Dal rüzgarı affeder / Ama kırılmıştır bir kere / Her gün yeni bir keder bulur / Yakıştırır göğsüne / Günler uzar, yıl olur / Aslında hepsi aynı hikaye / Dal rüzgarı affetse bile / Kırılmıştır bir kere / Cam yapışır, kalp yapışmaz’ Tuna Kiremitçi

-----

Çocuklara değil büyüklere, hayvanlara dair değil insanlara dair masallar anlatan Ezop’u ve La Fontaine’i yazdık. Şimdi yazma sırası fabl/masal tarzı anlatımı ilk başlatan ve dolayısıyla Ezop ile La Fontaine’nin ustası olan Beydaba’ya ve onun ‘Kelile ve Dimne’sine geldi.

Kelile ve Dimne’nin yazarı olan Beydaba ‘bilgelerin bilgesi’ demektir. Aynı zamanda şair de olan Beydaba, Hintli bir Brahman’dır. Brahman, Hint felsefe geleneğinde, hem içkin, hem de aşkın olan, hem evrende ve hem de kendisinde mevcut bulunan yüksek varlıkla birleşen ve böylece en yüksek ve nihai hedefe  ulaştığı kabul edilen dünya ruhuna verilen addır. Yani yüksek mevkide/kastta bulunan din adamıdır.

Beydaba, Kelile ve Dimne’yi, sık sık bir araya geldiği, gerek hayat, gerekse yönetim ve siyaset hakkında, özellikle de, adalet, vicdan, erdem, acıma, hoşgörü, öfke, nefret, sevgi, arkadaşlık, dostluk konularında sohbet ettiği Hint hükümdarı Depşelim Şah’a ithafen yazmıştır. Eserde anlatılan masallar, aslında hükümdara verilen siyasal öğütlerdir. Bu özelliği itibarı ile kitap, Makyavel’in ‘Prens’ isimli eserine benzer.

Her bölümü bir çerçeve masal ve bu çerçeve masal içindeki masalcıklardan oluşan eser, bu yazım tarzı itibariyle Rusların ulusal simgelerinden olan ve anne figürünün içinde iç içe geçmiş bebeklerden oluşan matruşkaya benzer.

Eser adını, esere konu olan masallardan birinin kahramanları olan Kelile ve Dimne isimli iki çakaldan alır. Bu çakallardan Kelile ‘doğrunun ve dürüstlüğün’, Dimne ise  yalanın ve hilebazlığın’ simgesidir.

Genel geçer ilkelere ve kabullere göre, doğruluk ve dürüstlük insani erdemlerdir ve sadece insan olan insanlarda bulunur. Yalan ve hile ise, insan olmayan, insanlıktan nasibini almamış insanların davranışlarıdır. Her ikisi de insanlık tarihinin bütün zamanlarında ve hemen her toplumda vardır.

Beydaba masallarında doğruluk ve dürüstlük erdemlerini öne çıkarır, bu erdemlerin insanı insan yaptığına vurgu yapar, aldatıcı eylemlerden, kötülükten, vicdansızlıktan ve yalandan ise kaçınılması gerektiğini söyler.

Onun için insanlığın ortak tarihinden harmanlanmış ve süzülmüş olan, her biri hak, adalet, doğruluk, dürüstlük gibi evrensel nitelikteki insani değerler konusunda öğüt ve ders veren bu masallar, kadim kültürün yarattığı bir insanlık mirasıdır.  Yazıldığı zamandan günümüze kadar binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen daha hala önemli ve güncel olması bundan dolayıdır.

Beydaba’nın eserini ithaf ettiği Debşelim Şah, çalışmayı, eğlenmeyi sevdiği kadar bilgelerle konuşmayı da seven, onların düşüncelerine değer veren, bu amaçla onlarla sık sık bir araya gelen bir hükümdardır. Bu masallardan birisinde bilgelerle yapılan sohbetin konusu iyiliğin ve bu amaçla cömertliğin yararları üzerinedir. Bu sohbet sonrasında hazinesinin kapılarını halka açan ve dağıtan hükümdar o gece uykusunda bir rüya görür.  Rüyasında nur yüzlü bir ihtiyar, hükümdarın bu cömertliğini över, bundan Allah’ın çok mutlu olduğunu ve kendisini ödüllendireceğini, ödülünü almak için sabah kalkar kalkmaz doğuya gitmesi gerektiğini, orada kendisini bir hazinenin beklediğini söyler.

Sabah kalkar kalkmaz yola çıkan hükümdar, günlerce yol aldıktan sonra bir dağa, dağın eteğinde bulunan bir mağaraya gelir. Mağaranın önünde temiz yüzlü bir ihtiyar oturmaktadır. Hükümdar, bilge ihtiyarla yaptığı uzun ve keyifli bir sohbetten sonra tam oradan ayrılırken ihtiyar bilge hükümdara şunları söyler: ‘hükümdarım bu mağaranın içinde eşsiz bir hazine gizli. Adamlarınıza emredin bu hazineyi bulsunlar.’ Bu sözlerle gece gördüğü rüyayı hatırlayan hükümdar adamlarına haber gönderir ve hazineyi bulmalarını emreder. Sonunda altından, gümüşten, başkaca değerli taşlardan oluşan hazine ortaya çıkarılır ve yanı sıra bir sandık bulunur. Kilitli olan sandık açılır, içinden beyaz renkli ipek bir levha çıkar. Levhada bu hazinenin Debşelim Şah için hazırlandığı ve gömüldüğü, bu durumun kendisine rüyasında bildirileceği yazılıdır. Sandıkta bir de hazineyi gömdürenin vasiyeti vardır. Bu vasiyetnamenin başlangıcında şunlar yazılıdır: ‘Kalbini mücevherlere bağlama, bunlar dünya nimetidir, gelir geçer. Gelip geçen bu nimetlere ve üzerinde kötü yazan hiçbir şeye itibar etmemek ve bu dünya nimetleri bizi bırakıp gitmeden bizim onları kalbimizden söküp atmamız gerekir. Bu vasiyetteki hakikatlere bağlananlar dünya durdukça saygıyla anılırlar.’

Aslında bu öğüt, Beydaba’nın ahbaplık ettiği, sohbet ettiği hükümdara verdiği öğütlerin hüküm fıkrasıdır. Vasiyetnamenin devamında hükümdara yol ve yön gösteren masallar içinde masallar anlatılır. Her bir masal bir öğüt niteliği taşır. Bu masalların her birinin ayrı ve kendisine özgü hüküm fıkraları vardır. Okuyalım: 

  • Bir hükümdar kendisine bağlı kimselerden birisini diğerlerinden daha çok sevebilir. Ona herkesten daha fazla güvenebilir. Bazı kişiler bundan rahatsız olabilir. Hükümdarın sevgisini çok görebilir, bu durumu kıskanabilir ve bu nedenle o kişiyi hükümdara kötüleyebilir. Onun hakkında çeşitli yalanlar uydurabilir. Böyle bir durumda hükümdar, söylenenlere inanmamalıdır. Kişiliğini iyi tanıdığı, kendisine yakın hissettiği o adamı korumalıdır.
  • Bir hükümdar kötü niyetli insanlardan uzak durmalıdır. Yalancılarla düşüp kalkmamalıdır. İkiyüzlüleri yanına yaklaştırmamalı, insanları birbirine düşürenlere fırsat vermemelidir.
  • Bir hükümdarın çevresindeki insanların içi ile dışı bir olmalıdır. Bu insanlar birbirlerini gerçekten sevmeli, saymalıdır. Yoksa devlet yönetimi aksar. Toplumun huzuru bozulur.
  • Bir hükümdar yüzüne gülen düşmanına karşı dikkatli olmalıdır. Zira eski düşmandan dost olmaz.
  • Bir hükümdar herkesle dost olmamalı, zarara uğramamak için dostlarını ve arkadaşlarını iyi seçmeli, iyi tanımalı, akıllı insanlarla dostluk kurmalı, zekası kıt insanlardan her koşulda ve durumda uzak durmalıdır. Zira dostun akılsızı düşmandan daha tehlikelidir.
  • Bir hükümdar kendi özelliklerinden uzaklaşmamalı, kendisine yabancılaşmamalı, kendi tarzını kendisi belirlemeli, başkalarını taklit etmemelidir. Değil ise zaman içinde kendisi olmaktan çıkar ve tanınmaz hale gelir.
  • Bazı şeylerin korunması elde edilmesinden daha zordur. Onun için kazanılan bir şeyin korunmasına daha çok önem verilmelidir. Değil ise kazanılan da kaybedilir.
  • Yönetim işlerinde aceleci olmamalıdır. Karar verirken çok dikkatli davranılmalı, iyi düşünülmeli, fakat çabuk karar verilmelidir.
  • Bir hükümdarın düşmanları birbirleriyle anlaşabilirler, ona karşı birlikte hareket edebilirler. Bu durumda hükümdar, onlardan biriyle anlaşma yoluna gidebilir. Bu ona karşı küçülmek değildir. Düşmana karşı düşmanla anlaşmaktır.
  • Bir hükümdar kendisine kin ve nefret besleyenlere karşı çok dikkatli olmalı ve onlara asla güvenmemelidir. Zira kin ve nefret girdiği kalpten kolay kolay çıkmaz.
  • Bir hükümdarın en önemli özelliği vicdan sahibi olması, acıma duygusuna sahip bulunması ve adaletli davranmasıdır. Yönettiği insanların önemli olmayan küçük kusurlarını hoş görmeli ve affetmelidir.
  • Suçlu olmayan kişinin cezalandırılması doğru değildir. Adil bir yönetici başkasını zarara sokmak için cezalandırma yoluna gitmez. Ancak, başkalarına zarar veren bir kişiyi cezalandırmalıdır.
  • Bir hükümdar kendisine yakışmayan basit işlerle uğraşmamalı, boş ve sonuçsuz işlere girmemelidir.
  • Hükümdar daima sade ve alçakgönüllü olmalıdır. İnsanlara karşı kendini beğenmişçesine davranmak doğru değildir. Hele başkalarını küçük görmek bir yöneticiye hiç yakışmaz.
  • Hükümdara bağlı kişiler güvenilir olmalıdır. Bir yöneticinin çevresine kötü kişiler toplanırsa, o yönetici ülkesinin yararına iş yapamaz. Bu kötü kişiler kendi çıkarları için birbirleriyle kavga ederler. Onların kötülüklerinin ardı arkası kesilmez. Sonuçta bundan insanlar zarar görür, ülke güçsüz duruma düşer.
  • Ümitsizlik ve karamsarlık bir hükümdar için çok zararlıdır. Çünkü o, birçok konuda halkına örnek olmak zorundadır. Hükümdar kararlı olmalıdır. Doğru bildiği yoldan ayrılmamalıdır.
  • Hükümdar ülkenin birliğini korumak için ülke insanlarını bir arada tutmalı, onların dayanışma içinde ve birlikte hareket etmelerini sağlamalıdır. Zira düşman ne kadar güçlü olursa olsun, dayanışan ve birlikte hareket eden halk karşısında yenilmeye mahkumdur.

Sonuncu öğütten başlayalım ve hüküm fıkrası ‘birlikte hareket etmek’ ya da başka bir deyişle ‘birlikten kuvvet doğar’ ilkesi olan öğüt konusunda Beydaba’nın  anlattığı masalı okuyalım:

“Gücü malum bir fil, ona tek başına kafa tutması, onunla mücadele etmesi imkansız olan bir tarlakuşunun zorlukla yaptığı yuvasını ezip geçmiş. Zavallı tarla kuşu file ‘Neden yaptın bunu, benim sana ne zararım oldu? Yoksa gücün bana yettiği için mi yaptın bunu?’ diye sormuş.

Evet’ demiş fil ve devamla ‘ayağımın altında dolaştığın ve gücüm sana yettiği için yaptım.’ diye eklemiş.

Tarlakuşu üzülerek ve öfke içinde arkadaşı diğer kuşların yanına gitmiş. Uğradığı haksızlığı, filin kendisine ve ailesine verdiği zararı anlatmış.

Diğer kuşlar, ‘ne yapabiliriz ki, bizim gücümüz ona yetmez’ diyerek çaresizliklerini dile getirmişler.

Tarlakuşu ‘çaresiz değiliz, yaparız, yeter ki birlik olalım, eğer birlik olursak, gideriz ve gagalarımızla o filin gözlerini oyarız’ demiş ve bütün kuşları birlikte hareket etmek konusunda örgütlemiş.

Kuşlar hep birlikte eyleme geçmişler, gidip filin gözlerini gagalarıyla kör etmişler.

Sonra ne olmuş? Gözleri görmeyen fil uçurumdan aşağıya düşmüş ve ölmüş.

Bir başka masal, ‘Ayıyla Dost Olan Bahçıvan’ Okuyalım:

“Zamanın evvelinde, mekanın bir yerinde, yalnız, yalnız olduğu kadar da mutsuz bir bahçıvan yaşarmış. Hayatta kimi kimsesi yokmuş. Bütün ömrünü, bağı bahçesi için harcamış. Bir gün yine sabah erkenden bahçesine gitmiş. Yalnızlığı aklına gelmiş, hüzünlenmiş, bu yalnızlıktan nasıl kurtulurum diye düşünmeye başlamış. Kendi kendine ‘şimdiye kadar bütün gücümü, enerjimi bu bahçeye harcadım. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, çiçekler yetiştirdim. Adeta bir cennet yaptım bahçemi. Fakat ne oldu sonunda? Mutsuzluğuma çare oldu mu bu güllük gülistanlık bahçe?’ diyerek ah etmiş, vah etmiş.

Haklısın!’ demiş içinden bir ses. Bu sesi dinlemiş ve yalnızlıktan kurtulmaya karar vermiş. Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım, nereye gitmeliyim diye düşünürken, bakışları, karşıda yükselen yüce dağa çevrilmiş. Nasıl olsa sonuçta beni yalnızlıktan kurtaracak bir eş bulurum orada diye dağa tırmanmaya başlamış. O kadar uzağa gitmiş ki, dönüp arkasına baktığında bahçesi görünmez olmuş. Dağın eteklerine vardığında bahçıvanın içindeki yalnızlık daha da artmış.

Bir süre ara vermiş yolculuğuna.  Yanında getirdiği azık torbasını açmış, sofrasını kurmuş, karnını doyurmaya başlamış. Çok zaman geçmeden ağaçların arasından sevimli bir ayı çıkmış ortaya. Gelip adamın sofrasına oturmuş. Bahçıvanın dili tutulmuş. Ne diyeceğini şaşırmış. Çaresiz azığını ayıyla paylaşmış. Bir süre hiç konuşmadan oturmuşlar. Bahçıvan kalkıp gitmeye hazırlanırken ayı konuşmuş:

– Nereden gelip, nereye gidiyorsun?

Ayının konuştuğunu görünce şaşırmış adam. Şaşkınlıkla da olsa;

– Uzaktan geliyorum, dağa gidiyorum, demiş.

– Ne yapacaksın dağda? diye sormuş ayı.

– Yıllardır yalnız yaşadım. Artık canıma tak etti. Bir arkadaş bulmaya gidiyorum, demiş.

Ayının yarasına parmak basmış sanki. Hop oturmuş hop kalkmış hayvancağız. Bahçıvan bakmış, ayının gözünden yaşlar süzülüyor.

– Yahu niye ağlıyorsun? diye sormuş şaşkınlıkla.

– Ben de aynı dertten şikayetçiyim demiş ayı. Ve şöyle devam etmiş: ‘Ben de yalnızım, ovada bir arkadaş bulurum ümidiyle ben de dağdan ovaya doğru geliyordum.’

Bunu duyan bahçıvan üzülmüş ayının haline ve:

-Ne dersin, bizi kader buluşturdu galiba, gel arkadaş olalım, demiş.

Ayı bu öneriyi sevinçle kabul etmiş. Her ikisi birlikte bahçıvanın bahçesine gitmişler. Günler böylece akıp gitmeye başlamış. Bahçıvanın yalnızlığı bir ölçüde azalmış. Derken günün birinde hiç olmayacak bir şey olmuş. Bahçıvan uyuduğu zaman üzerine konan sinekleri kovalamayı alışkanlık haline getiren ayı, bir gün yine aynı işi yaparken, bakmış ki sinekler bir türlü kaçmıyor. Bunun üzerine ayı yerden kaptığı koca bir taşı sinekleri kovalamak için bahçıvanın sinek üşüşen alnına indirivermiş. Adamcağız böylece göçüp gitmiş öteki dünyaya.

Ne demek gerekir? Ayıdır, ne yapsa yeridir. Ayıdan dost olur mu? Demekten başka!”

Kıssadan hisse: Dostunu, arkadaşını iyi seçeceksin. Zira herkesle dost, herkesle arkadaş olunmaz. Olmayacak kişilerle, dengin olmayanlarla dostluk, arkadaşlık kurarsan eğer, sonunda mutlaka sen zarar görürsün. Onun için dostunu, arkadaşını iyi seçmelisin, akıllı insanlar arasından seçmelisin. Zira dostun aptalı, akılsızı düşmandan ve hatta düşmanın akıllısından daha tehlikelidir!

Kelile’de zaten o nedenle anlatır bu masalı çakal Dimne’ye. Kurnaz çakal Dimne, bunu anlar, anladığı içinde şöyle der Kelile’ye:

– Sen de çok safsın. Ben, efendime kötülük etmek ister miyim hiç?

– Bak Dimne, der Kelile ve şöyle devam eder: Beni kandıramazsın. Alnımda enayi yazıyor mu bir bak bakalım. Aldanıyor görünebilirim, fakat asla kolay kolay oyuna gelmem. Tıpkı akıllı tacir gibi.

– Akıllı tacir mi, o da kim? diye sorar Dimne.

Yeni bir masal daha anlatır Kelile.

– Masal kurnaz bir tacire dairdir. Adı ‘Sabırlı Yılan’ Okuyalım:

“Vaktiyle bir yılan varmış, zamanla yaşlanmış, kurbağa avlayamaz olmuş. Kurbağa dışında bir şey yiyemeyen hayvan, açlıktan ölecek duruma gelmiş. Rüyasında dahi kurbağa eti ve kurbağa kanı görmeye başlamış. Günlerce bu derdine bir çare bulmak için düşünmüş taşınmış. Bin bir türlü plan kurmuş. Sonunda bir yol bulmuş ve ‘en çıkar yol bu’ demiş kendine. Plan gereği kalkıp kurbağalar kralının huzuruna çıkmış. Yılanı gören kral ürkmüş. Bunu gören yılan:

– Korkmayınız efendim, benden size zarar gelmez demiş.

Kurbağaların kralı ezeli düşmanı olan yılanın bu tavrına şaşırmış.

– Ben artık yaşlandım demiş yılan ve şöyle devam etmiş: Geri kalan ömrümü size hizmet ederek geçirmek istiyorum. Hayret ettiniz farkındayım. Fakat size öykümü anlatınca bana hak vereceksiniz. Günün birinde bir kurbağanın peşine düşmüştüm. Amansız bir şekilde izlerken, kaybettim onu. Bir dervişin evine girmişti. Ben de arkasından içeri daldım. Ağzıma yumuşak bir şey dokundu. Hemen ısırdım, meğer dervişin küçük çocuğunun ayağını ısırmışım. Adam beni fark etti. Kaçmaya çalışırken yakaladı beni. Bana kurbağalara binek olarak hizmet etme cezası verdi. Eğer kaytarırsan seni öldürürüm dedi. Ben de bunun üzerine buraya size hizmet etmeye geldim. Artık emrinizdeyim. Nereye isterseniz oraya taşırım sizi.

Yılanın bu kurnaz öyküsüne kurbağalar kralı inanmış. Zavallı kral o günden sonra nereye giderse yılanla gider olmuş. Hiç bir şey yiyemeyen yılanın  iyice zayıfladığını gören kral:

Yahu açlıktan ölecek bir duruma geldin. Niçin bir şey yemiyorsun? diye sormuş.

Yılan kendisini acındırarak:

Efendimiz, kurbağadan başka bir şey yiyemem ben. Dervişe, sizin hizmetinizde olacağıma dair söz verdim. Bu durumda kurbağa da avlıyamıyorum. Yapacağım bir şey yok.

Kurbağaların kralı yılana acımış ve:

– Ölmek üzerek olan kurbağaları sana vereceğim, demiş. Ve o günden sonra sadece ölmek üzere olanları değil, zamanla sağlıklı kurbağaları da birer ikişer vermeye başlamış.”

Kıssadan hisse. Toplum hayatında ve insanlar arasında da yılan gibi insanlar vardır. Sinsi, yalancı, çıkarcı. Bunları iyi tanıyacak ve onlara inanmayacaksın. Değil ise ne olur? Sana kendi hemcinslerini, kendi yakınlarını dahi harcatırlar. Onun için insan yüzüne gülse dahi düşmanına karşı dikkatli olmalıdır. Zira eski düşmandan dost olmaz.

Bir başka masal, adı ‘Kekliği Taklit Eden Karga” Okuyalım:

“Karganın biri, kırda bir keklik görmüş. Tüylerinin rengini, sekerek yürümesini çok beğenmiş. Bende böyle yürüyebilirim demiş, keklik gibi yürüyebilmek için denemeler yapmaya başlamış. Denemiş, denemiş ama bir türlü keklik gibi yürümeyi becerememiş. Yapamıyorum diye vazgeçmiş sonunda ve kendisi gibi yürümeye karar vermiş. Görmüş ki, kendisi gibi, eskisi gibi yürüyemiyor. Ayakları birbirine dolanıyor, ikide bir tökezliyor, topallıyor. Eski haline dönememiş ve öylece kalmış. Yani kuşlar içinde yürüyüşü en şekilsiz, en karaktersiz, sekişi diğer bütün kuşlardan daha garip bir kuş olmuş çıkmış.”

Bir hükümdar, bir insan, kendi özelliklerinden uzaklaşmamalı, kendisine yabancılaşmamalı, başkalarını taklit etmemeli, ne ise o olmalıdır. Değil ise zaman içinde kendisi olmaktan çıkar, kişiliğini kaybeder, tanınmaz hale gelir.

Dal rüzgarı affetse de kırılmıştır bir defa” der eskiler.  Daha yenilerden Tuna Kiremitçi o güzel dizelerinde    “ Dal rüzgarı affeder / Ama kırılmıştır bir kere / Her gün yeni bir keder bulur / Yakıştırır göğsüne / Günler uzar, yıl olur / Aslında hepsi aynı hikaye / Dal rüzgarı affetse bile / Kırılmıştır bir kere / Cam yapışır, kalp yapışmaz” diye yazar.

Bir Fransız, 1901 Nobel Edebiyat Ödüllü Fransız şair Sully Prudhomme yıllar, yıllar ötesinden ‘Kırık Vazo’ isimli şiiriyle; “Seven el de çok defa, sevdiğini okşarken / Farkında olmayarak, kalbinde yara açar / Kırılır kalp sessizce, hiç mi hiç sezdirmeden / Sevginin çiçeği kısa zamanda solar /…/ Kimsecikler göremez olup biten bu işi / Yara büyür gizlice, işler hep daha derin / Kahredici derdine deva bulmaz o kişi / Billûr gönül kırıldı, dokunayım demeyin.” diyerek ses verir zamanımıza.

Beydaba’da bu seslenişlere ve duygulara ‘İki Güvercin’ isimli masalıyla can ve ruh verir binlerce yıl öteden. Okuyalım:

“Bir zamanlar, bir yerlerde yaptıkları sıcak yuvalarında birlikte, huzur içinde ve mutlu yaşayan iki güvercin varmış. Birisi beyaz tüylü, beyaz paçalı dişi bir güvercin, diğeri kahverengi paçalı erkek bir güvercin. Karı koca iki güvercin. Bu iki güvercin, ortak yuvalarında birlikte yaşar, birlikte uçar, topladıkları yiyecekleri birlikte yer, mutluluk içinde yaşarlarmış. Kış gelmeden çalışıp didinerek topladıkları buğday ve arpa taneleriyle kışa hazırlanan karı koca güvercinler, kendi aralarında kışa kadar bu yiyeceklere dokunmama kararı almışlar. Bu kararı aldıklarında yağmurdan ıslanan buğday ve arpalar şişkin oldukları için çok görünüyormuş. Derken erkek güvercin bir iş seyahatine çıkmış. Döndüğünde kuruduğu için küçülen ve azalan buğdayları ve arpaları görünce, karısına neden buğdayları kış gelmeden yedin diye bağırıp çağırmaya başlamış. Karısı yemedim dese de erkek güvercinin öfkesi geçmemiş, bağırıp çağırmayı sürdürmüş. İncinen, kırılan karısı yuvayı ve eşini terk etmiş, almış başını uzaklara gitmiş. Kış gelmiş, arpa ve buğdaylar ıslanınca yeniden şişmiş ve eski hallerine dönmüş. O zaman erkek güvercin karısına karşı yanlış yaptığını, haksızlık yaptığını anlamış ve yaptıklarından, söylediklerinden dolayı pişman olmuş. Ben şimdi onsuz ne yapacağım diye kara kara düşünmeye ve ağlamaya başlamış!

Kıssadan hisse. İyice düşünmeden, işin aslı ne diye araştırmadan, aceleyle ve öfkeyle sevdiklerimizin kalbini kırarsak eğer, ağlamanın, sızlamanın, pişman olmanın ne yararı olur? Hiçbir yararı olmaz. Zira dal rüzgarı affetse de kırılmıştır bir kere. Kırık vazo, kırık cam yapışır belki ama kırık bir kalp bir daha asla yapışmaz!