Ne zaman bunalsam, sıkılsam Ankara’dan, fiziksel ve ruhsal yönden detoksa ihtiyaç duysam, koşar Alanya’ya gelirim. Alanya’nın doğasını, sessizliğini, sakin, telaşsız, kendi halinde, mütevazı insanlarını seviyorum. Yoğun, yorucu ama keyifli geçen günlerden sonra Alanya’ya onun için geldim. Her mevsimi, her anı güzeldir Alanya’nın, ama en çok Nisan’ı, Mayıs’ı, Eylül’ü, Ekim’i ve hatta kışı çok güzeldir.

Salı günü sabah erkenden yola çıktım. Altmış yıl önce vefat eden anneannemden miras kalan ve bizim Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kamulaştırması üzerine varlığını öğrendiğimiz taşınmazların ferağ işlemleri için Karayolları Konya Bölge Müdürlüğü’ne gittim. Hak işte. Helal mal. Ondan olsa gerek hiç kaybolmuyor. Senin haberin olmasa da, ilgin, bilgin olmasa da hakkın olan şey bir gün gelip seni buluyor.

Karayolları Konya Bölge Müdürlüğü’ndeki işimi bitirdikten sonra, iki değerli meslektaşımla, Turgay Bilge ve Hasan Özen ile buluştum. Adliye Sarayı’nın bahçesinde çay içtik birlikte. Güne dair şeyler üzerine, siyaset üzerine konuştuk. Sonra yeniden çıktım yola. Çocukluğumun geçtiği Seydişehir’de mola verdim. İlçenin ortasındaki meydanı, meydandaki çarşıyı dolaştım, oradaki bir kahvede oturdum çay içtim. Keyifli bir yolculuktan sonra gün inerken geldim Alanya’ya.

Burada hem çalışıyor, hem dinleniyor, hem de kendimi dinliyorum. Bazen Alanya’daki, bazen Mahmutlar’daki kafelerde oturup çay, kahve içiyor, bazen kır kahvelerine gidip doğayla, toprakla, ağaçlarla, çiçeklerle, çayırla, çimenle arkadaşlık ediyorum. Evin önündeki bahçeyi suluyor, ayaklarımı toprağa basıyor, bedenimde birikmiş elektriği boşaltıyorum.

Mesela geldiğim günün ertesi günü, yani Çarşamba günü her zaman olduğu gibi sabah yine erkenden kalktım, kahvemi içtikten sonra beş kilometre yürüdüm. Sonra eve geldim, bahçeyi suladım. Duş aldım. Kaledeki Yamaç Kafe’ye gittim, kahvaltı yaptım. Günlük gazeteleri alıp eve döndüm.

Gazeteleri, özellikle Hürriyet Gazetesi’nin eki Kelebek’teki Gülben Erben’in edebiyatımızın seçkin temsilcilerinden yazar Gülten Dayıoğlu ile yaptığı röportajı okudum. Hukuk öğrenimini yarıda bırakan, sonrasında öğretmen olan ve daha çok çocuk edebiyatı üzerine yazan Gülten Dayıoğlu, kimileri için dayanılmaz bir ağırlık, kimileri için dayanılmaz bir hafiflik olan yazar olmak üzerine şunları söylüyor: “…Öğle yazarlar var ki üç kitapla kartvizit bastırdılar. Hemen olsun istiyorlar ama hemen olmuyor. En beğendiğim yazar da bile itici bir kibirle karşılaştım. Çok kötü oldum. Hepimizin kusuru var. Yontula yontula yaşamayı öğreniyoruz.

Ne yazık ki öyleleri var. Hemen her konuda, hem haddini, hem de kendini bilmeyen o kadar çok insan var ki! En yazar, en avukat, en savcı, en hakim, en asker, en gazeteci, en siyasetçi, en müdür, en genel müdür, en başkan. Say say bitmez. Peki neden? Gülten Dayıoğlu söylüyor nedenini: “ülkemizde öğretim var, eğitim yok.”  Kent kültürüyle değil, kasaba kültürüyle çağdaşlaşmanın, yani hazin çağdaşlaşma hikayemizin bizi getirdiği yer ne yazık ki burası. Çok şey olduk, Levent Gültekin’in dediği gibi “Atatürkçü olduk, Alevi olduk, solcu olduk, – sağcı olduk, dindar olduk – ama insan olamadık.” Adam olamadık yani. Zira adam olmak öğrenmekle değil, eğitilmekle ilgili bir şey, üslupla ilgili bir şey. İyi eğitilmediğimiz için çoğumuzun üslubu yok ya da bozuk. Bir insanın iyi eğitilmiş olup olmadığını anlamak mı istiyorsun, üslubuna bak. Neden mi? İnsanı insan yapan, adam yapan üsluptur da ondan. Marka giymeyi, giyinmeyi, iyi lokantalarda yemek yemeyi, lüks kafelerde oturmayı, beş yıldızlı otellerde ya da yurt dışında tatil yapmayı, en iyi arabalara sahip olmayı öğrendik, ama üslup sahibi olmayı ne yazık ki öğrenemedik bir türlü. Doğru dürüst eğitilmedik çünkü. Kasaba kültürüyle de bu kadar oluyor. Mevzu derin! Onun için bu mevzuyu burada bırakalım ve Alanya Güncesi’ne devam edelim.

Aynı gün, yani Çarşamba günü ikindine doğru Mahmutlar’daki kafeye, Hancı’ya gittim. Gün batıncaya kadar oturdum orada, Avukatlık Hukuku ile ilgili kitabım üzerinde çalıştım. Ve gün bitti.

Bir sonraki gün, yani Perşembe günü, yani Mayıs’ın on birinci günü,  sabah yine erkenden kalktım, yürüdüm, yürüdüm, çok uzun yürüdüm. Eve geldim, sabah kahvemi içtim. Sonra çay yaptım kendime. Evin üst balkonunda oturdum, bir yandan çayımı yudumladım, diğer yandan denizi, Akdeniz’i seyrettim. Sonra Gazipaşa yolu üzerindeki bir kır kahvesine gittim. Günlük gazeteleri okudum orada. Kır kahvesinin sahibiyle sohbet ettim. Eve döndüm, çalıştım biraz. Akşamüzeri Alanya’ya indim. Sahilde, limanın yanındaki kafelerden birisinde oturdum. Sağı solu seyrettim, kafamı boşalttım. Zaman hızla akıp gitti. Akşam ilerledi, gece oldu. Eve döndüm. Ve gün bitti.

Bugün günlerden Cuma. Sabah kahvemi, sonrasında demlediğim çayı içtim afiyetle. Günlük haberleri okudum internetten. Hepsi can sıkıcı şeyler.
Psikologlar, ruh sağlığınızı korumak için iyi haber kaynaklarını arayın, iyi haberleri okuyun, iyi haberleri dinleyin diyorlar. Doğruda diyorlar. Ama iyi haber yok ki, iyi haber kaynağı olsun. Onun için çoğumuzun ruh sağlığı ne yazık ki iyi değil. Çok yorucu bir ülke oldu Türkiye. Hepimiz yorgunuz. Gündem yorgunuyuz. Her şey yoruyor bu ülkede insanı. En çok da insanlar ve ilişkiler yoruyor. Enis Batur’un “Yordu bütün yıl bizi işler ve ilişkiler: Buraya ondan geldik.
Korkmuştuk korkularımızdan, coşkularımızdan bıkmıştık, ne yavaşlıyor ne de hızlanıyordu çarklar, kimseye rastlamıyorduk, kendimize bile: Buraya ondan gelmiştik.
” demesi ondandır. Benim zaman zaman Ankara’dan kaçıp Alanya’ya gelmem de ondandır, yani kendime rastlamak içindir.

Zira hayat, yaşadığımız hayatlar, bize hem başkalarının, hem de kendimizin ne olduğunu, dahası başkalarından daha çok kendimize rastlamayı öğretir. Bunu bizzat yaşayıp öğrendiğimizde, kendimize rastladığımızda, başkalarını ve kendimizi tanıdığımızda, bin farklı yerden bir farklı yöne doğru düşünsel ve duygusal olarak zorlanmaya başlarız. Çünkü sorgulama denilen şey, bir bakıma insanın kendisine rastlaması olan şey, insanın hayatı, hayatını sorgulaması her zaman zorlar ve yorar insanı. Ama hayat, hayatımız bize gerçekleri öğreten, düşünmeyi öğreten, sorgulamayı öğreten, kendimize rastlamayı öğreten, düşündüğümüz şeyleri sonra bir daha düşünmeyi öğreten en bilge öğretmendir. Hayatımızı yönlendiren hikaye her ne ise, o hikaye üzerinde fikri olmayanlar, söz hakkı bulunmayanlar, onu yeniden anlatma, yeniden düşünme, hayatı ve kendisini sorgulama, sonra bir daha sorgulama yetisine, zaman ve koşullar değiştikçe onu değiştirme gücüne sahip olamazlar. Mevzu derin! Onun için Ahmet Muhip Dranas’ın “Olvido”da dediğini, yani “Ey unutuş! Kapat artık pencereni..” diyelim, penceremizi kapatalım, unutalım bunları bir süre ve yeniden yaşadığımız güne dönelim.

Gün ilerledi. Sabahın tatlı serinliğinin yerini öğlenin güneşi aldı. Ben de güneşin sıcaklığını hissetme hakkımı, çiçekleri koklama hakkımı, çimlere, toprağa basma hakkımı kullanmak için evin bahçesine indim. Bu hakkımı kullandım bolca. Bahçeyi suladım. Ağacından yenidünya kopardım ve yedim afiyetle. Verdiği nimetler için, beni bugüne de sağ ve sağlam çıkardığı için Tanrı’ya şükrettim. Kitap okudum. Çalıştım biraz. Sonra ılık bir duş aldım ve Alanya’ya indim. Çarşıda dolaştım. Oradaki bir kahvede oturdum. Kahvedeki Alanyalılarla sohbet ettim. Alanyalı şikayetçi, esnaf dertli. Türkiye’nin önemli turizm merkezlerinden birisi olan Alanya’ya yabancı turist gelmez olmuş. Gelenlerin çoğu Ruslar, onlar da eskisi kadar çok değil. Otellerin, motellerin, lokantaların, kafelerin çoğu boş. Ekonomideki bu sıkıntı 16 Nisan’da yapılan referanduma da yansımış. Alanya’da çoğunluğun referandumda hayır demiş olması da bundan dolayı.

Cuma günü akşam yemeğinde oturduğumuz sitenin yöneticisi Ersan Akan’ın misafiri oldum. Ersan Bey’in daveti üzerine Alanya’da mali müşavirlik yapan, Alanya’nın yerlisi, haza beyefendi Süleyman Tok Bey’de masamıza dahil oldu. Alanya’nın sırtını dayadığı dağın eteğinde güzel bir lokantada ağırladı Ersan Bey bizi. O yüksek tepelerden seyrettik ilçeyi, denizi, ilçenin gece ışıklarını. Sonra ay doğdu, dolunay oldu. Ersan Bey’in rahmetli babası Yargıtay 14.Hukuk Dairesi Başkanlığından emekli olmuş değerli bir hukukçu, bilge bir yargıçtı. Rahmetli babamın da arkadaşıydı. Bir kaç kez duruşmada huzurunda oldum. Savunma yaptım. Gecenin geç vaktine kadar oturduk. Babalarımızı yad ettik, babalarımıza dair anıları paylaştık. Hayatımıza girmiş, şurasından burasından hayatımıza karışmış ortak tanıdığımız insanlardan, iz bırakmış insanlardan söz ettik. İçki masası siyasetsiz, siyaset konuşmasız olmaz dedik ve siyasete dair şeyler konuştuk. Keyifli başlayan gün, keyifli şekilde sona erdi.

Bugün Cumartesi. 13 Mayıs 2017. Akşam geç yatınca sabaha uyanmak da geç oldu. Ama öğle de olsa, sabahı, sabahın ortalarında bir saatte yakaladım. Tembellik yaptım biraz. Üst balkonda oturdum kahve içtim. Karşımda deniz yaza hazırlanan güneşin ışıkları içinde. Deniz açıklı koyulu mavilikleri ile sakin bir şekilde, usta bir ressamın elinden çıkmış bir tablo gibi duruyor karşımda. Dalgası yok, öfkeli değil yani. Denizin kokusunu getiren güzel bir esinti var. Öylece oturdum ve uzunca bir zaman denizi seyrettim. Hem deniz, hem de mavi dinlendiriyor insanı. Tatlı bir huzur veriyor.

Sonra kalktım, kendime iş çıkarmak için dolapları karıştırdım. Eskiye, çok eskiye ait birkaç fotoğraf buldum. Bir tanesinin arkasındaki tarih 25 Temmuz 1984. Rahmetli annem, babam ve ben. O an aklıma bir hikaye cümlesi geldi. Selim İleri’ye ait. “Fotoğrafı Sana Gönderiyorum” isimli hikaye kitabında yazmış. “Fotoğrafları sevmem. Hayalinizi çalar; zamanı, insanı ve mekanı dondurur. Size yalan söyler. Duruk görüntü size geçmiş zamanı, sönmüş bir anı geri getirmişçesine yalan söyler. O an geri gelmez asla. Fotoğraflar merhametsizdir.

Fotoğraflar, eskinin bir anını, özel bir anını resmeden, bir daha hiç geri gelmeyecek bir anı, zihninizden silinmiş bir anı tespit eden fotoğraflar, beni hüzünlendirir her zaman. Ama hiç Selim İleri gibi düşünmemiştim. Aklıma gelip yazınca düşündüm üzerinde. Fotoğrafları sevmem, fotoğraflar yalan söyler demem, diyemem, aksine severim diyebilirim ama fotoğraflar acımasızdır derim. Fotoğraflar gerçekten acımasızdır. Acımasızdır, zira bize bir daha asla yaşayamayacağınız bir anı hatırlatır. Bakarsınız, bakarsınız, içiniz hüzün dolar, gözleriniz nemlenir, “bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik” dersiniz. İçinizden, yüreğinizden sıcacık bir şeyler akar gider. İşte öyle, işte böyle bir şey!

Öğleden sonra numaralı gözlük almak için Alanya’ya indim. Gözlüğümü kaybettim çünkü. Aradım, aradım, hemen her yerde, ihtimal dahilinde olan her yerde aradım ama bulamadım. Unutma ihtimalim olan yerlere sordum yok dediler. Devamlı takmadığım, sadece uzun yolda araba kullanırken yardımına başvurduğum gözlüğümü nerede unutmuş isem unutmuşum. Ne yapalım arkadaşlığımız buraya kadarmış. Bana bunca yıl verdiği hizmet için gözlüğüme teşekkür etmeyi de ihmal etmedim, teşekkür ettim. Gözlüğümü bulamayınca gittim yenisini, daha iyisini aldım. Çok da yakıştı. Sadece araba kullanırken değil, her daim takarım artık.

Yeni gözlüklerimle her Cumartesi günü Mahmutlar’da kurulan pazara gittim sonra. Ankara’da da hemen her hafta giderim pazara. Eskiden rahmetli annemle beraber giderdik ve her gittiğimizde kavga ederdik. Neden mi? Annem önce pazarın her yerini dolaşır, fiyatları kontrol eder, sonra alışveriş yapardı. Ben de “sen zabıta memuru musun” diye itiraz ederdim ve bundan dolayı kavga çıkardı aramızda. Şimdi pazara gittiğimde ben de aynısını yapıyorum. Alış veriş yapmadan önce tüm pazarı dolaşıyorum. Fiyatları kontrol etmek için değil ama, pazarın havasını, ambiyansını teneffüs etmek için yapıyorum bunu. Pazar esnafı ile muhabbet ediyorum, alışveriş eden insanları izliyorum. Pazara gitmek, pazar yerinde dolaşmak, beni hem dinlendiriyor, hem de eğlendiriyor. Neler mi aldım pazardan. Domates, salatalık, elma, muz, limon, nane, maydanoz, yaramazlık yaptığımda ağzıma sürmek için acı biber aldım. Domatesin, salatalığın, biberin kilosu iki lira, elmanın, muzun, limonun kilosu dört lira, maydanozun, nanenin demeti bir lira. Yani Alanya çok ucuz. Türkiye’nin bir çok tatil beldesinden çok, çok daha ucuz.

Pazar alışverişinden sonra Mahmutlar’a, Hancı’ya gittim, çay içtim, günlük gazeteleri okudum. Sonra eve geldim ve çalıştım biraz. Bilgisayarımda güncemi yazdım. Bu yazdıklarımı, bundan önce yazdıklarımı, dün değil, bugün değil, yıllar yıllar sonra okuyacak olanlar olursa eğer ve hatta benim hayatta olmadığım bir zamanda okuyacak olanlar olursa eğer, bunları yazarken neler hissettiğimi, neler düşündüğümü, hangi sevinçlerden, hangi acılardan, hangi zorlu sınavlardan geçtiğimi düşünecekler,  beni belki anlayacaklar, belki de anlamayacaklar, belki de neler saçmalamış diyecekler. Ama olsun ben sadece başkaları okusun diye değil, kendim için yazıyorum, kendimi ifade etmek için yazıyorum, kendimi yazıyorum. Okunsam da olur, okunmasam da.

Hatırlansam da, anılsam da olur, hatırlanmasam da, anılmasam da olur. Ne diyeyim? Lermantov söylüyor diyeceklerimi. Ataol Bahramoğlu’nun o güzel çevirisinden okuyalım: ‘Hayır, ilgi beklemiyorum ben / Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun. / Alışkınım el çekmeye isteklerimden / Eski günlerinden beri çocukluğumun. /  Yazdıklarımdan da bir şey beklemem / Fakat isterim ki yıllar sonra / Kısa, fakat isyancı bir ömürden / Bir iz kalsın onlarda. / Kim bilir, belki günün birinde / Tüm sayfaları hızla geçerken / Takılıp kalacaksınız bu dizelere / Mırıldanarak: ‘Haklıymış gerçekten’ / Belki o sevinçsiz şiir uzun süre / Durduracak üstünde bakışlarınızı; / Bir mezar taşının yol üstünde, / Durdurması gibi yabancıyı
Ve akşam oldu. Akşamlar hüzünlüdür. Çünkü akşamlar güne veda etme zamanıdır. Akşam her zaman olduğu gibi yine hüzünlü, yine hüznüyle geldi bu akşam.  “Sanıyorum bu gelen hüzünlü bir yaz olacak. Öyle ki bütün akşamlar hüzünlü….” diye boşuna demiyor Turgut Uyar. Kim bilir, belki bu yaz da geçen yaz gibi hüzünlü olur. Belki de olmaz. Dilerim olmaz.

Bugün Pazar. 14 Mayıs 2017. Anneler Günü. Önemli bir gün, anlamlı bir gün. Uyanır uyanmaz rahmetli annem geldi aklıma. Hayalimde yüzünü şekillendirdim. Şekillendirdiğim o yüzü özlemle, şükranla öptüm. Siz siz olun annenizi üzmeyin. Onların hakkı ödenmez çünkü.

Burada, Alanya’da günler hep birbirini tekrar ediyor. Öyle ki, her yeni gelen gün bir önceki günün aynısı. Tıpkı Ravel’in o hep kendisini tekrar eden güzel bestesi “Bolero” gibi.  Kendisini tekrar eden şeyleri sevmem ben. Ama Bolero’yu sevdiğim gibi, Alanya’yı sevdiğimden olsa gerek, burada, Alanya’da kendisini tekrar eden her yeni günü seviyorum. Çünkü kendisini tekrar da etse, burada da günler, Ankara’da olduğu gibi gülümseyerek geliyor, her yeni başlayan şeyin tazeliğiyle geliyor, lirik bir yüzle geliyor. Öyle geldiği için de, şüphe olmadan, üzüntü olmadan, korku olmadan yaşanıyor. Bu da beni mutlu etmeye yetiyor.

Ama bugün hep kendisini tekrar eden geçmiş günlere nazire olsun diye farklı bir şey yaptım. Denize götürdüm kendimi. Henüz tam olarak ısınmamış olan denizin serin ve tuzlu sularına bıraktım kendimi ve yüzdüm biraz. Uzmanların güneşin yararlı ışığından yararlanmak için en uygun saat dedikleri ve tavsiye ettikleri saat olan on ikide, sahilde, kumların üzerinde oturdum ve güneşlendim. Sonra eve gittim. Duş yaptım. Tıraş oldum. Mahmutlar’a, Mahmutlar’daki Hancı Kafeye geldim. Gazeteleri okudum.

İşte böyle! “Ne hoş bir güzelliği vardır; hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin.”  diyor Virginia Woolf. Hafif adımlarla, ama gülümseyerek, ama bir zamanlar birilerinin kalbine ve ruhuna dokunarak, geçtiğim her yerde, yaptığım her işte, bulunduğum her görevde, temas ettiğim her insanda iz ve izler bırakarak ve dahi mütevazi bir şekilde bu dünyadan geçip giderken, Alanya’da geçirdiğim beş güne dair epeyce şey anlattım. Ve hatta bazı ayrıntıları dahi anlattım. “Ayrıntılar yan yana gelince hayat çıkar” diyor çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar. Hayat çıksın, hayatım çıksın diye anlattım o ayrıntıları. Ama bazı şeyleri anlatmadım. Neden mi? Selim İleri söylüyor nedenini: “Bir gizem kalmalı. Her şeyle her şeyin arasında bir gizem kalmalı…