C- KİŞİ HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİYLE İLGİLİ ANAYASAL DÜZENLEMELER –

Kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili olarak Amerikan Anayasası’nda yer alan düzenlemeleri açıklamazdan önce, Amerikan Anayasası ile ilgili genel bir açıklama yapmakta yarar vardır. Şöyle ki, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasası’nın tarihi 1787’dir. Amerikan Anayasası ilk düzenlendiği şekliyle 7 maddeden ve bu maddeler altında yer alan 21 bölümden oluşmaktadır. Amerikan Anayasası’nın ilk düzenlemelerinde kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili ayrıntılı bir düzenleme ve özel bir hüküm yoktur. Bu özel hükümler 1791 yılında ‘Bill of Rights/Haklar Yasası’ başlığı altında yürürlüğe konulan 10 ‘Amendment’, yani ‘Ek/Değişik’ madde halinde düzenlenmiştir. Daha sonraki yıllarda yürürlüğe konulan maddelerle birlikte Ek/Değişik madde sayısı bugün itibarıyla 26’dır. Amerikan Anayasası 4400 kelimeden oluşmakla pek o kadar kısa bir anayasa değildir. Sadece 21.000’nin üzerinde maddesi olan ve anayasa değil, adeta yönetmelik olan bizim ve bizim gibi ülkelerin anayasalarına göre son derece kısadır.

Romalılardan tevarüs edilen ‘Lex posterior, derogat legi priori’, yani ‘sonra gelen yasa, önceki yasayı yürürlükten kaldırır’ ilkesi gereğince, daha sonra yapılan değişiklikler, bunlarla çelişen önceki hükümleri yürürlükten kaldırmış, ancak yürürlükten kalkan bu hükümler, hemen her ülkedeki uygulamanın aksine anayasa metninden kaldırılmamıştır. O nedenle, Amerikan Anayasası’nın madde metinleri temelinde tarihini, geçirdiği evreleri ve değişimi incelemek isteyen birisinin, sadece mevcut metne bakarak bu incelemeyi yapması mümkündür. Oysaki bizim anayasa tarihimizi, bunun aşamalarını, anayasa değişikliklerini incelemek isteyen birisinin, Milli Mücadele döneminin anayasası olan 1921 Anayasası’nı, Cumhuriyet tarihimizde kabul edilen ve yürürlüğe konulan 1924, 1961, 1982 Anayasalarını ve daha sonra bu anayasalarda yapılan değişiklikleri ayrı ayrı ve tek tek incelemesi gerekir.

Bu konuda önemli olan bir diğer husus, Amerikan Anayasası’nın ne ilk yapımında, ne de daha sonra yapılan değişikliklerin hiç birisinde ve halen, kanunların anayasaya uygun olup olmadığının yargı organı tarafından denetleneceğine ve gerektiğinde iptal edileceğine ilişkin bir hüküm yoktur. Bu yol, Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında görülen ve Marbury-Madison adıyla maruf olan siyasi bir davada, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 1803 yılında verdiği bir kararla açılmıştır. Bu karar “Law tends to follow, rather than to lead”, yani “Hukuk liderlik etmekten daha çok takip etmeye eğilimlidir” şeklindeki İngiliz maksiminin aksine bir gelişme ve hatta bir devrim olmuştur. Buna rağmen Amerikalılar anayasalarında bu konuda bir değişiklik yapmamışlardır. Ancak mahkeme içtihadıyla getirilen yargısal denetim yoluna, hem yasama, hem de yürütme organı, o tarihten günümüze kadar olan süre içinde ve hep saygılı olmuştur.

Anayasaları yürütmenin ve yasamanın tecavüzlerine karşı koruyacak bir sisteme, bir organa, bir bekçiye ihtiyaç olduğu açıktır. Bu bekçi, bu organ yargı organıdır.   Esasen kuvvetler ayrılığının sözde değil, özde olduğu ülkelerde, yani anayasal demokrasilerde yasama ve yürütme iktidarlarının yanı sıra yargı da bunlarla eşit derecede bir iktidardır ve bu iki iktidarın hem dengesi, hem de frenidir. Zira Montesquieu’nun özlü deyişiyle “İktidarı, iktidar durdurur.” O nedenle, Amerikan Mahkemesi’nin devrim niteliğindeki bu içtihadı, Anayasa Mahkemeleri’nin kurulmasının yolunu açmış, bu bağlamda pek çok ülke anayasalarına yasaların yargı tarafından denetleneceğine ilişkin hüküm koymuş veya sadece bu yetkiyle donatılan ve adına pek çok ülkede Anayasa Mahkemesi denilen mahkemeleri kurmuştur.

Amerikan Anayasa’sında, kişilerin/yurttaşların: din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklere sahip bulundukları hususları düzenlenmiş ve yanı sıra kişilerin/yurttaşların; makul olmayan nedenlerle yakalanamayacakları, konutlarının, işyerlerinin ve üstlerinin aranamayacağı, mal ve evraklarına el konulamayacağı, tutuklanamayacakları, aşırı miktarlarda para cezasına çarptırılamayacakları, mahkemelerce öngörülecek kefalet miktarlarının kabul edilebilir/makul miktarlarda olacağı, yargılamaların hızlı ve adil şekilde yapılacağı gibi hususlara ve bunlara ilişkin güvencelere yer verilmiştir.

Amerikan Anayasası’nın ceza hukukunun temel ilkeleriyle, arama, yakalama, el koyma, tutuklama gibi tedbirlerle ilgili düzenlemelerine ve bu hususlardaki emsal nitelikteki yargı kararlarına geçmeden önce özellikle ve öncelikle ifade etmek gerekir ki, bu konulardaki hükümler, Amerikan Anayasası’nın Birinci Maddesi’nin 9.Bölümü’nde genel olarak, daha sonra yürürlüğe konulan EK II, IV, V, VI, VIII nolu maddelerinde ise, hem daha özel, hem de ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir.

Bu düzenlemeler çerçevesinde, usulüne, yani kanunun öngördüğü şekillere uyulmadan ve makul olmayan şekilde yapılan arama ve yakalamalar sonucu elde edilen delillere itibar edilemez ve bu deliller suçlamaya konu ve dayanak yapılamaz. Eğer polis kanuna ve hukuka uygun davranmaz ve aksine hareket eder ise, sonuç itibariyle insanlar suçlu dahi olsalar serbest bırakılırlar.

Amerikan Anayasası’nın Birinci Maddesi’nin, Dokuzuncu Bölümü’ne göre, kişilerin/yurttaşların beraat ettikten sonra aynı suçtan dolayı tekrar yargılanmaları, diğer bir deyişle ‘double jeopardy’, yani ‘çifte yargılama’ yasaktır. Yine aynı madde ve bölüm hükmüne göre, Amerikan Kongresi, yani yasama organı, Roma Hukuku’ndan gelen yasaların ‘ex post facto/geçmişe etkili olmaması’ ve yine ‘bill of attainder olarak isimlendirilen, sadece bir kişi veya bir grup insan için özel yasa yapılamayacağı, suç ve ceza hükmü getirilemeyeceği ilkelerine, daha önce içeriğini açıkladığımız ‘habeas corpus’ imtiyazına aykırı şekilde yasa yapamayacağı gibi, yargı organları da bu ilkelere aykırı biçimde yargılama yapamaz ve karar veremez.

Anayasa’nın EK V.maddesi, kişilerin/yurttaşların sözlü sorgulamalarında kendilerini suçlamalarını, yani suçlarını ikrar etmelerini yasaklamıştır. Kişinin suçunu ikrar etmeme hakkı, özellikle işkenceyle suçu kabul ettirme uygulamasının engellenmesi yönünden önemli bir güvencedir.

Bir suç isnadıyla karşı karşıya gelen kişinin, kendisini savunmak için etkili bir yardımcının, yani bir avukatın yardımını ve yine yargılama aşamasına yardımcı olmak ve hazırlanmak için makul bir kefaletle serbest bırakılmasını talep etme hakları vardır. Ve bu haklar Amerikan Anayasası’nın EK VI.maddesiyle güvence altındadır.

Kişilerin tutuklanmadan önce sahip bulundukları anayasal hakların en başında, makul olmayan nedenlerle gözaltına alınamamaları, yakalanamamaları, ev ve üstlerinin aranamaması, belgelerine ve eşyalarına el konulamaması gelir. Bu husus, ‘Kişilerin, üstlerinin, evlerinin, belgelerinin ve eşyalarının makul olmayan nedenlerle  aranmamasına ve bunlara el konulmamasına ilişkin hakları ihlal edilemez’ hükmünü içeren Amerikan Anayasası’nın EK IV.maddesi ile güvence altına alınmıştır.  Bu anayasal düzenleme, zaman içinde yurttaşları/kişileri, kanunları uygulamakla görevli güvenlik görevlilerinin ve yine kişileri/yurttaşları yargılamakla yetkili yargıçların, bu konudaki keyfi uygulamalarına ve aşırı iştahlarına karşı korumuş, halen de korumaktadır. Bu maddedeki anahtar sözcük ‘makul olmayan’ deyimidir. Bu kavramın mefhumu muhalifine göre makul, yani kabul edilebilir durumlarda yapılan aramalar ve el koymalar yasaldır.

Amerikan Mahkemeleri’nin uygulamasında, insanların mahremiyetlerine ve bu konudaki beklentilerine aykırı şekilde yapılan arama, yakalama ve el koyma işlemleri ve bu yöndeki müdahaleler makul kabul edilmemektedir. Bu durumda, herhangi bir yere/mekana sahip bulunmayan bir kişi makul olmayan şekilde aranmaya karşı koruma altında değildir şeklinde düşünülebilir. Ancak bu, eğer bu kişi bir yerde/mekanda makul kabul edilebilir bir mahremiyet beklentisi içinde ise, o yer/mekan yargı kararı olmadan aranamaz anlamındadır. Değil ise, yani kişinin böyle bir beklenti içinde olmasını gerektiren kabul edilebilir bir neden yok ise, o yer/mekan yargı kararı olmadan aranabilir.

Amerikan yargısı uzun bir süre, bu madde hükmünü kişilerin kendi evlerinde böyle bir beklenti içinde olmaya hakları vardır şeklinde yorumlamış ve uygulamıştır. O nedenle, polis kişinin evini aramak için mahkemeden karar almak zorundadır. Aksi durumda arama yasal olmamakla, elde edilen deliller geçerli ve bunlar itibar edilir nitelikte değildir.

Ne var ki, hayat çok daha karmaşık durumları kapsamakta, hukuk bunlarla birlikte yaşamakta, karşılaştığı karmaşık vakalarla ilgili olarak karar vermek durumundadır. Bu bağlamda, aranan ev veya daire şüpheliye ait değil ise ne olacaktır? Yine polis kişinin arabasında, işyerindeki çalışma masasında arama yapabilir mi? Kamuya ait bir telefon kulübesinden yapılan dinleme yasal mıdır? Kişinin elektronik postaları okunabilir mi? Kişinin misafir olarak bulunduğu evde arama yapılabilir mi? Yine kişinin evinin bahçesi ya da bagajı aranabilir mi? Amerikan Yüksek Mahkemesi, bu ve benzeri durumları, her somut olayın kendi özelliği çerçevesinde değerlendirmek suretiyle karara bağlamıştır.

Kural olarak polisin mahremiyete müdahale etme yetkisi yoktur. Bunun yasal/hukuki dayanağı mahremiyetle ilgili makul beklenti ilkesidir. Ancak bu ilkenin istisnaları da vardır. Örneğin, bir lokantada yemek yiyen iki kişi kendi aralarında bir cinayet planı yapıyorlarsa, bu hususa ilişkin görüşme makul mahremiyet beklentisi kapsamında değildir. O nedenle lokantada bulunan ve bu görüşmeye tanık olan polisin buna müdahale etme ve bu durumu delillendirme yetkisi ve görevi vardır. Zira lokanta özel alan değil, kamuya açık bir alandır. Ama komplocular bu görüşmeyi kendi evlerinde yapıyorlarsa, bu görüşme makul mahremiyet beklentisi kapsamındadır. Bu durumda polis mahkeme izni olmaksızın arama ve teknik takip yapamaz Ekstrem/uç örnekler, elbette her bir olayın kendi özellikleri içinde yargının takdirine bağlıdır.

Örneğin, Amerikan Yüksek Mahkemesi Mancusi v.De Forte, 392 U.S. 364 sayılı ve 1968 tarihli kararında, bir sendika çalışanının işyerinde mesai arkadaşları ile olan paylaşımlarını makul mahremiyet beklentisi kapsamında değerlendirmiş, polisin burada herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın yaptığı aramanın Amerikan Anayasası’nın EK IV.maddesi hükmünün ihlali olarak kabul etmiştir. Aramanın mahkeme izniyle veya işverenin rızasıyla yapılması durumunda ise, bu arama hukuka uygundur. Ancak yukarıda sözü edilen karara konu olayda, mahkeme kararı alınmadığı gibi işverenin rızası da sağlanmamıştır.

Bir diğer olayda, bir öğrencinin okulun tiyatrosunda para çaldığının şikayet edilmesi üzerine, yerel polis mahkeme kararı olmaksızın tavana ve öğrencinin sırasına gizli kamera yerleştirmiş, bu kamera ile öğrencinin işyerinin para çantasından para çaldığını tespit etmiştir. Bu davada Alaska Mahkemesi, Cowles v.Alaska, 23 P.3d 1168 sayı, 2001 tarihli kararı ile polisin yaptığı delillendirmeyi Amerikan Anayasası’nın EK 4.maddesinin ihlali olarak görmemiştir.  Yine temyiz aşamasında Alaska Yüksek Mahkemesi, 2002 tarih, Lexis 701 sayılı kararı ile sanık öğrencinin, bu delilin kendi sırasına yerleştirilmiş olmasının makul mahremiyet beklentisine aykırı olarak elde edildiği yönündeki savunmasını, okul tiyatrosunun ve bu tiyatrodaki öğrenciye ait sıranın bulunduğu alanın başkalarının girişine de açık olduğu gerekçesiyle kabul etmemiştir.

Bir diğer davada, Amerikan Yüksek Mahkemesi, Minnesota v.Olson, 945 U.S.91,99 sayılı, 1990 tarihli kararında, sanıklardan birisinin makul mahremiyet beklentisini kabul etmiştir. Bu olayda işlediği cinayetten arabasıyla kaçıp kurtulmak isteyen şüpheli bir sürücü, arkadaşı olan iki bayan tarafından kiralanan ve oturulan bir apartman dairesine sığınmıştır. Polis apartmanı kuşatmış ve dairedekilere teslim ol çağrısında bulunmuştur. Bu çağrıya kadınlardan birisi cevap verirken polis içeriden gelen ve ‘onlara benim burayı terk ettiğimi’ söyleyin diyen bir erkek sesi duymuştur. Apartmanın çevresini kuşatan polis daha sonra daireye zorla girmiş ve dairede misafir olarak bulunan Olsen’i tutuklamıştır. Olsen savunmasında tutuklanmasının yasal olmadığını, zira polisin mahkemeden aldığı bir arama ve eve girme izni bulunmadığı gibi evde bulunan bayanlardan da izin almadığını ileri sürmüştür. Yüksek Mahkeme Olsen’in savunmasını kabul etmiştir. Mahkemenin buna ilişkin kararının gerekçesi şu şekildedir: ‘Bir eve bir gecelik misafir olarak gelen kişinin makul mahremiyet beklentisi vardır. Zira bir başkasının evine gecelik misafir olarak gitmek bizim toplumumuzun uzun zamandan bu yana tanıdığı ve değer verdiği bir sosyal örf ve gelenektir. O nedenle iş seyahatlerinde veya keyfi olarak seyahat ettiğimizde, bir başkasının evine gecelik misafir olarak gidebiliriz. Misafir olarak gittiğimiz ev ebeveynlerimizin, çocuklarımızın, arkadaşlarımızın ve hatta uzak akrabalarımızın evi olabilir. Hepimiz hayatımızda çok defa bu şekilde misafirliğe gitmişizdir veya gidebiliriz. Her iki perspektiften de, toplumun bu tarz bir misafirliği tanıması ve sanığın misafir kaldığı evde makul ve meşru mahremiyet beklentisi içinde olması hukuka ve yasaya uygundur.’

Bu konudaki bir diğer ilginç karar, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 1967 tarihli, 389 U.S. 347 sayılı Katz v. davasında verdiği karardır. Bu davaya konu maddi vakıa, arkadan kapısı kapatılarak ödemeli telefonla yapılan görüşmelerin makul mahremiyet beklentisi kapsamında olduğuna ve bu nitelikteki telefon görüşmelerinin polis tarafından mahkemeden izin alınmadan durdurulmasının/kesilmesinin ve dinlenilmesinin yasal bulunmadığına ilişkindir.

Ancak ortada, yani görünürde olan şeyler, makul mahremiyet beklentisi kapsamında değildir. Örneğin, eğer caddede yürümekte olan resmi bir görevli, sizin bahçenizdeki petunyaların arasında esrar yapımında kullanılan kenevir bitkisinin ekili olduğunu görür ise, mahkemeden izin almaksızın bu bitkileri delil olarak kullanabilir, bu amaçla bunlara el koyabilir. Ama sizin bodrum katınızda ekili olan kenevirlerinize el koymak için polis mahkeme kararı olmaksızın kapınızı çalamaz, evinize giremez, arama yapamaz, suç delili olarak kenevirlere el koyamaz.

Bütün bu örnek davalarda verilen kararlardan da anlaşılacağı üzere, her somut olay kendi özelliği ve amacı içinde değerlendirilir ve değerlendirilmelidir. Çünkü ‘makul beklenti’ kavramı subjektiftir, bunun var olup olmadığı, haklı bulunup bulunmadığı koşullara ve her somut olayın kendi özelliklerine göre belirlenir.

Bu kuralla ilgili olarak mahkeme kararını gerektirmeyen istisnai durumlar da mevcuttur. Bunun en iyi bilinen istisnası rızadır. Eğer bir kişi kendi rızası ile evinde veya sahibi ya da zilyedi olduğu mallar üzerinde arama yapılmasına izin verirse, bu izin üzerine yapılan arama ve el koyma Anayasa’nın EK IV.maddesinin ihlali sayılmaz. Diğer istisnalar otomobil, acil ve zorlayıcı durumlar/koşullar ve polisin şüpheli gördüğü durumlarda şüpheli kişiyi durdurması ve üstünü aramasıdır.

Otomobil araması için önceleri mahkeme izni/kararı aranırken, zaman içinde Yüksek Mahkeme, hareket halinde olmaları, depo, bagaj, torpido gözü gibi bölümlerinin bulunması ve bu özelliklerin makul mahremiyet beklentisini azalttığı gerekçesi ile otomobillerin mahkeme kararı olmadan aranmasına imkan vermiştir. Araç sahibinin hapiste olması veya aracın haczedilmesi ya da araca birisi tarafından el konulması hallerinde de mahkeme iznine gerek yoktur.

Acil ve zorlayıcı durumların/koşulların olması, mahkeme kararı alınmasının yaralama riski veya ölüm ya da delillerin yok edilmesi gibi sonuçlara yol açması durumunda, mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. Örneğin bir kaza veya tutuklama sonrasında acil olarak alkol testi yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu acil olarak yapılmadığı takdirde, geçen zaman içinde kandaki alkol seviyesi düşecek ve dolayısıyla kişinin alkollü olup olmadığını, alkollü ise alkol miktarının yasal sınırları aşıp aşmadığını tespit etmek imkansız olacaktır. O nedenle, bu gibi durumlarda acil olarak mahkeme izninin alınması mümkün olmamakla, buna ihtiyaç yoktur ve dolaysıyla mahkeme izni olmadan yapılan arama yasaldır.

Şüphelinin durdurulması ve üzerinin aranması hem istisnai, hem de sınırlıdır. Bu bağlamda, polislerin soyut şüphe dışında, kişinin şüpheyi çeken özel eylemlerini de tespit etmeleri ve bunu tanımlamaları gerekmektedir. O nedenle, polis renklerinden dolayı kişilerden şüphe edemez, etse de, bu kişiler renkleri her ne olursa olsun, polis tarafından aranan ve suçu işledikten sonra suç yerinden kaçmaya çalışan kişiler olmadıkça, bu şüphe makul ve haklı bir şüphe olarak kabul edilemez.

Ne var ki, Amerikan Yüksek Mahkemesi, 2004 tarih, 124 S.Ct.2451 sayılı Hiibel v.Nevada davasında verdiği kararında, polisin makul bir neden olmasa dahi kişileri/yurttaşları durdurarak kimliklerini istemesi durumunda, kişilerin/yurttaşların bu isteği reddetme haklarının olmadığına, polisin buna yetkisi bulunduğuna ve bunun Anayasa’nın EK IV. maddesi hükmüne aykırı bulunmadığına karar vermiş ve bu kararına polisin bu talebinin reddedilmesinin tek başına şüpheli bir durum olduğu hususunu gerekçe yapmıştır.

Son zamanlarda durdurma, üst arama kimlik sorma gibi önlemlerin alanı, özellikle havaalanlarını kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bunun en önemli nedeni artan terör saldırıları ve uyuşturucu naklidir. Kaldı ki, dünyanın her tarafında bir ülkeye giriş yapan kişiler, milliyetlerine ve cinsiyetlerine bakılmaksızın güvenlik nedeniyle üst aramasına tabi tutulmakta ve hatta elbiseleri de üstlerinden çıkartılmaktadır.

Mahkemenin arama, yakalama, el koyma kararı vermesi için ortada yeterli ve inandırıcı deliller, dahası kabul edilebilir nitelikte muhtemel neden veya nedenler olması ve bu konuda karar verilmesini isteyen polisin bütün bu delilleri yargıca sunması gerekir. Muhtemel neden deyimi yoruma muhtaç bir deyimdir. Genel olarak bu deyim arama istenilen yerin bir suçla bağlantılı olması veya suç işlenmemiş olmakla birlikte bu ihtimalin bulunması anlamına gelir. Bu ihtimal şüpheden daha fazla, istenilen veya aranan kanaatten daha az bir şeydir. Muhtemel neden, bazı istisnalar dışında hemen her zaman, polisin arama, yakalama, el koymadan önce mahkemeden karar istemesini gerektiren bir durumdur.

Polisin elinde bu konuda bir mahkeme kararı olduğunda, polis kapıyı çalmak ve polis olduğunu bildirmek zorundadır. Bu zorunluluk mahremiyet hakkına dahil bulunan kapıyı çalan ve içeriye dalan polis sürprizi ile karşılaşmamak hakkı kapsamındadır. Polisin bir kişinin/yurttaşın kapısını çalmasının ve polis olduğunu bildirmesinin sınırlarıyla ilgili bir kararında, Yüksek Mahkeme, bunun neden gerekli ve zorunlu olduğunu açıklamıştır. Yüksek Mahkeme’nin bu kararına konu olayda, Les Vegas’ta polis uyuşturucu satıcısı olduğundan şüphe ettiği bir kişinin bulunduğu daireyi basmak için elinde arama kararı ile birlikte bir öğle vakti dairenin kapısına gelmiş, kapıyı çalmış, kapıyı çaldıktan sonra 15 saniye beklemiş, bu sırada duş yapmakta olan sanık sesi duyarak oturma odasına kaçmıştır. Polis kapıyı kırarak daireden içeriye girdiğinde, sanığı bornozuyla yerde oturmakta iken bulmuştur. Sanık savunmasında polisin eylemlerinin mahremiyet hakkını ihlal ettiğini ve delillerin zor kullanılarak elde edildiğini ileri sürmüştür.

Yerel mahkeme sanığın lehine karar vermiş, bu karar polis tarafından temyiz edilmiştir. Yüksek Mahkeme 2003 tarih, United States, Banks.v, 540 U.S.31 sayılı kararıyla ve oybirliği ile mevcut şartlar altında polisin kapıyı kırarak içeriye girmekte haklı olduğu, polisin kokain zilyetliği/sahipliği şüphesiyle takipte bulunduğu ve ellerinde mahkeme kararı olduğu, kapının çalınmasından sonra sanığın cevap vermekte gecikmekle delilleri gizleme hazırlığı içine girdiği, bütün bu nedenlerle ortada makul bir şüphenin mevcut bulunduğu, bu durumda mahremiyet hakkının ihlal edilmediği gerekçesiyle yerel mahkeme kararını bozmuştur.

Amerikan Yüksek Mahkemesi, makul olmayan arama ve el koymalara karşı kuralların kötüye kullanılmasının önüne geçmek için ‘exclusionary rule’ olarak isimlendirilen  “makul olmayan şekilde”, yani “yasaya aykırı yollarla elde edilen delillerin geçersizliği kuralını” benimsemiştir. Bu kurala göre ve sonuç itibariyle Amerikan Anayasası’nın EK IV.maddesi hükmü ihlal edilerek elde edilen deliller kabul edilemez ve bu deliller yargılama aşamasında sanık aleyhine kullanılamaz. Yüksek Mahkeme Mapp v.Ohio, 367 U.S.643 (1961) davasında bu tür delilleri “zehirli ağacın meyvesi” şeklinde bir benzetmeyle geçersiz saymış ve bu delillerin sanık aleyhine kullanılamayacağına karar vermiştir. Bu kural zaman içinde modifiye edilmiş, bu bağlamda mahkeme kararına dayanılarak ve iyi niyetle elde edilen ama teknik nedenlerle geçerli olmayan delillerin yargılama sürecinde kullanılabileceği şekline dönüşmüştür.

Amerikan Anayasası’nın EK V.maddesinde ‘double jeopardy/çifte yargılama’ yapılamayacağı ilkesi öngörülmüştür. Bu ilkenin kökleri Roma Hukuku’na, bu bağlamda “yöneticiler ve yargıçlar beraat etmiş olan kişinin tekrar yargılanmasına izin veremez” diyen İmparator Justinian’a kadar gider. Bu anayasal hüküm, bir kişinin mahkeme veya jüri kararıyla aklanmasından sonra, aynı suçtan dolayı ve makul şüphe iddiasıyla bile olsa bir daha yargılanmamasını sağlamaktadır.

Bu güvencenin iyi düzenlenmiş bazı istisnaları vardır ve bunlar aşağıdaki gibidir:

- Eğer jüri iki ya da daha fazla eylemin devam etmek için birbirlerinin bitmesini beklemesi ve sonuçta ikisinin de devam edememesi gibi kilitlenmiş veya askıda kalmış ise yeniden yargılama yapılır.

- Temyiz mahkemesi ilk yargılamada bazı hatalar olduğu gerekçesiyle yerel mahkeme kararının bozulmasına karar vermiş ise yeniden yargılama yapılır.

- Eğer eyalet mahkemesi suçlama hakkında beraat veya mahkumiyet kararı vermiş ve fakat aynı kişi hakkında iki eyalette ve federal mahkemede aynı eylemin hem iki eyaletin, hem de federal devletin kanunlarına aykırı olduğu yönünde karar verilmiş ise yeniden yargılama yapılır.

- Hakkında hayat boyu mahkumiyet/müebbet hapis cezası verilen bir kişinin yapılan temyiz neticesinde ölüm cezası almasına karar verilmesi gerektiğine karar verilmiş ise yeniden yargılama yapılır.

Amerikan Anayasası Latince “ex post facto” adı verilen ve Roma Hukuku’ndan gelen “kanunların geçmişe etkili olması” ilkesini hukuk/kanun dışı olarak kabul etmiştir. Buna göre, ne federal devlet, ne de eyaletler ve yerel yönetimler, yapıldığı tarih itibariyle suç olmayan bir eylemin daha sonra suç olarak kabul edilmesini öngören bir kanunu yürürlüğe koyamazlar. Yine yasama organı suç olan bir eylem için kanunda öngörülen bir cezayı daha sonra yapacağı yeni bir yasa ile artıramaz. Anayasa hem bunu, hem de tamamlanmış bir suç için daha sonra suçu işleyenin maddi yönden aleyhine olacak şekilde cezalandırılması yönünde önlemler getirilmesini yasaklamıştır.

Bu yasağın ceza hukukunda öngörülmesinin nedeni, suçların kanunu ihlal etmek için yapılan kasti eylemler olmasıdır. Buna göre bir kişi daha henüz mevcut olmayan bir yasayı ihlal edemeyeceği gibi ihlal etmek kastıyla da hareket etmez. Bütün bu nedenlerle eylemin icrasından sonra değişen kanuna göre, kişinin cezalandırılması adalet sistemi için aşikar bir şekilde haksız ve adaletsiz bir durumdur.

Bu kuralın istisnası daha sonra yürürlüğe konulan yasanın sanığın lehine olmasıdır. Buna göre eğer daha sonra yürürlüğe konulan yasa, daha önce mahkum olmuş kişinin cezasını azaltıyor ya da mahkum olduğu tarihte suç olan eylemi suç olmaktan çıkarıyor ise bu yasa değişikliği geçmişe etkilidir.

Amerikan Hukuk Sistemi’nde özel bir kişi veya özel bir grup insan için yasa çıkarılmasına “bill of attainder” denilmektedir. Amerikan Anayasası bu nitelikte yasa çıkarılmasını yasaklamıştır. İngiltere’de bir kişiyi yargılamadan hakkında idam cezasına hükmedilmesi anlamına gelen bu kavram, günümüzde Amerika’da bir kişiyi mahkum etmek amacıyla özel yasa çıkartmak anlamına gelmektedir ve o nedenle yasaklanmaktadır. Mesela, varsayalım ki yerel bir hükümet Adam Kendrick’in açık alanda sigara içmesini suç olarak kabul eden, bu fiili başkaları için suç olarak kabul etmeyen bir yasayı veya kararnameyi yürürlüğe koysa, bu yasa ve kararname ismen bir kişiyi kapsamak ve hedeflemekle, Amerikan Hukuku’na göre bir “bill of attainder”dır  ve o nedenle hükümsüzdür. Amerikan Yüksek Mahkemesi, 1965 tarihli United States v. Brown, 381, U.S. 437 sayılı kararı ile yasaklanan Komünist Partisi üyelerinin sendika çalışanı olamayacaklarına ilişkin kanun hükmünü, belirli bir grup için özel yasa çıkarma olduğu gerekçesiyle iptal etmiştir.

Amerikan Anayasası’nın EK VI.maddesi “Bütün cezai soruşturma ve kovuşturmalarda itham edilen kişi….kendisini savunmak için bir avukatın yardımına sahip olacaktır.” hükmünü içermektedir. Bu hüküm, yani bir avukatın yardımını isteme hakkı geçen yüzyıla kadar çok fazla yaygın olarak kullanılan bir hak değildi. O nedenle, bu hak uzun yıllar ağır suçlarla ve özellikle ölüm cezasına konu olan suçlarla sınırlı olarak kullanıldı. 1932’de Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Powell v.Alabama, 287 U.S.45 sayılı kararında “meslekten olmayan bir kişi, ne kadar mükemmel olsa da kendi savunmasını yeterli şekilde hazırlayacak bilgiye ve beceriye sahip değildir. O nedenle, bu konumdaki kişi her aşamada bir avukatın rehberliğine muhtaçtır…bu olmadan, o kişi masum dahi olsa, masumiyetini nasıl inşa edeceğini bilmediği için  tehlikeli kanaatlerle yüz yüze gelir.” şeklindeki gerekçesi sonrasında bu hakkın daha yaygın olarak kullanılmasının yolu açılmıştır.

Amerikan hukuk tarihine son derece dramatik bir şekilde geçen bu karara konu olay şu şekilde gelişti. 31 Mart 1931 tarihinde Alabama kırsalında seyreden bir trende, yolcu olarak yaşları 12 ile 19 arasında olan bir grup erkek siyah çocuk, içlerinde iki kızda bulunan bir grup beyaz erkek çocuk birlikte seyahat ediyorlardı. Bu çocuklar arasında çıkan kavgada bir teki hariç beyaz çocukların hepsi trenden atıldı. Trenden atılan beyaz çocuklar derhal görevlilere durumu ihbar ettiler ve bir sonraki istasyonda durdurulan trendeki bütün siyah çocuklar kızların ırzına geçtikleri iddiasıyla tutuklandı. Bu çocuklar eğitimsiz veya çok az eğitimliydi. Hepsi cahil ve Alabama’nın yerlisi değildi. Hepsi gözaltına alındı. Olayın hızla duyulması üzerine son derece öfkeli bir kalabalık toplanmaya ve gözaltına alınanları Scottsboro’da beklemeye başladı. Çocukları korumak için şerif eyalet milislerini yardıma çağırdı.

İddianamenin hazırlanmasından sonra bir hafta içinde yargılama başladı. Yargıç yerel baronun bütün avukatlarını çocukların savunmasını yapmak üzere görevlendirdi, ancak hiçbir avukat savunma görevini üstlenmedi. Çocukların aileleri Tennessee’li bir avukatla irtibat kurdu, duruşma günü gelen avukat mahkemeye yargılama için hazır olmadığını, Alabama hukukuna yabancı olduğunu ifade etti. Sonunda mahkeme yerel avukatlardan birisini ona yardımda bulunmak üzere görevlendirdi. Yargılama sonunda mahkeme 12 yaşında olan sanığın dışında kalanların hepsinin idamına karar verdi. Bu karar temyiz edildi. Alabama Yüksek Mahkemesi, Baş Yargıç Anderson’un yargılamanın adil yapılmadığı yönündeki muhalefetiyle kararı onadı.

Bu karar Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne götürüldü. Sanıkları burada komünist olan uluslararası bir örgüt savundu. Temyiz nedenleri üç temele dayanıyordu. Birincisi yargılamanın adil ve tarafsız olmadığına, kasıtlı olduğuna, ikincisi sanıkların kendilerini bir avukatla temsil etme haklarının ihlal edildiğine, bu bağlamda yargılama için hazırlanma fırsatı ve vakıaların mutat şekilde müzakeresine imkan verilmediğine ve üçüncüsü de kurala aykırı şekilde yargılamanın sanıkların kendi ırklarından olan nitelikli jüri üyeleri tarafından yapılmadığına ilişkindi.

Yüksek Mahkeme, bu temyiz nedenlerinden sadece sanıkların kendilerini bir avukatla savunma/temsil etme haklarının ihlal edildiğini ve yanı sıra savunma için sanıklara ve avukatlarına hazırlanma fırsatı verilmediğini, eyalet dışından gelen ve eyalet hukukunu tam olarak bilmeyen bir avukatın savunmasına tam olarak itibar edilemeyeceğini, avukatın tayin edilme şeklinin sanıkların hakkı olan kendi seçimleri olmadığını kabul etti ve yerel mahkeme kararını bu gerekçeyle bozdu. Mahkemenin bu bozma kararının dayanağı, Amerikan Anayasası’nın bu hususa ilişkin EK VI.maddesi hükmüydü.

Yeniden yapılan yargılamada, mahkeme sanık çocukların savunmalarının inandırıcı, kızların tanıklıklarının inandırıcı olmadığına ve sanıkların beraatlarına karar verdi. Ne var ki, yargıç bir sonraki seçimi kaybetti.

Scotsboro çocuklarının bu hikayesi bir destan olarak uzun yıllar devam etti. Hiçbirisi idam edilmedi ama hayatlarının çok uzun bir kısmı hapishanede geçti ve nihayet içlerinden hala sağ olan Clarance Norris, Vali George Wallace tarafından 1976’da affedildi.

Sanığın bir avukatın yardımını isteme hakkının sınırları 1938’den sonra federal bütün davaları kapsayacak şekilde genişledi. 1964’de Amerikan Yüksek Mahkemesi Escobedo v.Illinois, 738, U.S. davasındaki kararı ile polisin soruşturma aşamasında sanığa bu hakkının olduğunu söylememesinin ve ona bir avukatın yardımını talep etmesini sağlamamasının soruşturmayı geçersiz kıldığını vazetti. Onun için Amerikan Yüksek Mahkemesi aşağıda ayrıca değineceğimiz Miranda kararında, polisin sanığa/şüpheliye anayasal haklarını söyleme yükümlülüğü olduğuna karar vermiştir.

Sanığın kendisini bir avukatla temsil etme hakkı, sadece yargılama aşamasıyla sınırlı değildir. Bu hak ithamla birlikte başlar, polis sorgusuyla, teşhisin her aşamasıyla, hazırlık duruşmalarıyla, yargılama süreciyle ve hüküm vermeye kadar devam eder ve yanı sıra ilk temyiz aşamasını da kapsar.

Avukatın yardımını talep etmek hakkı, sadece bir avukatın sanığı temsil etmesinden ibaret değildir, bunu ve daha çok etkili bir hukuki yardımı ifade eder. Etkili hukuki yardım uzman bir avukatın yardımıdır. 1964 tarihli Criminal Justice Act/Ceza Adaleti Kanunu’ndan bu yana, federal suçlarda federal kamu avukatları ceza davalarında ücretsiz avukatlık hizmeti vermeye başladılar. Daha sonra yürürlüğe konulan benzer bir yasa ile avukat tayin etmeye ekonomik olarak gücü yetmeyenlere, avukatlık ücretleri devlet tarafından ödenen deneyimli avukatların hizmet vermeleri imkanı getirildi ve böylece adli yardım kurumunun inşası sağlandı. Daha önce mahkemeler ihtiyacı olanlara ücretsiz avukat tayin ediyorlardı. Devlet/hükümet, bu kurumun sağlıklı ve etkili şekilde hizmet vermesi için oldukça geniş bir bütçe tahsis etmektedir. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Gideon v.Wainwrihgt, 372 U.S.335 sayılı ve 1963 tarihli kararında işaret ettiği üzere, “Hükümetin/devletin ceza davalarında avukat tayin edecek gücü olmayanların avukatlık ücretini karşılaması, ceza davalarında avukatlık hizmetinin lüks değil, bir gereklilik olduğuna ilişkin yaygın kabulün ve inancın bir göstergesidir.”

Amerikan Anayasası’nın EK V.maddesi, kişinin ceza yargılamasında kendi aleyhine olacak şekilde beyanda bulunmasını yasaklamıştır. Self-incrimination olarak isimlendirilen insanın kendisini suçlamasına karşı olan hakkı veya right to remain silent/sessiz kalma hakkı Amerikan adalet sisteminin temel ilkelerinden birisidir. Kurucu babalara göre bu hak ceza davalarında ispat yükünün isnatta bulunana ait olduğuna ilişkin temel düşüncenin sonucudur. Buna göre suçlanan kişi savcının görevini yapmaya zorlanamaz. Kısaca bu ilke sanığın suçu ikrar etmemesi veya kendi aleyhine tanıklık etmemesi demektir. Elbette, bu konumdaki kişi bunu kendisi gönüllü olarak yapabilir. Sadece bu hususta zorlamada bulunulamaz.

Az yukarıda işaret ve ifade edildiği üzere, polis kişiyi gözaltına alırken veya tutuklarken, diğer haklarının yanı sıra konuşmamak, yani sessiz kalmak ve bir avukat yardımını talep etmek hakkı olduğu hususunda da şüpheliyi bilgilendirmek zorundadır. 1966 tarihli 384 U.S. 437 sayılı Miranda v.Arizona davasından bu yana polis veya diğer güvenlik görevlileri rutin olarak şüphelilere/sanıklara haklarını hatırlatmaktadır. Bu Amerikan Hukuku’nda Miranda Kuralları olarak ifade edilmektedir. Bu kurala göre, yani mirandizing, yani gözaltına alınmakta veya tutuklanmakta olan sanığa veya şüpheliye haklarının hatırlatılması zorunludur.  Miranda Kuralı olarak isimlendirilmesinin nedeni, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin yukarıda sözünü ettiğimiz 1966 tarihli Miranda v.Arizona kararı nedeni iledir. Bu karar sonrasında polis sorguya çekmeden önce sanığa/şüpheliye; “konuşmamak hakkı olduğunu, söyleyeceği her şeyin aleyhine kullanılacağını, bir avukatın yardımını talep etmek hakkı bulunduğunu, avukat tayin edecek ekonomik gücü yok ise, kendisine devletin/hükümetin ücretsiz olarak bir avukat görevlendirilebileceğini, sorgulamanın herhangi bir aşamasında buna son verebileceğini ve böylece sorgulamanın sona ereceğini bildirmek” zorundadır.

Ne var ki, sanığın/şüphelinin konuşmamak/susmak hakkı mutlak değildir ve bunun bazı istisnaları da vardır. Bu bağlamda, sanık, yargılama sürecinde aleyhine kullanılabilecek olan bazı fiziki delillerin elde edilmesine zorlanabilir. İkinci bir istisna, bağışıklık/dokunulmazlık altında bulunan kişinin tanıklık etmeye zorlanmasıdır.

Bağışıklık ikiye ayrılır. Birincisi, bunu kullanılmasına yöneliktir. Buna göre, eğer bir sanığa/şüpheliye sorgusu sırasında, sorgulamayı yapanlar tarafından söyleyeceği hiçbir şeyin ileride yargılama aşamasında aleyhinde kullanılmayacağı sözü verilmiş ise, savcı mahkeme huzurundaki sorgu aşamasında sanığın söylediklerini sanığın aleyhine kullanamaz. İkinci bağışıklık türü transactional immunity/işlemsel bağışıklıktır. Bu bağışıklık sanıklar tarafından daha çok tercih edilen bir bağışıklık türüdür. Bu bağışıklıkta sanık gerçeği ifade ettiği takdirde, işlediği suçtan dolayı ebediyen kovuşturulmaktan ve hapse gönderilmekten muaf tutulmaktadır.

Bir diğer temel hak Amerikan Anayasası’nın EK VIII.maddesi ile sağlanan ve “makul kefalet hakkı” olarak isimlendirilen haktır. Bu hakka göre mahkemelerce ağır miktarda kefalete hükmedilemez. Sanıklar yargılama devam ederken, herhangi bir sınırlama olmaksızın kefalet karşılığında serbest kalma hakkına sahiptir. Bu uygulama birkaç amaca hizmet etmektedir. Bunlardan birincisi, bu uygulamanın yargılama makamını davayı sonuçlandırmak hususunda teşvik etmesidir. Eğer sanıklar derdest olan bir davada belirsiz bir süreyle hapishanede tutulacaklarsa, kefaletle serbest bırakılmaları davanın sonuçlandırılması hususunda az da olsa bir hızlandırmayı özendirecektir. İkincisi, kefalet hakkı sanığın savunmasıyla ilgili olarak, hapishanede olması durumunda yapması zor olan bazı şeyleri tam olarak ve kendi iştirakiyle yapmasını sağlayacaktır.

Kefaletin miktarı sanığın yargılamaya gelmesini güvence altına alacak ve kaçmasını önleyecek miktarda olmalıdır. Ağır suçlarda, sanığın tanıkları tehdit etmesi ihtimalinin bulunduğu ve yine kamu düzeninin/güvenliğinin tehlikeye düşmesinin söz konusu olduğu durumlarda kefaletle tahliye yolu kapalıdır. Yine kefaletle serbest bırakmadan önce duruşma yapılmasına ihtiyaç varsa, duruşma yapılmadan ve savcılık makamının sanığın tahliyesinin kamu güvenliğini tehlikeye sokacağını inandırıcı kanıtlarla ortaya koyması durumunda kefaletle de olsa tahliyeye karar verilmez.

Amerikan Hukuk Sistemi’nde, gerek anayasa, gerekse Haklar Bildirgesi ile kişisel mahremiyet ve kutsallık bağlamında sağlanmış bazı imtiyazlar/bağışıklıklar vardır. Bunlar daha önce içeriğine değinilen konut ve sahip olunan başkaca şeylere yönelik olanların dışında avukatlara, eşlere ve başkaca kişilere sağlanan imtiyazlardır.

Bu imtiyazlar kapsamında olan avukat-müvekkil arasındaki görüşmelerin mahremiyeti ilkesinin tarihi çok eskidir.  Bu imtiyaz avukatla müvekkili arasındaki görüşmelerin açık, dürüst, samimi ve tam olmasını cesaretlendirmek ve bunu teşvik etmek amacına yöneliktir. Bu görüşmenin güvence altında olmaması ve avukatın güvenilir bir kişi olarak kabul edilmemesi durumunda, savunma görevi tam olarak ifa edilemeyeceği gibi son derece güç koşullar altında yapılabilir. Bu imtiyaz, hem avukata ve hem de onun emrinde çalışan diğer görevlilere tanınan bir imtiyazdır. Bu imtiyazın söz konusu olması ve uygulanabilmesi için sanıkla avukat arasında bir anlaşmanın olması ve bu anlaşmanın sanık tarafından avukata kendisini temsil etmek üzere verilmiş bir yetkiye dayanması gerekir. Eğer böyle bir anlaşma ve yetkilendirme yok ise, imtiyaz da yok demektir. Avukatlar ve yanında çalışanlar, bağlı oldukları eyalet barosunun avukat müvekkil ilişkisiyle ilgili olarak tespit ettiği rehber ilkelere uymak ve yine avukat, müvekkilinin ettiği yemine aykırı olarak yalan söylediğinin ortaya çıkması durumunda, vekalet/temsil görevinden çekilmek zorundadır.

Avukat müvekkil ilişkisi avukatın suça iştirak ettiği anlamına gelmez ve bu noktaya doğru genişletilemez. Örneğin, avukat suçun işlendiği silahı muhafaza ettiği ve ona güvenilerek onun muhafazasına ve dikkatine sunulan kayıtları yok ettiği için suçlanamaz. Avukat müvekkil imtiyazı, sanığın vereceği ifadenin avukatı tarafından sanığa ezberlettirilen notları ve yine avukat tarafından tavsiye edilen hareket tarzını korumaz. Buna karşın, avukatın dava/savunma stratejisine ilişkin olarak hazırladığı ve yargılama aşamasında kullanılmak üzere ürettiği materyaller, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 1947 tarihli, Hickman v. Taylor, 329 U.S. 495 kararı ve yine Federal Sivil Usul/Muhakeme Kanunu’nun 26.maddesi hükmüne göre bu imtiyaz kapsamındadır.

Ceza yargılamasında sanıklar için kabul edilen bir diğer imtiyaz evli çiftler/eşler içindir. Bu imtiyaz karı koca arasındaki konuşma ve görüşmeleri kapsar ve karı kocanın birbirleri aleyhine tanıklık etmeye zorlanmasının evlilik bağını ve kurumunu yıpratması, eşler arasında güven bunalımı doğuracağı endişesine dayanır ve buna izin ve imkan vermemeyi amaçlar. Diğer imtiyazların istisnaları olmasına karşın, bu kuralın herhangi bir sınırı ve istisnası yoktur, yani bu imtiyaz mutlaktır.

Diğer başka haklar gibi common law/ortak hukuk tarafından tanınan karı kocaya tanınan bu imtiyazın tarihi oldukça eskidir ve orta çağ toplumundan kaynaklanır. Zaman içinde gelişen bu imtiyazı haklılaştıran iki olgu vardır. Bunlardan birincisi, elbette sanığın/şüphelinin kendi aleyhine sonuç doğuracak ve delil oluşturacak şekilde beyanda bulunmamasıdır. İkincisi ise, karı kocanın her ikisinin de ayrı hukuki varlık olarak kabul edilmemesi tek bir varlık olarak kabul edilmesidir.

Uzun yıllar boyunca devam eden bu imtiyaz Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 1980 tarihli Trammmel v. 445 U.S. 40 sayılı kararı ile değişmiştir. Bu karara konu maddi vakıada Elizabeth Trammel eroin satın aldığı Tayland’dan ABD’ne gitmek üzere uçağa binmiş, Hawai’deki rutin gümrük işlemleri sırasında yapılan aramada üzerinde birkaç ons eroinle yakalanmıştır. Uyuşturucu Dairesi ile yaptığı anlaşma gereğince kocasının aleyhinde tanıklık etmek koşuluyla suçtan bağışıklık elde etmiştir. Yargılama aşamasında bu ifadesinin evlilik imtiyazının ihlali olduğunu ve o nedenle geçerli olmadığını savunmuştur. Yüksek Mahkeme bu savunmaya itibar etmemiş ve gönüllü olarak kocasının aleyhine tanıklık eden eşin bunu yapmasının evlilik imtiyazının ihlali olmadığına karar vermiştir. Yüksek Mahkeme’ye göre bu hak, diğer eş aleyhine tanıklık etmeyen eşe aittir. Bu kararın gerekçesinde, Yüksek Mahkeme, “Kadınların artık kocalarının uzantısı olmadığını, birey olan insanlar olduğunu” ifade etmiştir. Belki de bu, eşlerin kendilerini ve eşlerini korumak için bireysel olarak karar verebilecekleri ve bu amaçla savcılık makamı ile anlaşma yapabilecekleri anlamındadır. İlave etmek gerekir ki, eyalet ve yerel yargı yetkisi bağlamında bu kuralın çoklu değişkenleri vardır. Örneğin, Pennysylvania, adam öldürme, ırza geçme ve rıza olmaksızın cinsel ilişkiye girme suçlarına konu davalarda eşlerin imtiyazı ilkesini kabul etmemektedir.

Ortak Hukuk’ta rahip-tövbekar ilişkisi imtiyaz kapsamında kabul edilmekteydi. Bundan kasıt günah çıkarma sırasında yapılan mahrem açıklamaların gizli kalmasını ve korunmasını sağlamaktı. Bu imtiyaz birkaç Yüksek Mahkeme kararında geçmiş olmakla birlikte, Yüksek Mahkeme bugüne kadar bu ilginin devam ettiğini gösteren bir sorunla yüzleşmemiştir. Mahkemeye bir rahibin veya dini bir başka figürün tanık olarak sorguya çekilmek üzere çağrılması bir karşı koymayla/muhalefetle karşılaşabilir. Bu husus ceza kovuşturmalarında Katolik rahiplerin kendi bölgelerinde erkek çocuklara yönelik cinsel istismar suçlamasına maruz kalmaları sonucunu doğurabilir.

Yüksek Mahkeme bir diğer imtiyazı hasta-doktor, hasta-psikoterapist ilişkisinde tanımıştır. Yüksek Mahkemeye göre hasta ile psikoterapist arasındaki konuşmalar güvene dayanmakla ve güvenin korunması hakkı kapsamında olmakla korunması ve gizli kalması gereken konuşmalardır. Amerikan Yüksek Mahkemesi bir tazminat davasının yargılama aşamasında verdiği 1996 tarihli ve Jaffee v.Redmond, 516 U.S. 1091 sayılı kararında “Psikoterapistlerin zihinsel ve duygusal sorunlarından dolayı acı çeken insanların acılarını azaltmalarına ve onların tedavi olmalarına yardımcı olmaktadırlar. Onların imtiyazı kamu çıkarlarına hizmet etmektedir. Yurttaşların zihinsel sağlığı fiziksel sağlıklarından daha az önemli değildir ve bu üstün önemde bir kamu iyiliğidir.” gerekçesi ile psikoterapist imtiyazını korumuş ve ilgili psikoterapistin tanıklığına izin vermemiştir.

Kendi aleyhine konuşmama hakkı, fiziksel kanıtlara başvurulmasını kapsamaz. Buna göre polis, makul olmadığı için kullanılmasına izin verilmeyen metotların dışında kalan hususlarda, şüpheliyi fiziksel delillerin elde edilmesine tabi tutabilir. Mesela sanıklar/şüpheliler bir kazak giyerek veya eldiven takarak yargılanabilirler. Ancak delil elde etmek amacıyla sanık/şüpheli hastaneye götürülmek ve midesi pompalanmak suretiyle kusturulamaz.  Sanıklar polis istasyonuna götürülerek bir sıra halinde ayakta tutulabilir. Teşhis amacına yönelik olan bu uygulama kendi aleyhine konuşmama/delil yaratmama kapsamında değildir. Yine sanıklar parmak izi vermeye, fotoğraflanmaya, ölçü alınmaya, yazı yazmaya, ses kaydı yapılmasına, nefes alma, kan ve DNA testine tabi tutulabilirler ve bütün bunlardan elde edilen sonuçlar kanıt olarak mahkemeye sunulabilir.

Sanık/şüpheli kişilerin duruşmaların kamuya açık olarak yapılmasına ve yargılamanın hızlı şekilde yapılmasına ve ivedi olarak karar verilmesine ilişkin hakları vardır ve bu haklar Amerikan Anayasası’nın EK VI.maddesiyle teminat altındadır. Anayasal bu teminat dışında 1974 tarihli Speedy Trial Act/Hızlı Yargılama Yasası, sanıkların çok hızlı şekilde mahkemeye götürülmeleri için sıkı zaman sınırları öngörmektedir. Aynı yasa uzama talepleri ve diğer talik nedenleri konusunda bir mekanizma tesis etmiştir. Her eyaletin, suçların niteliğine göre yargılamaların gereğinden fazla uzaması durumunda davaların düşürülmesi için zamanaşımı düzenlemeleri mevcuttur. Bu süreler küçük suçlar için birkaç yıldan ibaret olacak şekilde sıralanmış ve fakat adam öldürme suçları için süresiz olarak öngörülmüştür.

Sanıkların jüri tarafından yargılanma hakları Anayasayla teminat altında olan bir haktır. İngiliz Hukuk Sistemi’nden, yani common law’dan/ortak hukuktan gelen ve 1215 yılında Magna Carta ile kabul edilen bu hak, ilk önce Amerikan Anayasası’nın “Impeachment suçu hariç, diğer bütün suçların yargılaması, suçun işlendiği yerde ve jüri tarafından yapılacaktır.”  şeklindeki 3.maddesinin, 2.bölümü ile tanınmış, daha sonra aynı hakla ilgili olarak EK VI.maddede yukarıda belirtilen madde hükmüne benzer şekilde düzenleme yapılmıştır. Bu bağlamda işaret etmek gerekir ki, ‘impeachment’ suçunun Türkçe’de tam bir karşılığı yoktur. Bu suç ABD Başkanları ve yüksek düzeydeki diğer kamu görevlilerinin vatana ihanet, rüşvet gibi ağır suçları veya görevi kötüye kullanma gibi daha hafif suçları işlemeleri anlamındadır. Bu suçlarda yargılama yapma görevi ve yetkisi Amerikan Senatosu’na aittir. Bu suçtan mahkum olan ABD Başkanı’nın veya kamu görevlisinin bu görevleri sona erer.

Her yıl Amerika’da ve bütün ülke genelinde milyonlarca yurttaşa jüri üyesi olmaları için çağrıda bulunulur. Bu çağrı sonrasında ve kısa bir süre içinde kadınlı erkekli 12 kişiden oluşan jüri kurulları oluşturulmaktadır.

Federal devlet/hükümet, ceza davalarının jürinin huzuruyla görülmesine imkan verdiği gibi her eyalet anayasası da bu hususla ilgili güvenceleri içermektedir. Ancak ABD’de her dava jürinin huzuruyla görülmemektedir. Bu bağlamda, 6 ay ve 6 ayı aşmayan cezaları gerektiren küçük suçların ve kabahatlerin yargılaması tek yargıçla veya bölge yargıcı ya da sulh mahkemeleri tarafından yapılmaktadır.

Amerika Birleşik Devletler jüri sisteminde, birisi grand/büyük, diğeri petit/küçük olmak üzere iki tür jüri vardır. Büyük jüri, savcının kişinin suçlu olduğu iddiasıyla getirdiği delillerin yeterli olup olmadığına karar vermek üzere seçilmiş olan ve genellikle 23 kişilik bir grup insandan oluşan jüridir. Büyük jüri delilleri dinleyip inceler ve sonrasında sanığın/şüphelinin yargılanıp yargılanmamasına izin ve karar verir.

Jürinin bu kararı vermesinde esas aldığı kriterlerin başında reasonable doubt, yani makul şüphe kriteri gelir. Eğer bu kriterin varlığını hiçbir şüpheye yer bırakmadan ortaya koyan yeterli ve inandırıcı kanıt varsa jüri sanığın yargılanmasına karar verir. Jürinin etraflıca düşünmeye ve tartışmaya başlamasından önce mahkeme makul şüpheyi jüriye tanımlar. Makul şüphe en iyi ne olmadığı hususu açıklanarak tanımlanır. Buna göre makul şüphe hiçbir şüphenin olmaması demektir. Eğer davada sanığın suç olan eylemi yaptığı hususunda birkaç ihtimal var ise, makul şüphe var demektir. Makul şüphe sanığın suçu işlemediği ihtimali ile işlediği ihtimali arasında olan bir yerdedir. Bir başka ifade ile makul şüphe kamu vicdanına dayanan adil şüphedir.

Ağır suçlarda jürinin sanığın yargılanmasına izin ve karar vermesi durumunda iddia makamı federal savcılardan oluşur. Bazı eyaletler yargılama izni ve kararı vermek için kendi büyük jürilerini kendileri oluşturmaktadır. Diğer bazı eyaletler, büyük jüri kullanmamakta ve bunun yerine kendi bölge savcılarını veya başsavcıyı görevlendirmektedir.

Eğer büyük jüri itham edilen kişinin suçu işlediğine ilişkin makul bir neden bulursa, o kişi suçlu olarak itham edilir ve yargılanır. Makul neden, jürinin ileri sürülen olguları gerçek olarak kabul etmesidir. Zira Amerikan Anayasası’nın EK V.maddesi, ciddi federal bir suçla itham edilen kişinin, büyük jüri tarafından yetkilendirilmiş bir savcının o kişiyi itham etmediği takdirde yargılanamayacağı hususunda güvence içermektedir.

Amerikan Anayasası ve ceza mevzuatı yargılama yetkisinin suçun işlendiği yer mahkemesi olduğunu ve yine jüri üyelerinin suçun işlendiği yerden ve o yerde oturan kişiler arasından seçilmesini amirdir ve mahkeme teşkilatı bulunan her yerde seçilmiş jüri üyelerinden oluşturulmuş jüri havuzu, içlerinden jüri üyesi seçilecek bir heyet vardır. Jüri üyeleri bu havuzdan veya heyetten seçilirler. O nedenle Kentucky’li birisi Arizona’dan seçilmiş jüri üyelerinin huzuruyla yargılanamaz. Eyalet düzeyindeki jüri üyelerinin oluşturulmasıyla ilgili olarak her eyaletin kendi düzenlemesi vardır. Genellikle bu üyeler seçmen kayıt listelerinden, vergi kayıtlarından, sürücü ehliyetlerine ilişkin kayıtlardan seçilirler. Federal jüri üyelerinin seçimi ve bunların hizmet verme şekilleri 1868 tarihli federal düzeydeki yasaya göre yapılır.

Küçük jüri, yargılama jürisidir. Küçük olarak isimlendirilmesinin nedeni genellikle 12 veya daha az kişiden oluşmasından dolayıdır. Bir ceza davasında küçük jüri, suçlanan kişinin suçlu olduğu hususunda kabul edilebilir bir şüphenin/makul bir şüphenin olup olmadığına göre, o kişinin suçlu veya suçsuz olduğuna karar verir.

Jüri üyeleri iş nedeniyle, kişisel ya da başkaca nedenlerle görevi kabul etmeyebilir. Mazeretin kabulü hususunda mahkemelerce itibar edilen nedenlere sağlık, iş gezileri, küçük yaştaki çocuklara bakma görevi, çiftçiler için mevsiminde tohum ekme veya hasat yapma, doktorluk gibi uzun süreli ve düzensiz çalışmayı gerektiren mesleklere sahip olma gibi nedenler dahildir. Mazeretin kabulü yargıcın takdirine bağlıdır. Yargıçlar özellikle son zamanlarda mazeretlerin kabulü hususunda daha az hoşgörülü davranmaktadırlar.

Federal suçların yargılamasında jürinin oybirliğiyle karar vermesi gerekir. Yani 12 jüri üyesinin de makul bir şüphenin varlığı ve sanığın suçlu olduğu hususunda birleşmiş olmaları zorunludur. Eyalet jüri üyelerinin sayısı altıdan fazla değildir ve bunların kararlarında oybirliği aranmaz. Ancak Amerikan Yüksek Mahkemesi 1979 tarih, Burch v.Louisiana, 441 U.S.130 sayılı kararında 6 üyeli jürilerin de oybirliği ile karar vermeleri gerektiğini içtihat etmiştir. Bu karar sonrasında pek çok eyalet jüri kararlarında oybirliği gerektiğini kabul etmiştir. Oybirliği ile beraat ya da suçlu kararına varamayan jüriye, ortak bir karara varamayan ya da askıda olan anlamına gelen hung jury denilmektedir. Bu durumda sanık yeni oluşturulacak bir jüri tarafından yeniden yargılanır. Bu bağlamda işaret etmek gerekir ki, Amerikan Yüksek Mahkemesi 12 üyeden oluşmaktadır ve bunlardan sadece 9’unun beraat veya mahkumiyet kararı vermeleri yeterlidir.

Yargıçlarla jürinin görevi, sorumluluğu ve rolü farklıdır. Yargıç kanunu yorumlamak ve uygulamakla görevlidir. Buna göre verilecek cezayı yargıç tayin ve tertip eder. Jürinin görevi davadaki olguları dikkate almak ve değerlendirmek suretiyle sanığın suçlu veya masum olduğuna karar vermekten ibarettir.

Yargılamanın her zaman jüri tarafından yapılması gerekmeyebilir. Bu bağlamda savunma tarafı suçlamaya konu maddi olguların jüriyi öfkelendireceğinden korkabilir. Özellikle çocukların cinsel yönden istismarı davalarında savunmanın bu endişeyi duyması doğaldır. Savunma bu gibi durumlarda yargılamanın doğrudan yargıç tarafından yapılmasını tercih edebilir. Bu durumda, jürinin görevini yargıç üstlenir, delilleri ve olguları yargıç değerlendirir ve kararını buna göre verir. Yargıç tarafından görülen davalar, sanığın savcıyla pazarlık yaptığı davalardan farklı olarak yüksek mahkeme nezdinde temyiz edilebilir.

(DEVAMI BİR SONRAKİ YAZIDA)