pozitif Yükümlülüğü,Hukuk Gündemi Dergisi,2007,s.80-86.
[3] Jean-François Akandji-Kombe, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında Pozitif Yükümlülükler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin uygulanmasına ilişkin kılavuz kitap, İnsan Hakları El Kitapları, No. 7, s.14.
[4] ÇİFTÇİOĞLU Cengiz, Yaşama hakkı,TBB Dergisi,Yıl:2012, Sayı.103, s.146.
[5] Başvuran, AİHS'nin 2. maddesine aykırı olarak, mevcut davada oğlunun yaşam hakkının ihlal edildiği kanısındadır. Daha önce ulusal mahkemeler önünde ileri sürdüğü argümanları tekrar dile getirerek, başvuran, oğlunun intihar ettiğini açıkça ortaya koymamasından dolayı yürütülen soruşturmanın yetersizliğinden ve sonucundan şikayetçidir. 
[6] Etkin soruşturmanın unsurlarını AİHM kararlarında şu şekilde açıklamıştır; Resmi bir soruşturmanın yapılması,  Soruşturmanın suça karışanlardan bağımsız bir organ tarafından yürütülmesi,  Soruşturmanın kamuoyunun izlemesine yeterli derecede imkân sağlanması,  Soruşturmanın ihlali gerçekleştirenleri belirleyebilecek nitelikte olması, yani maddi deliller ve sorumluluğu tespit edebilecek nitelikte olması,Soruşmanın ivedilikle ve özenle gerçekleştirilmesi.
[7] Bu dava gözaltında kötü muameleye ilişkin bir davadır. AİHM, Diyarbakır Devlet Hastanesi'nde yapılan muayenenin üstünkörü yapıldığını tespit etmiştir. Özellikle muayene raporunda yaraların sadece ayrıntıları değil; hastanın, yaraların nasıl meydana geldiğiyle ilgili açıklamalarıyla, bu yaraların uygun düşüp düşmediği hususunun, doktor raporunda ifade edilmesi gerektiğini tespit etmişti. Bu yüzden 3. maddenin ihlalini belirlemiştir. Bu konuyla ilgili bkz.BAŞAK Cengiz, AİHM Kararları Işığında Gözaltında Bulunan İnsan Hakları İhlalleri, AUHFD, Cilt:51,S.4.s.53.
[8] ÇİFTÇİOĞLU Cengiz Topel, Yaşama Hakkı, TBB Dergisi,Yıl:2012, Sayı: 103, s.147.
[9] Söz konusu muayeneler, uzman hekim tarafından, hiçbir polis memurunun hazır bulunmadığı bir ortamda yapılmalı ve muayene raporunda  yara bulguları ayrıntılı olarak açıklanmalı, hem de bu yaraların nasıl oluştuğuna dair hastanın ifadesi ile bu ifadenin yara bulgularıyla tutarlı olup olmadığına ilişkin hekim görüşüne yer verilmelidir. Bu davadaki gelişigüzel ve toplu halde muayene uygulaması bu güvencenin etkinliği ve güvenilirliğini azaltmaktadır.
[10] DUTERTE Gilles, AİHM Kararlarından Örnekler,Avrupa Konseyi Yayınları,Kasım 2003,s.26.