ÖNEMLİ OLAN BEDENSEL DEĞİL, KALBEN, RUHEN, FİKREN VE VİCDANEN ENGELLİ OLMAMAKTIR!

Benim halalarımdan bir tanesi, rahmetli babamın en sevdiği kardeşi, anne baba tek kardeşi rahmetli Elmas Halam’dır. Küçüktük, ablamla beraber köye, Akören’e giderdik. Konuşma ve duyma engelli olan Elmas Halam, bizi sırtında taşır, bizimle oyun oynardı. Ablamı ve beni yere göğe sığdıramazdı. İkimizi ata, eşeğe bindirir, bağa, bostana götürürdü. Gözleri pırıl pırıl, bakışları anlam doluydu. Belki de konuşamadığı için, sevgisi de, içtenliği de gözlerinden okunurdu. Duygularının temizliğini, ruhunun güzelliğini gözleriyle anlatırdı adeta. Benim engelliler dünyasıyla ilk tanışmam rahmetli Elmas Halam’la başladı.

İrlanda’nın dünya edebiyatına sunduğu, önemli isimlerden birisi de Christy Brown’dur. Ben, Brown’u ilk kez ‘Sol Ayağım’ isimli kitabıyla tanıdım ve sevdim. Sonra diğer kitaplarını da okudum. Ama beni en çok etkileyen kitabı ‘Sol Ayağım’ oldu. ‘Sol Ayağım’, Dublinli bir duvarcının çocuğu olarak dünyaya gelen, beyin felci kurbanı olduğu için konuşamayan, sol ayağı dışında vücudunun hiçbir uzvuna hükmedemeyen, ama inanılmaz zenginlikte bir hayal gücüne, temiz bir kalbe, engelsiz, berrak bir akla sahip olan Christy Brown’nun kendi yaşam öyküsüdür.

Merhamet değil, kalpten kalbe atlayan rüzgarımsı bir ruhun, gurur ruhunun içine girmek istiyorum’ diyen Christy Brown, kullanamadığı ellerinin ve parmaklarının yerine ikame ettiği sol ayağıyla yazdığı kitabında, kendi farkındalığını, duygularını, dünyasını şu şekilde ifade eder; ‘Artık kendimden kaçamıyordum; bunun için fazlasıyla büyüktüm. Her geçen gün, aileden birileri büyüyüp, benim için garip bir biçimde kendilerine yeten yetişkinler oldukça, kendi varlığımın kısıtlayıcılığını, sıkıcılığını ve darlığını hissediyordum. Etrafımdaki her şey, birer faaliyet, çaba ve büyüme işaretiydi. Herkesin yapacağı bir şeyler vardı; zihinlerini ve ellerini meşgul edecek ve yaşamlarını dolduracak bir şeyler, yaşamlarını bir bütün yapan ilgi alanları, faaliyetleri ve amaçları vardı, enerjilerini doğal bir görünüm ve doğal bir dışavurumla kullanıyorlardı. Benim sadece sol ayağım vardı. Hayatım, yüzüm duvara dönük olarak atıldığım, dışarıdaki büyük dünyadan gelen sesleri ve hareketleri duyduğum, fakat kardeşlerim veya tanıdığım diğer insanlar gibi kıpırdayıp, dışarıya çıkıp, kendi yerimi alamadığım, karanlık, dağınık bir köşeye benziyordu. Aynı şeyleri düşünerek, aynı şeyleri hissederek, aynı şeyler için üzülerek dar bir yolda yürüdüğümü hissediyordum. Kapatılmış, ilişkisi kesilmiş ve susturulmuştum. Hayal kırıklığıyla biten çabalar, küçük, dar düşünceler dışında hiçbir şeyim yoktu.

Sol Ayağım’ benim engelliler dünyasıyla üçüncü kez karşılaşmamdır. Bu karşılaşmadan çok önce, daha henüz on bir, on iki yaşlarında iken, bebekliğinde geçirdiği ağır bir hastalık sonucu önce görme ve işitme, bir süre sonra da konuşma yetisini yitiren, ama buna rağmen yüksek öğrenimini tamamlayarak kendisini görme ve işitme engelli insanlara adayan Helen Keller’i tanıdım.  Keller’in kendi yaşamını anlattığı ‘Benim Yaşam Hikayem’ isimli kitabı başta olmak üzere, diğer bütün kitaplarını okudum, Helen Keller ile ilgili ‘The Miracle Worker’ filmini seyrettim. Biraz bunların, biraz kendi kişilik özelliklerimin etkisiyle ve zaman içinde geliştirdiğim empati yeteneğimle kendimi engellilere hep yakın hissettim. ‘Bir mutluluk kapısı kapanırsa öteki açılır, ama kapalı kapıya o kadar uzun bakakalırız ki, açılan kapıyı görmeyiz’ diyen Helen Keller ile bizi tanıştıran ve buluşturan Kolejde hazırlık sınıfında iken, İngilizce hocamız olan Avustralyalı Mrs. Barber idi.

Baro başkanı olduğumda, kendimi yakın hissettiğim bu insanlar için bir şeyler yapmam gerekir diye düşündüm ve arkadaşlarımla birlikte çok şey yaptım.

Engellilerden kastım, elbette görme, konuşma, işitme, başkaca organ eksikliği gibi fiziksel veya zihinsel engeli olan insanlardır. Değil ise, çevremizde örneklerine çokça rastladığımız, terbiye, nezaket, zarafet, tevazu, vefa, vicdan, takdir, hoşgörü, düşünce, demokrasi engelliler değildir. Esasen onlar için yapılabilecek çok da fazla bir şey yoktur.

Kendimi engelli insanlara yakın hissetmemin bir diğer nedeni, ‘ahlaki ilerleme’ diye bir şeyin olması ve benim de buna inanmamdır. En yalın tanımı ile ahlaki ilerleme, insan dayanışması, yardımlaşması ile bunların çoğalması demektir. Ahlaki ilerleme, kabile, din, ırk, renk, cinsiyet gibi doğuştan gelen, öyle olduğu için de, rastlantısal olan farklılıkları önemsiz görebilme yeteneğidir. Kendimize göre farklı insanları ‘öteki‘ değil, ‘onlar‘ değil, ‘biz’ olarak görebilme, düşünebilme becerisidir. Yani empati yapabilmektir.

İnsanlara karşı, yalnızca insan oldukları için yükümlülüklerimiz vardır‘ diyor Kant. Bu maksimin doğru yorumu, bizi kutuplaştıran, birbirimizden uzaklaştıran, koparan, bazen da düşman eden ‘öteki’ veya ‘onlar’ düşüncesini kovmak, ‘biz’ duygusunun içini doldurmak, kendimizi bu yönde terbiye etmek, geliştirmektir. Bunu yaptığımızda ‘biz’ duygusunun en önemli sonucu ve ahlaki ilerlemenin en somut göstergesi olan dayanışmayı, yardımlaşmayı ‘bulunmuş değil, yapılmış; tarih dışı bir olgu olarak tanınmış değil; tarih boyunca üretilmiş bir şey olarak görmeye başlarız.’ Bu da bizi, içgüdüsel olarak ya da aldığımız terbiyenin, eğitimin, edindiğimiz kültürün, kazandığımız deneyimin gereği olarak ‘öteki’ ya da ‘onlar’ olarak düşündüğümüz insanlara yakınlaştırır.

Bu yakınlaşma ‘Tahta Çanaklar’ isimli öyküde, gözleri iyi görmediği, elleri titrediği için, yemeklerini üzerine döken, o nedenle de tahta çanakta, tahta kaşık, çatal ve bıçakla yemek yemek durumunda kalan dedenin, bu durumundan etkilenerek anne ve babasına yaşlandıklarında, yemek yiyebilmeleri için tahta çanak, tahta çatal, kaşık, bıçak yapan ve dolayısıyla anne ve babasına empatiyi öğreten çocuk gibi empatiyi öğretir bize.

İnsan Hakları dediğimiz haklar kategorisi de esasen ‘biz’ değil, ‘öteki’ ya da ‘onlar’ olarak düşündüğümüz diğer insanlarla, başka insanlarla yakınlaşmamızdır, tüm insanlarla dayanışmamızdır, insanlara karşı salt insan oldukları için ahlaki yükümlülük ve sorumluluk duymamızdır. Esasen kategorik hukuk ilkeleri olarak hukuk felsefesinin merkezinde yer alan, özgürlük ve eşitlik gibi en temel iki ontolojik ve ahlaki değerden türeyen insan haklarının, diğer bütün hak iddialarına nazaran ahlaki öncelik taşımasının nedeni de budur.

Hem bu duygu ve düşüncelerden yola çıkarak, hem de bir toplumun veya bir kuruluşun uygarlık düzeyini belirleyen ölçütlerden en önemlisinin, insana ve özellikle engelli insanlara verdiği değer olduğu noktasından hareket ederek, 2004 yılında Baro Başkanı olarak seçildiğimde, Yönetim Kurulu kararıyla Ankara Barosu bünyesinde ‘Engelli Avukatlar Kütüğü‘ oluşturduk.

Bu kütük aracılığı ile Ankara Barosundaki engelli avukatların profilini çıkardık.

Hemen arkasından ‘Engelli Avukatlar Kurulu’ kurduk. Bu kurulun başına görme engelli meslektaşımız Olgun Yılmaz’ı getirdik. Gerek Olgun Yılmaz’ın özverili çalışmalarıyla, gerekse bu kurul aracılığıyla engelli avukatlarımız için ihtiyaç tespiti yaptık. Bu tespitlere ve kurulun talebine göre, engelli avukat meslektaşlarımıza, Adliye Sarayı içinde işlerini daha kolay yapabilmeleri için gerekli her türlü desteği verdik.

Neler mi yaptık? İşte, yaptıklarımızın bir kısmı;

Avukatlara ait otoparkta, engelli avukatlara özel park yeri tahsis ettik.

Avukatlara tahsisli tuvaletlerde, engelliler tuvaleti yaptırdık.

Görme engelli avukat meslektaşlarımız için, adliye asansörlerine ses sistemi kurduk, bu asansörlere ‘Braille Alfabesi/Görme Engelliler Alfabesi‘ ile yazılmış butonlar koydurduk.

Adliye Sarayı içindeki her odanın kapısına, görme engelli meslektaşlarımızın, buraları tanıması ve kolayca bulması için, özel olarak yaptırdığımız ‘Braille Alfabesi/Görme Engelliler Alfabesi‘ ile yazılmış çinko plakalar yerleştirdik.

Ankara Barosu Bilgi Belge Merkezi’nde/Kütüphane’de, engelli avukatların yararlanabilmeleri için özel yazılım yaptırdık.

Baromuzun WEB sayfasına konulan tüm açıklamaları, yazıları ve duyuruları görme engelli meslektaşlarımızın izleyebilmeleri için sesli hale getirdik.

Yine Ankara Adliye Sarayı içinde oluşturduğumuz bilgisayar odalarında mevcut bilgisayarlardan bir tanesini, görme engelli meslektaşlarımızın yararlanabilecekleri biçimde donattık.

Baromuzun Engelliler Kurulu tarafından hazırlanan ‘Engelliler Hukuku El Kitabı’nı bastırdık ve dağıttık. Bu el kitabı aracılığıyla, toplumda engelli yurttaşlarımızla ilgili olarak bir duyarlılık, bir farkındalık yaratmayı, engellilerin hakları konusunda toplumumuzu bilinçlendirmeyi hedefledik.

Cezaevlerinin Sincan’a taşınması ve burada yeni bir yerleşke oluşturulması nedeni ile görme engelli avukatların yanında refakatçisi bulunmadan cezaevinde müvekkilleri ile görüşmeleri fiilen imkânsız hale geldiğinden; konu ile ilgili olarak Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü ile yapılan görüşmeler sonucunda, görme engelli avukatların en son kapıya kadar refakatçileri ile birlikte gitmelerini sağladık. Görme engelli avukatların, engelli kimlik belgelerini veya raporlarını ibraz etmeleri kaydı ile otomatik göz taramasından geçmeden cezaevine girmelerini gerçekleştirdik.

Bütün bunları yapmakla, engelli meslektaşlarımızın ve yurttaşlarımızın, Ankara Adliye Sarayı içindeki yaşamlarını kolaylaştırmayı, başta yerel yönetimler olmak üzere, diğer kamu kurum ve kuruluşlarına, özel sektöre örnek olmayı amaçladık.

Açıkça ifade etmem gerekir ki, yaptığımız diğer hizmetlerin hiçbirisi, engelli meslektaşlarımız için yaptıklarımız kadar, beni ve bütün bunları birlikte yaptığımız yönetimdeki arkadaşlarımı mutlu etmemiştir.

Bu vesile ile tüm bedeni engelli kardeşlerimin bu özel gününü kutlar, kendilerine sağlık, mutluluk, esenlik ve başarılar dilerim.

Avukat Vedat Ahsen Coşar

(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen Coşar
 tarafından 
www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)