Sana sözlerimi bırakıyorum,

Sevdiğim şarkıları da ‘kal gitme bu akşam’la başlayan.

Seni, sana bırakıyorum

Yerini ve yerimi değiştiriyorum;

Dilediğin öyküyü yaz

Ben gittikten sonra 

Adımı, sanımı, onurumu, soyumu, sopumu, yurdumu, şifrelerimi ve kodlarımı bırakıyorum;

Ve bin yıllık seceremi de.

Dilediğin senaryoyu yaz

Ben gittikten sonra

Unutma, her şiirin vardır bir sırrı

Aytunç Altındal

(1)

Değerli gazeteci Mehmet Gündem, eğitimci ve dershaneci Rüstem Eyüboğlu ile ilgili olarak 24 Kasım 2013 tarihli Milliyet Gazetesi’nin Pazar ilavesinde yazdığı yazıda şöyle diyor: ‘Merdiven varsa çıkacaksın…  Aslında yürümek isteyen ve iradesi olan için merdiven hep vardır. Önemli olan merdiveni nereye koyduğun. Hem bakma öyle çıplak ayaklarına. Gözlerinde ışık var mı ona bak ve gör … hikayeyi…

Merdiven vardı, ben de çıktım. Avukatlığa başladığım gün merdiveni yukarıya, en yukarıya çıkmak için koymuştum. Daha o ilk günden itibaren gözlerimde hep bir ışık vardı. O ışığa baktım ve hikayeyi gördüm. Bu benim hikayemdi. Ben yazacaktım o hikayeyi. O hikayeyi yazmak için yürüdüm. Kimi zaman çıplak ayaklarla, kimi zaman ayakkabılarımla. Dikenler battı, çiviler battı ayaklarıma. Bazen ayakkabılarım sıktı ayaklarımı. Bazen tekme yedim, bazen çelme. Zaman zaman sendeledim. Gün geldi fikirlerimden dolayı itelendim, ötelendim, engellendim. Ama yılmadım, umutsuzluğa kapılmadım ve asla pes etmedim. Çünkü pes etmemeyi; ‘Gelin dostlarım / Henüz vakit çok geç değil / Yeni bir dünya arayalım / Bunun için günbatımına dek uzanalım / Gücümüz yetmese de / Yeri göğü sarsmaya / Yine de sahibiz gerekli cesarete ve isteğe / Zaman ve kader bizi zayıflatsa da / İrademiz yeterlidir / Çabalamaya, aramaya, bulmaya / Ve asla pes etmemeye’ diyen Tennyson’un ‘Ulyses’ isimli şiirinden öğrenmiştim. Hem de çok erken yaşta!

Öğrenmekle geçen, bir gelecek inşa etmek çabası ile geçen, hukukla, dava dosyalarıyla geçen, baroculukla, kendime emek vermekle geçen, bütün bunları yaparken yaşamın kimi güzelliklerini ıskalamakla geçen 35 yıllık meslek yaşamımın ardından, bir avukatın mesleğinde gelebileceği en yüksek yere, Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na gelmiştim.

Frank Sinatra’nın o güzel şarkısında söylediği gibi ‘I did it my way’ diyerek, yani kendi yolumu kendim yaparak gelmiştim bulunduğum yere. Bu yere gelmek için yürüdüğüm yolda, arkamda, yanımda veya önümde ne bir siyasi parti, ne bir dernek, ne de yazılı veya görsel basının hiçbir desteği olmamıştı. Geldiğim bu yer, meslek yaşamımda ulaşabileceğim en yüksek, en kariyerli yerdi. Benim için, ailem için çok büyük bir onurdu. Çocuklarıma bırakacağım en değerli mirastı.

(2)

Her merhaba yeni bir vedanın başlangıdır’ diyor Buddha. Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na seçilmem, Türkiye Barolar Birliği’ne ‘merhaba’ demem, Ankara Barosu Başkanlığı’na ise ‘veda’ etmemi gerektiriyordu. O nedenle Türkiye Barolar Birliği seçimlerinden hemen sonra bir ‘veda’, bir de ‘merhaba’ mesajı yayınladım. Veda ettiklerime de, merhaba dediklerime de teşekkürlerimi sundum.

Ankara Barosu avukatları ve çalışanları için yazdığım veda mesajıma, Mevlana’nın büyük eseri Mesnevi’ye başlarken yazdığı ‘Dinle, bu ney neler hikâyet eder, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder’ diye başladım, Leo Buscaglia’dan hem ödünç, hem de ilham alarak şunları yazdım; ‘Mevlana’nın sözleriyle başladım, çünkü bu benim size son seslenişim. Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na seçilmem nedeniyle bugün Ankara Barosu Başkanlığı’na veda ediyorum. Ankara Barosu Başkanlığından ayrıldığım bugün, görevimi hakkıyla yapmış olmanın, size, sizin verdiğiniz desteğe layık olmanın iç huzurunu ve mutluluğunu yaşıyorum. Bana güvenenlere, bana destek olanlara, verdikleri destek ve gösterdikleri güvenle beni ve birlikte görev yaptığım arkadaşlarımı başarıya taşıyan siz sevgili meslektaşlarıma en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Başta Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarım olmak üzere, diğer kurullarda birlikte görev yaptığım meslektaşlarıma, Baro Başkanı olduğum günden Birlik Başkanlığı’na seçildiğim güne kadar verdikleri emek ve unutulmaz destekleri için, mesleğimize, Baromuza kattıkları değerler için teşekkür ediyor, şükranlarımı sunuyorum. Baro Başkanı olarak göreve başladığım tarihten ayrıldığım tarihe kadar olan süre içinde, aklım, elim, kolum, ayağım olan, beni başarılı kılan, beni taşıyan, bana omuz veren Ankara Barosu’nun değerli ve özverili çalışanlarına teşekkür ediyorum. Riske girmemi, başarısız olduğum zamanlarda  dahi yoluma devam etmemi sağlayan, beni destekleyen, bana tahammül eden eşime ve çocuklarıma teşekkür ediyorum.  Bana emek veren, fırsat veren, beni okutan, iş, aş, mülk sahibi yapan ülkeme, ülkemin insanlarına teşekkür ediyor, iyilikler, güzellikler diliyorum. Her biri bir diğerinden farklı ve değerli olan, benimle aynı görüşte olan veya olmayan, büyümeme yardımcı olan, beni destekleyen, bana mücadele gücü ve isteği veren, farklı görüşleri öğrenmeme, değişik açıları görmeme olanak sağlayan karşıt görüşteki meslektaşlarıma, bana en muhalif olanlara teşekkür ediyorum. Farkında olmadan yanımda bulduğum, bana yalnız olmadığımı anlatan, kendimi hatırlatan, ideallerimi, sevinçlerimi, üzüntülerimi paylaşan, beni dinleyen, beni seven, beni anlayan, beni önemseyen, bana huzur veren, nasihat veren, omuz veren arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Olmaz olan şeyleri olur hale getiren, umudu canlı tutan, yaşama gülerek bakmamı sağlayan iyimserlere, beni dengede tutan pragmatistlere, bana iyiliğin ne olduğunu öğreten kötülere, hayallerimi canlı tutan romantiklere teşekkür ediyorum. Saygılarımla.

Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na seçilmem nedeniyle tüm delegelere gönderdiğim ve ayrıca Türkiye Barolar Birliği’nin WEB sayfasına da koyduğum 16 Haziran 2010 tarihli yazıda duygu ve düşüncelerimi şu şekilde ifade ettim; ‘Demokrasi, yarışmaya, yani halkın tercihine dayanmakla,  farklı düşünce ve inançları kurucu unsur olarak kabullenmeyi, yani siyasi çoğulculuğu, fikirlerin birbirleriyle serbestçe rekabet etmesini, her türlü siyasi düşünce ve felsefenin kendisini özgürce ifade etmesini ve örgütlemesini, siyasi eşitliğe dayanarak gerçekleştirilen düzenli seçimleri gerektirir. Bütün bunlar, halkı yönetime ortak etmenin, diğer bir deyişle halkı yetkilendirmenin yolları ve araçlarıdır. Türkiye Barolar Birliği’nin 12-13 Haziran 2013 tarihlerinde yapılan 30. Olağan Genel Kurulu sonucu ortaya çıkan irade, sizin Türkiye Barolar Birliği yönetimine ortak olmanızın, bizzat kendinizi yetkilendirmenizin demokratik yolu ve aracıdır. O nedenle yapılan seçimlerin bir tek galibi vardır, o da Türkiye Barolarıdır, Türkiye Barolar Birliği’dir. Seçimi geride bırakmış olmakla, artık geleceğe bakmamız, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada el ele vermemiz, bilgiyi, aklı, siyaset ahlakının temel ilkelerini, hukuku, hukukun üstünlüğünü rehber alarak, Birlik olma iradesini, yani sevgiyi, saygıyı ve dayanışma ruhunu öne çıkararak, sabır, cesaret ve kararlılık içinde, ama çok çalışarak Birliğimizi, Barolarımızı ve Mesleğimizi yüksek değer yaratan bir konuma getirmemiz gerekir. Bütün bunları hep birlikte yapacağımıza olan inancımla, bana verdiğiniz destek için teşekkür eder, sevgi ve saygılar sunarım.

(3)

Seçilmemin ve mazbatamı almamın hemen ardından bir ilki, bu nitelikteki kurumların, kuruluşların başına gelen hiç kimsenin o güne kadar ve o günden sonra yapmadığı bir ilki yaptım. 3628 Sayılı Kanunun İkinci, Mal Bildiriminde Bulunulması Hakkında Yönetmeliğin Sekizinci maddesi hükümlerine göre vermek zorunda olduğum ve verdiğim Mal Bildiriminin bir örneğini Türkiye Barolar Birliği WEB sayfasına koymak suretiyle kamuoyuna açıkladım.

Fiilen ve hukuken görevime başladığım 16 Haziran 2010 günü düzenlediğim basın toplantısında şunları söyledim; ‘…çağdaş ve kurumsal yönetimin öncelikleri adil olmak, sorumlu davranmak, şeffaflık ve hesap verebilirliktir. Bu ilkeleri uygulamak yöneticileri ve kurumlarını demokrat, denetlenebilir ve güvenilir kılar. Görev yapacağım süre içinde, beni seçen meslektaşlarıma her zaman hesap vermeye hazır olacağım. Bunun ilk göstergesi olarak mal bildirimimi Birliğimizin WEB sayfasına koymak suretiyle meslektaşlarıma ve kamuoyuna açıkladım…

(4)

17-20 Haziran 2010 tarihleri arasında Selanik Barosu’nun ev sahipliğinde gerçekleştirilen ‘Balkan Baroları Konferansı’na katıldım. Benim Ankara Barosu Başkanı olduğum tarihte yapılan davet üzerine katıldığım bu konferansta yaptığım konuşmada şunları söyledim; ‘…Hukuku egemenin iradesi, egemeni de, çoğunluğu elinde bulunduran siyasi iktidar olarak kabul eden Austine’in emir kuramının yaşanmış en trajik örneği, Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi sonrasında yaşananlardır. Seçilmişlerin atanmışlara üstünlükleri ilkesi üzerine kurulu olan klasik demokrasi anlayışının aksine, günümüzde egemen olan anayasal demokrasilerde, başta yasama, yürütme ve yargı olmak üzere, anayasal ve kamusal yetki kullanan her organ, kendisine verilmiş olan yetkiyi, başta anayasa olmak üzere yasalara, hukukun üstün ve evrensel kurallarına bağlı olarak kullanabilir. Her türlü güç/iktidar kötüye kullanılabilir. Kullanılmıştır da. Ama dünya siyasi tarihi bize göstermiştir ki, en çok kötüye kullanılan iktidar yürütme iktidarıdır. Zira yürütme gücü sübjektif olmakla, hemen her yerde ve bütün zamanlarda keyfi kullanılmış, birey hak ve özgürlükleri konusunda en büyük tehdit ve tehlike olmuştur. Bizim anayasal sistemimizde olduğu gibi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin özgün biçiminin değil de, onun yumuşatılmış, sulandırılmış biçimi olan kuvvetlerin işbirliği ilkesinin uygulandığı ülkelerde, yasama çoğunluğunu elinde bulunduran yürütme erkinin, yasama organına da hükmettiği düşünüldüğünde, mevcut kuvvetler içinde denetleme ve dengeleme işlevini yerine getirecek, bu bağlamda birey hak ve özgürlüklerini/insan haklarını güvence altına alacak, yasama ve yürütme erkini denetleyip dengeleyecek olan güç yargı gücüdür. O nedenle yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekir. Bağımsızlık yargı için bir ayrıcalık değil, yargının tarafsızlığını sağlamanın asgari koşuludur. Burada sakınılması gereken husus ile kurulması gereken denge, bir başka tehlike olan yargı gücünün ‘judiocracy’e, yani ‘yargıçlar yönetimine’ dönüşmemesini ve yargının kendi sınırları içinde kalmasını sağlayacak bir sistemin kurulmasıdır. Devletin kurallarla, yani hukukla yönetilmesinin, hukuk güvenliğinin sağlanmasının ilk koşulu ve hatta vazgeçilmez koşulu yargının bağımsız ve yargıcın tarafsız olmasıdır. Yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının önemli dört koşulu vardır. Bunlardan ilki, yargının yasama organına karşı bağımsızlığıdır. İkincisi, yargının yürütme organına karşı bağımsızlığıdır. Üçüncüsü, yargının devlete karşı bağımsızlığıdır. Yani yargının kendisini devletin hamisi, vasisi olarak görmemesi, kendisini devletin çıkarlarını korumakla görevli saymamasıdır. Dördüncüsü, yargının kendi vicdanındaki, karakterindeki  bağımsızlıktır. Bu aynı zamanda yargıç tarafsızlığı anlamında yargının veya yargıcın ideolojik yönden bağımsız olması demektir. Bu koşullardan herhangi birisinin eksik veya işlemez olması durumunda, yargı bağımsızlığından ve yargıç tarafsızlığından söz etmek mümkün değildir…

Konuşmamın daha sonraki bölümlerinde hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerinde durdum, yargı bağımsızlığının Türkiye’deki durumunu anlattım. Sözlerime şunları söyleyerek son verdim; ‘Yirminci yüzyılın sonunda dünya küresel bir köy haline gelmiştir. Küreselleşme olgusu, hukuk, siyaset, siyasi etkileşim ve iktisat anlayışlarımızı çok büyük ölçüde değiştirmiştir. Küreselleşme, yaşantımızın, bizim çok uzağımızda alınan karar ve eylemlerle şekillendirildiği anlamına gelen karmaşık bir ilişkiler ve bağlılıklar ağıdır. Bu ağ, belli bazı hususlarda ve bir ölçü içinde ulus-devletlerin dünya sahnesinde bağımsız aktörler olarak kabul edilemeyeceği anlamına gelir. Fakat bu, ulus-devletin anlamını, etkisini ve işlevini yitirdiği anlamına gelmez. Ulus-devletin sadece rolü, işlevi değişmiş, ulus-devlet büyük oranda uluslararası rekabetin gelişmesiyle ilgili hale gelmiştir. Küreselleşmeye karşı olmak, karşıyım diye bağırmak çözüm değildir. Biz karşı olsak da, olmasak da küreselleşme bir gerçektir. Dolayısıyla yargıçlar ve savcılar da dahil olmak üzere hepimiz, yeni dünyayı, yeni dünya düzenini anlamak ve yorumlamak durumundayız. Geçmişte yaşayamayız. Geçmişin bugünümüze, yarınımıza el koymasına izin veremeyiz. Geçmişin deneyimlerinden yararlanarak bugünü yorumlamak, bugünü anlamak, bugünü yaşamak, geleceği hayal etmek ve planlamak zorundayız. Vaclav Havel bir zamanlar “insanlar sınırlardan daha önemlidir” demişti. Doğrudur. İnsanların hakları vardır ve bu haklar pek çok şeyden daha önemli ve değerlidir.  Yargı, bunları korumak, güvence altına almak için vardır. Esasen yargının kuruluş amacı ve işlevi de budur.  Dolayısıyla yargıçlar ve savcılar, başkalarına göre, bu ilkeyi daha iyi bilmek, buna daha fazla inanmak, bunu içselleştirmek, adil ve tarafsız şekilde uygulamak zorundadırlar.

(5)

Birlik Başkanlığına seçilmemin hemen arkasından sinir ucu iltihabı/zona oldum. Seçim sürecinde yaşadığım yorgunluğun, gerilimin hediyesi olan hastalığın ilk belirtisi Selanik’te kendisini gösterdi. Ankara’ya döndükten sonra başlayan tedavim on beş yirmi gün devam etti. Bu sürenin çoğunu evimde dinlenerek geçirdim.

‘… Hücre insanın kendisini tanıması, zihinsel ve duygusal süreçlerini gerçekçi ve düzenli bir şekilde gözden geçirmesi için ideal bir yerdir. Kişisel ilerleyişimizi değerlendirirken, sosyal konum, tanınmışlık, zenginlik ve eğitim düzeyi gibi dış etmenlere odaklanmaya eğilimliyizdir. Kişinin maddi konulardaki başarısını ölçmesi açısından bunlar elbette önemlidir; ayrıca pek çok kişinin hayatını bu tür şeylere bağladığını düşünürsek, bütün bunlar çok da anlaşılır şeylerdir. Ne var ki, bir insan olarak gelişimimizi değerlendirirken içsel yolculuklarımız çok daha can alıcı öneme sahiptir. Dürüstlük, içtenlik, sadelik, alçak gönüllülük, karşılıksız cömertlik, başkalarına hizmete hazır olmak, ruhsal yaşamın temelidir ve bu herkesin elinin altında dilediği miktarda mevcuttur. Ciddi bir iç gözlem yapmadan, kendini tanımadan, zayıf yanlarını ve hatalarını görmeden insanın bu tür konularda gelişme sağlaması mümkün değildir. Hücre başka bir şey vermese bile, size, hayatınızın tüm seyrini her gün gözden geçirme, içinizdeki kötüyü alt edip iyiyi geliştirme fırsatı sunar …Unutmayın ki, azizler yılmadan çabalayan günahkarlardır…

Bu sözler Nelson Mandela’ya ait. Anılarında yazıyor bunları. Mandela gibi hapis yatmamış, hücrede kalmamıştım, ama hastalığım süresince evde kaldığım o dönem, benim için hücrede kalmak gibi bir şey oldu. O süreçte ben de hücredeki adam gibi kendimi gözden geçirdim. Kendi içime, kendi derinliklerime doğru yolculuklar yaptım. Azizler gibi hayatım boyunca yılmadan çabaladığımı düşündüm. İçimde kötülük yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. İyilik vardı, iyilikler vardı. Bunları daha da çoğaltmam gerekir dedim kendi kendime.  Sadece bunlar değil, mesleğime, meslek örgütüme, ülkeme, insanlara hizmet etmek isteğim, hatta sevdam vardı. Ankara Barosu Başkanlığından sonra hizmet etme olanağını, fırsatını bu kez Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak yakalamıştım. Bu fırsatı iyi değerlendirmek gerekir diyerek işe başlamam gerekiyordu ve öyle de diyerek başladım işe.

(6)

Tedavimin sona ermesinden sonra Türkiye  Barolar Birliği’nin Temmuz-2010 tarihli sayısında yayınlanan ‘Umudun Cesaretiyle’ başlıklı yazımda, Birlik Başkanlığı’na seçilmemden sonraki duygu ve düşüncelerimi, tedavi sürem içinde kendi derinliklerime yaptığım yolculuğu şu şekilde ifade ettim;

Mazbatamı aldıktan sonra Türkiye Barolar Birliği’nin kapısından içeriye, Ankara Barosu Başkanlığı’na ilk seçildiğim gün yaptığım gibi, bir yandan “Tanrım, girdiğim yere doğrulukla girmemi, çıktığım yerden doğrulukla çıkmamı nasip et. Benden desteğini hiç esirgeme” (İsra Suresi 80. Ayet) diye dua ederek; diğer yandan Anwari Soheili’nin, Sadi’nin Gülistan’ına yazdığı önsözündeki “Bir dünya malı elinden gittiyse, / Üzülme buna, hiçtir o; / Ve bir dünya malı geçtiyse eline, / Sevinme buna, hiçtir o. / Önünden geçer acılar ve zevkler, / Geç dünyanın önünden, hiçtir o.” dizelerini düşünerek girdim.

Sonra Birlik Başkanlığı’na adaylığımı açıkladığım günü, sonrasındaki günleri, seçildiğim günü düşündüm. Hemen aklıma Homeros’un İlyada’da “Rüzgarın yerlere saçtığı yapraklar gibidir insan kuşakları” diye yazması geldi.

Duygu ve düşün dünyamdaki gezimi Homeros’un bıraktığı yerden Romalıların bilge hükümdarı Marcus Aurelius’u konuşturarak sürdürdüm: “Yapraklar gibidir çocukların da; yapraklar gibidir sana coşkuyla övgüler yağdıran, seni eleştiren,  ya da seni lanetleyen insanlar; yapraklar gibidir seni itham eden, yargılayan ve mahkum eden insanlar; yapraklar gibidir seni gizliden kınayan, ayıplayan veya alaya alan insanlar da. Onların hepsi ilkbaharda doğarlar, sonra rüzgar gelir, yere savurur onları, sonra orman yenilerini üretir onların yerlerine. Geçmişte olan bütün şeylerin şimdi de olduğunu, gelecekte de olacağını düşün. Geçmişteki dramları, birbirinin aynı sahneleri gözünün önüne getir. Hadrianus’un ya da Antonius’un yahut Philip’in, İskender’in ya da Croisus’un saraylarını düşün; Sezar’ı düşün, Brutüs’ü düşün. Bunların hepsinde oyunun aynı olduğunu, yalnızca oyuncuların farklı olduğunu düşün.”

Buruk bir gülümsemeyle bunları düşündüm. Sonra kendi kendime “Hayal kırıklığına uğrama. İnsanları sevmeye, onlarla birlikte olmaya ve hareket etmeye devam et. Ama hiç şaşırma ve unutma: insan neyse odur. Onun için sen, ara sıra “çık gökyüzüne seyret alemi; bazen de in yeryüzüne seyretsin alem seni” diyerek yaşananları geçmişte bıraktım ve “umudun cesaretiyle” geleceğe doğru yürümeye başladım.   

Başlangıçlar zordur. Yeni olmanın verdiği zorluklar vardır. Yüksek olan beklentilere cevap verememe korkusunun, başarılı olup olamama endişesinin getirdiği zorluklar vardır. Bütün bu zorlukları aşabilmek için, iş ahlakının birinci ilkesi gereği hemen işe koyulmak ve neyin varsa vermek gerekir. Ben de öyle yapmak istedim. Ama yorucu ve zorlu geçen seçim sürecinin hemen ardından yakalandığım sinir ucu iltihabı/zona hastalığı buna izin vermedi. Kutlamalarla, geçmiş olsunlar birbirine karıştı. Hastalık nedeniyle dinlenmeye mecbur edildiğim bu süreçte, bir yandan kendimi iyileştirmeye çalışırken, diğer yandan uzunca bir süreden beri ihmal ettiğim kendime zaman ayırdım. Dağılan düşüncelerimi topladım, duygularımı tamir ettim, öncelikli hedeflerimi gözden geçirdim, yapmayı tasarladıklarıma yeniden ayar verdim.

Günümüzde kurumsal yönetimin en başta gelen ilkeleri; adil davranmak, sorumluluk duymak, şeffaf olmak, günü geldiğinde önce vicdanına, sonra hesap vermek zorunda olduklarına yaptıklarının veya yapamadıklarının hesabını verebilmektir. Zira ve ancak bu ilkeler, yöneticileri ve kurumlarını meşru, demokrat, denetlenebilir, güvenilir ve başarılı kılar. Dürüstlük ise bir meziyet olmayıp, zamandan, mekandan, statüden ve mazeretten bağımsız olarak, her insanın özünde bulunması gereken asli bir niteliktir.

Böyle düşündüğüm,  bugüne değin yürüttüğüm tüm gönüllü ve kamusal görevlerimde bu ilkelere sadık kaldığım için, Türkiye Barolar Birliği’ndeki görevime mal bildirimimi kamuya ve siz değerli meslektaşlarıma açıklayarak başladım.

Eskiden bir işin en başında olmak, gücü, yetkiyi, otoriteyi elinde bulundurmak ve bunları kullanmak bir kurumu veya kuruluşu yönetmek için, o kurum veya kuruluşa liderlik yapmak için yeterliydi. Ama artık bugün değil.

Bir yönüyle dünya işlerinin sınır ve denetim dışı kalması, plansız olarak ya da beklenmedik biçimde veya kendiliğinden biçimlenip varlık kazanması anlamına gelen küreselleşme olgusu, bilgi ve iletişim teknolojilerinin şaşılacak bir hızla yaşamımıza soktuğu yenilikler, esnek takım organizasyonlarına sahip olma gereksinimi, insanların geçmişe oranla farklılaşan beklentileri, talepleri ve benzeri diğer etkenler, günümüzde yönetim anlayışını bütünüyle değiştirmiş durumdadır.

Öyle olduğu için günümüzde liderlik yapmanın veya bir kuruluşu yönetmenin yolu, güç göstermekten, içi dışı boş süslü laflar etmekten, hamasetten geçmiyor artık. Bilgiden, bilgilere ulaşmaktan, eski olanı, eskimiş olanı, işe yaramaz olanı terk edip yeni olanı uygulayabilmekten, buluşlara ulaşabilmekten, yeni değerler yaratabilmekten, yaşamınızı başka insanların kalplerine dokundurabilmekten,  başkalarını etkileyebilmekten, başkalarından etkilenmekten, bizzat eyleme geçmekten, başkalarını eyleme geçirebilmekten geçiyor.

Bu yönetim biçiminde gidilecek yol, sadece yönetim veya lider tarafından değil, kurumun veya kuruluşun her bir üyesiyle, her bir çalışanıyla birlikte yürünmeyi ve keşfedilmeyi bekleyen bir yoldur. Katılımcılığı esas alan bu yönetim sürecinde, yaptıkları işe inancı olan, işine tutkuyla bağlı bulunan, alçak gönüllü, adil, dürüst ve algısı güçlü olan, gerçeği söyleyen, dinlemesini bilen, iyi ve ahlaklı insanlara ihtiyaç vardır.

Türkiye Barolar Birliği’nin kapısı ve olanakları, dün olduğu gibi bugün ve bugünden sonraki her gün bu nitelikteki insanlara ve meslektaşlarımıza açık olacaktır.  

On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Batı’da ortaya çıkan “İbret Oyunları”nın içerisinde en çok bilineni “Everyman”dir. İngilizce olan “everyman” sözcüğünün Türkçe karşılığı “sıradan insan”dır. 16.yüzyıla kadar halkın büyük bir ilgiyle izlediği bu oyunlar, temelde Hıristiyan ahlakını yüceltmeyi amaçlar. Bu oyunlardan birisinde, everyman ölüm meleği tarafından ziyaret edilir. Dünyadaki konukluğunun sona ermekte olduğunu anlayan everymanin, bunun verdiği panikle kendisini götürmemesi, ölümünün ertelenmesi veya biraz geciktirilmesi yönünde yaptığı bütün talepler ölüm meleği tarafından reddedilir. Ölümden kurtulmasının mümkün olmadığını anlayan everyman, ölüm meleğinden son yolculuğu için yanına bir refakatçi almasına izin vermesini rica eder. Ölüm meleği bu isteği “eğer birisini bulabilirsen olur tabii” diyerek kabul eder. Bunun üzerine everyman kendisine son yolculuğunda refakat edecek birisini aramaya başlar. Ne var ki, bütün arkadaşları, yakınları, akrabaları değişik özürler bildirerek bu talebi kabul etmezler. Sonunda, everyman’e son yolculuğunda sadece yaşamı boyunca yaptığı işler eşlik eder.

Bir gün gelecek Türkiye Barolar Birliği’ndeki görevim sona erecek. Zira Buddha’nın şiirsel ifadesiyle “Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir.” Önemli olan o gün geldiğinde, görevde iken yaptığımız işlerin, iyi işlerin, hizmetlerin arkamızda kalması, yaptığımız iyi işlerle, hizmetlerle anılmamızdır. Yani “baki kalacak olan bu kubbede hoş bir seda olmaktır.”    

Her gün olduğu gibi bugün akşam da uyumak için yatağımıza gideceğiz. Bunu yaparken yarın sabah yaşamaya devam edeceğimize ilişkin hiçbir güvencemiz yoktur. Ama öyle de olsa ertesi gün yapmayı düşündüklerimizle ilgili planlar yaparız. Esasen gelecek sadece bir plandan ibarettir. Buna da umut diyorlar. Eğer umut var ise, ki yaşamda her zaman için umut vardır, o zaman bir şeyler yapmak, bir şeyleri değiştirmek için fırsat da var demektir. Gelecek, kavga etmenin, kamplaşmanın, zıtlaşmanın, kırmanın dökmenin, bozmanın değil, bütünleşmenin günü, yeni kazanımlar elde etmenin, yeni değerler yaratmanın günü olmalıdır. Hepimizin istediği, hepimizin gönlünden geçen bu olmakla, başarılı olmamak, olamamak için hiçbir neden yoktur. O halde ve hep birlikte, daha iyi bir Barolar Birliği, daha iyi bir Türkiye, daha iyi bir dünya yaratmak için yola koyulalım. İnanıyorum ki, başarılı olacağız…