Bu yazımda biraz olsun avukatlık mesleğinde bilginin önemi olup olmadığı sorunu üzerine kendi fikirlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Bu sebepten dolayı böyle bir şeyi kaleme alma isteği içerisine girdim.

Bunu anlayabilmek adına öncelikle bilgia kelimesinin anlamlarını çeşitli felsefi akımlara göre tanımlama gereği duymakla beraber sonrasında avukatlık mesleğinde bilginin değer görüp görmediği hususunda sizlerle kişisel fikrimi paylaşacağım.

Bilgi sözlük anlamı itibarı ile “İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat. Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf.”[1]
 anlamındadır. Bununla birlikte çeşitli felsefi akımlarda da bilgiye değişik anlamlar yüklenmiştir.

Akılcılık (rasyonalizm)
 görüşünü savunanlar bilginin kaynağının akıl olduğunu, neyi bilip bilmediğimizin ölçütünün akıl olduğunu savunurlar. Pragmatizm (faydacılık) görüşünü savunanlar bilginin sınırlarının sağlamış olduğu yarar ile orantılı olduğunu, bilginin kaynağının sağladığı yarar olduğunu söylerler. Pozitivizm (olguculuk) görüşünü savunanlar bilgilerimizin sınırlarının bilim ile belirlenebileceğini, bilimin sağladığı bilgi dışındaki her tür bilginin tartışılabileceğini savunurlar.[2] Bununla birlikte daha bir çok bilgi tanımı yapılabilmek beraber diğerleri hakkında detaylı bilgi vermemeyi düşünüyoruz.

Hepimiz hukuk fakültesini bitirdikten sonra 6 ay adliye 6 ay avukat yanında staj yaptıktan sonra ruhsatımızı alarak göreve başladık. Kimimiz kendini daha fazla geliştirebilmek adına yurt dışında dil eğitimi için gitmiş, bazılarımız ise akademik yönünü kuvvetlendirebilmek adına yüksek lisans ve doktora eğitimi alarak bunlara devam etmiş ya da tamamlamıştır. Bunları yaparken çoğumuzun amacı ise mesleğimizde bize burada öğrendiklerimizin fayda sağlaması ve ayrıca olumlu katkı yapabilmesi olarak düşünülmektedir.

Buraya kadar her şey çok güzel fakat olaya bir de uygulama açısından ve aynı zamanda dışardan bir göz ile bakmak suretiyle anlatmakta fayda vardır. Dışarıdan bakıldığında bizlerin ne bildiğinin ne yazık ki önemi yoktur. Bu hususu üzelerek de olsa söylüyorum.

Müvekkil gözünden olaya bakıldığında sizin ne bildiğinizden çok nasıl bir ofiste bulunduğunuz, arabanızın markası, giyiminiz ve müvekkilinizin gözüne çarpan kolunuzdaki saatin markası daha önemlidir. Çünkü bunlar iyi ise siz de iyi para kazanan ve bunun sonucunda iyi avukatsınız onun gözünde.

Çoğu zaman ofisinize geldiklerinde önce içeriyi bir süzerler sonra size baştan aşağı bir bakarlar ve başlarlar konuşmaya;


-          
Avukat bey saatiniz çok güzelmiş ne marka acaba?

-          
Ooo avukat hanım ofisinizde pek bir havalı iyi para kazanıyorsunuz sanırım.
gibi ve bundan daha fazlasını içeren cümleler kurmaya. Dedim ya bizlerin başarısı
onların gözünde ne bildiğimizden ziyade nasıl yaşadığımızdır. 

Müvekkil gözünden ikinci kez olaya bakarsak çoğu zaten hukuku bizlerden iyi
bilen, tüm hukuki forumları ezberlemiş ve bildiklerini de bizlerle paylaşmaktan çekinmeyen insanlardır.  Sağ olsunlar bilgi paylaştıkça çoğalır teorisini bizlere de aktararak pratiğe döküyorlar.

Hepimize denk gelmiştir kendi davasını açıp bir yerden sonra tıkanan ve dosyasını bizlere getiren insanlar. 


-          
Neden baştan gelmediniz? diye sorduğumuzda ise ;

-          
Ben zaten hallettim sadece adliyeye gidip gelmek beni yordu da benim yaptığım dosyayı bitirmek kaldı der ve geçerler.

Siz de kara kara düşünürsünüz ne yapsam nasıl yapsam da düzeltsem bu
yanlışları, eksikleri diye. Zaman geçer ve dava kaybedilirse ben takip etseydim kazanacaktım avukata verdim kaybetti, kazanılması durumunda ise avukat ne yaptı ki ben zaten dosyayı sonuna kadar halledip kendisine götürmüştüm denilir ve geçilir. Sizin emeklerinizi düşünen insan neredeyse çok az sayıdadır.
            
Sonuç olarak şahsi kanaatim ne bildiklerimiz değil, ne giydiklerimiz ve nasıl bir yaşam sürdüğümüzün değer gördüğüdür. Bu yazıma Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası ile son vermek istiyorum.
            
“Akşehir’in beyleri Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp başköşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.


– İlahi Hoca, demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?


Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş:


– Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin. “[3]


Hepinize saygılar sunuyor, iyi çalışmalar diliyorum. Umarım emekleriniz her zaman karşılık görür.


(Bu köşe yazısı, sayın Av. Murat YILMAZ tarafından 
www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)


 
---------------------------------------
[1] http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.55ebbfa6c13f70.81682699 [Son Erişim Tarihi : 06.09.2015]
[2] http://www.dmy.info/bilgi-nedir/ [Son Erişim Tarihi : 06.09.2015]
[3] http://www.nasrettinhoca.info/ye-kurkum-ye-fikrasi ‘dan aynen aktarım. [Son Erişim Tarihi: 06.09.2015]