‘İnsani faaliyetlerin birincil erdemleri olan hakikatten ve adaletten asla ödün verilmemelidir.’ John Rawls

BİR ADALET TEORİSİ

İngilizceden Türkçeye çevirmek için bir süreden bu yana yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığım Amerikalı Siyaset Bilimci John Rawls’un ‘A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabının ‘İçindekiler’ bölümü ile Rawls’un kitabının birinci baskısı için 1971 ve genişletilmiş ikinci baskısı için 1990 yıllarında yazdığı önsözlerin ve yine bir kısım aktivistin ülkemizde de öncülüğünü yaptıkları ‘Vicdani Ret’ ile ilgili olan ‘Vicdani Reddin Tanımlanması’ ve ‘Vicdani Reddin Haklılaştırılması’ başlıklı bölümlerinin Türkçe tercümesini daha önce sizinle paylaşmıştım.

Açık söylemek gerekir ise, her iki paylaşım da, benim tahminimden çok daha fazla ilgi gördü. Öyle ki, telefonla, e-posta yoluyla veya bizzat yanıma gelen tanıdığım tanımadığım pek çok kişi, yayınlanan bölümleri ilgiyle okuduklarını, kitabın tercümesini merakla beklediklerini ifade ve tercüme edilen bölümleri bloğumda kısım kısım paylaşmamı istediler.

Bu istek ve ilgiye kayıtsız kalmamak adına, kitabın ülkemiz yönünden de çok önemli olan ve hatta günümüzde ülkemizin terörle birlikte en önemli sorununu oluşturan adaletle ilgili bir bölümünün tercümesini aşağıda okumanıza sunuyorum.

Ama bundan önce Rawls’un adaletle ilgili düşünceleri üzerine bazı şeyler söylemek istiyorum. Şöyle ki; Geleneksel sözleşme teorisyenleri olan Locke’un, Rousseau’nun, Hobbes’un çağdaş izleyicisi olan Rawls, adalet kuramını anlattığı ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabında, kendi toplum sözleşmesini daha soyut, daha ayrıntılı bir temel üzerine kurar. Yukarıda isimlerini saydığım geleneksel sözleşme teorisyenlerinin sözleşmelerinde olduğu gibi, Rawls’un sözleşmesi de tarihsel bir gerçeklik değil, hukuksal, siyasal, düşünsel, felsefi ve sosyolojik bir kurmacadır. Yani fiktiftir, yani varsayımsaldır. Adalet anlayışı konusunda onu diğer düşünürlerden ayıran en önemli husus, teorisinin temelini toplumdaki tüm değerlerin dağıtımının gelir ve refahla sınırlı olmaması, özgürlük gibi, siyasal güç gibi, hayatın sunduğu fırsatlar gibi değerler üzerine kurulu olmasıdır.

Rawls’un adalet üzerine olan bu çalışmasının bir diğer özelliği, kendisinin de ifade ettiği üzere, bu çalışmanın, Anglo-Sakson siyasi düşüncesini uzun bir süreden bu yana çekip çeviren faydacılık/utilitarianism kuramına, sistemli ve kabul edilebilir bir alternatif oluşturacak bir adalet kavramı olmasıdır. Rawls’a göre böyle bir alternatif oluşturmak istemesinin birinci nedeni, faydacılık kuramının anayasal demokrasi kurumları temelinin zayıflığıdır.

Değerli akademisyen Prof.Dr.Mehmet Kocaoğlu’nun ‘John Rawls- Adalet Teorisi ve Temel Kavramlar’ isimli gerçekten okunmaya değer eserinde ifade ettiği üzere ‘Rawls, adil bir toplumda toplumsal işbirliğinin nasıl inşa edileceğine ilişkin izlenecek yolu sorgularken bunun Tanrı iradesine ve ahlaki değerler düzenine  bağlı yapılamayacağını, toplumsal işbirliğinin aktörleri olan eşit ve özgür bireylerin karşılıklı avantajı üzerine bir anlaşmayla mümkün olacağını belirtmektedir. Rawls’un  teorisinde bu anlaşmaya orijinal pozisyon aracılığıyla ulaşılmaktadır .’

Rawls’a göre ‘orijinal pozisyon/başlangıç durumu’, geleneksel sözleşme teorilerindeki ‘tabii hal’ durumuna, yani doğa durumuna tekabül eden bir kavramdır. Bu aynı zamanda adalet ilkelerinin seçilmesinde işlevsel olan düşünsel ve fakat tarafsız bir zemindir. Rawls’un ifadesiyle orijinal pozisyon/başlangıç durumu, ‘eşit ve özgür bireylerin, adil işbirliği temelinde birleştikleri, bunun koşullarını belirledikleri ve yine bütün bunların kamusal kabul edilebilirliğini aradıkları bir pozisyondur.’ Kurmaca, yani varsayımsal bir durum olan orijinal pozisyondaki/başlangıç durumundaki insanlar, ‘veil of  ignorance/ bilinmezlik perdesi’ ardında, alternatif adalet ilkelerini tartışmakta, bu ilkelerin ihtiyaçları karşılamasının gerekliliği içinde hareket etmekte, özgür ve eşit bireyler olarak adalet ilkelerini bu bilinçle ve bizzat kendileri seçmektedirler.

Rawls’a göre orijinal pozisyonun/başlangıç durumunun esaslı özellikleri arasında, hiç kimsenin o kişinin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmediği gibi, o kişinin kendisinin, doğal varlıkların, yeteneklerin, zekanın, kuvvetin ve benzeri diğer şeylerin dağıtılmasındaki kendi şansını bilmemesi de vardır. Ve hatta Rawls, bu durumda olan tarafların, kendi iyi kavramları ile özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini varsayar. Adalet ilkeleri bir cehalet/bilinmezlik perdesinin arkasından seçilmiştir. Seçimin bu şekilde yapılmış olması, Rawls’a göre doğal bir şans veya beklenmedik durumlar tarafından belirlenen seçim ilkelerinin, hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını sağlar. Herkes benzer bir şekilde konumlandığında, hiç kimse kendi lehine ya da aleyhine olan ilkeleri biçimlendirme gücüne sahip olamaz ve dolayısıyla adalet ilkeleri bir pazarlığın ve adil bir anlaşmanın sonucunda oluşur.

Bu kısa bilgilendirme sonrasında kitaba dönelim ve Rawls’un adalet teorisiyle ilgili özgün ve gerçekten ilginç görüşlerini okuyalım.

BÖLÜM BİR. TEORİ

KISIM I. HAKKANİYET OLARAK ADALET


Bu kısımda kendi geliştirdiğim adalet teorisinin önemli yönlerini taslak olarak sunacağım. Sunumum şekli olmayıp daha sonra ayrıntılı olarak yapılacak olan argümanlara ulaşmayı amaçlayan bir hazırlıktır. Bu incelemem ile daha sonra yapacağım incelemeler arasında kaçınılmaz olarak bir örtüşme vardır. İncelememe, toplumun temel yapısındaki adalet öznesinin kısa bir değerlendirmesini yapmakla ve toplumsal işbirliğinde adaletin işlevini tanımlamakla başlayacağım. Daha sonra geleneksel sosyal sözleşme kavramına daha yüksek düzeyde soyutlamalarla ulaşmak ve adalet teorisini genelleştirmek için hakkaniyet olarak adalet fikrinin ana hatlarını sunacağım. Toplumun yoğunlaşan yapısı adalet ilkeleri üzerine olan orijinal anlaşmanın öncülük ettiği başlangıç durumunun belirli usulü sınırlamalarının şekil verdiği argümanlarla yer değiştirmiştir. Yine çelişkileri gidermek ve bunlara açıklık getirmek amacıyla adaletin geleneksel faydacılık ile kurumsal yönlerini ele alacağım ve yine bu görüşler ile hakkaniyet olarak adalet kavramı arasındaki farklılıkları inceleyeceğim. Asıl amacım felsefi geleneğimize uzun zamandan bu yana egemen olan bu doktrinlere karşı geçerli bir seçenek oluşturacak bir adalet teorisi üzerinde çalışmaktır.

ADALETİN ROLÜ

Düşünce sisteminin bir gerçeği olarak adalet, sosyal kurumların en önde gelen erdemidir. Ne kadar iyi düzenlenmiş ve verimli olurlarsa olsunlar, kanunların ve kurumların adil olmamaları durumunda yürürlükten kaldırılmalarında veya değiştirilmelerinde olduğu gibi, eğer bu görüş doğru değil ise, seçkinci ve ekonomiksel teorinin reddi gerekir. Eğer adalet, bir bütün olarak toplumun refahını sağlayamayacak ise, hiç kimse adalet üzerindeki bozulmalara sahip çıkmamalıdır. Zira adalet, başkalarıyla paylaşılan daha büyük bir iyilik için hak olarak kabul edilen özgürlük kaybını reddeder. Daha fazla sayıdaki insanın lehine olan ve ağırlığını onlar için koyan özverinin dayatılmasına izin verilmemelidir.  Bundan dolayı adil bir toplumda yurttaşların eşit özgürlükleri çözümlenmiş olmalı; adalet tarafından korunan haklar sosyal menfaatlere veya siyasal pazarlıklara konu olmamalıdır. Bize bu konuda izin verecek yegane şey, bu teori içindeki hatanın daha iyi olandan eksik olmasına rıza göstermek olmalı; aynı şekilde, adaletsizlik, sadece daha büyük bir adaletsizlikten kaçınmak için hoş karşılanmalıdır. İnsani faaliyetlerin birincil erdemleri olan hakikatten ve adaletten asla ödün verilmemelidir.

Bu önermeler, adaletin önceliğine ilişkin olan bizim sezgisel kanaatimizin bir açıklaması olarak görülebilir. Elbette bunlar oldukça güçlü biçimde ifade edilecektir. O nedenle, ben, her bir olay temelinde, bu veya buna benzer tartışmaların seslendirilip seslendirilmeyeceğini, eğer seslendirilecek ise bunlara değer verilip verilmeyeceğini incelemek istiyorum. Bu iddiaların yorumlanmasının ve bunlara değer verilmesinin ışığı altında ve bu amaçla bir adalet teorisi üzerinde çalışılması gerektiğine inanıyorum. Onun için bu çalışmaya adalet ilkelerinin işlevini inceleyerek başlayacağım. Fikirleri sabitlediğimizi, toplumun az ya da çok kişisel doyuma ulaşmış kişilerin birlikteliğinden oluştuğunu, bu kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinde belirli davranış kurallarını ve bunların bağlayıcılığını kabul ettiklerini ve yine bu kişilerin önemli bir kısmının bu kurallara uygun davrandıklarını varsayalım. Daha da ötesini, bu bağlamda bu kuralların bir işbirliği sistemi ve bu sistemin içinde yer alanların iyiliği için düzenlendiğini düşünelim. Daha sonra, toplumun iki taraf lehine olan bir işbirliği girişimi içinde olmakla birlikte, bunun menfaat kimliği tarafından olduğu kadar, bir çatışma tarafından da tipik olarak işaretlendiğini kabul edelim. Kuşkusuz her insan kendi kişisel çabasıyla ve tek başına yaşayabilir. Ama yine de,  sosyal işbirliğinin kurulduğu andan itibaren ve daha iyi bir hayat yaşayana kadar, insanların tamamının arasında kimlik çıkarları konusunda bir çatışma vardır. Kendi sonlarını aramayı sürdürmek için daha küçük bir pay yerine daha büyük bir payı tercih eden her insanın, işbirliği içinde olmanın ürettiği büyük menfaatlerin dağıtılmasına kayıtsız kalmayacağı noktaya kadar bu menfaat çatışması devam eder. Avantajların bölüşülmesini belirleyen değişik sosyal düzenlemeler arasında seçim yapılabilmesi ve payların orantılı olarak dağıtıldığı bir anlaşmanın imzalanması için bir dizi ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilkeler sosyal adalet ilkeleridir; bu ilkeler, sosyal işbirliğinin getirdiği yüklerdir ve menfaatlerin uygun biçimde dağıtılmasını tanımlarlar ve yine toplumdaki temel kurumlar içindeki hakların ve ödevlerin tahsis edilmesinin yolunu bu ilkeler sağlar.

Şimdi, sadece üyelerinin lehine olarak değil, aynı zamanda kamusal adalet kavramı tarafından da etkili biçimde düzenlenen bir toplumun iyi-düzenlenmiş bir toplum olduğunu söyleyebiliriz. Bu toplum, içindeki (1) herkesin adaletin aynı ilkelerini başkalarının da kabul ettiğini bilen ve kabul eden; (2) bu ilkelerin temel toplumsal kurumlarca genellikle tatmin edildiği ve tatmin edildiğinin genel olarak bilindiği bir toplumdur. İnsanların başkalarından aşırı talepte bulunduğu böyle bir durumda, insanlar, kendi iddialarının karara bağlanmış olduğunu ve bu konuda ortak bir görüşün oluştuğunu asla bilemezler. Eğer insanların öz-çıkar eğilimleri, başkalarına karşı uyanık olmalarını gerektiriyorsa, kamusal adalet duygusu onlara, güvenlik birlikteliğinin hep beraber yapılmasının gerekli olduğunu söyler. Bir adalet kavramını, farklı amaç ve hedefleri olan insanlar kendi aralarında paylaştıklarında, bu sivik bir dostluk bağının kurulmasını sağlar ve adalet için olan bu genel arzu başkaca uçların peşinde gidenleri sınırlar.  Bu durumdaki bir kişi, iyi düzenlenmiş insan birlikteliğinin, kamusal adalet kavramının temel şartını oluşturduğunu düşünür.

Neyin adil, neyin gayri adil olduğunun genel olarak tartışmalı olduğu toplumlar, elbette bu anlamda nadiren iyi-düzenlenmiş toplumlardır. İnsanlar, hangi ilkelerin, birlikteliklerinin temel koşullarını tanımladığı hususunda her zaman aynı fikirde olmayabilirler. Yine de biz onların her birinin bir adalet kavramına hala sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bu, onların sosyal işbirliği yükümlülüğünün ve menfaatlerin orantılı olarak dağıtılmasının belirlenmesinde yer almalarından, temel hak ve özgürlüklerin tahsisi konusunda özellikli ilkeleri oluşturmalarından ve bunu kabullenmeye hazırlanmalarından dolayı anlama ihtiyacı içinde olmaları neden iledir. O nedenle, değişik kavramların, oluşturulan değişik ilkelerin işlevinin kesin olarak ifade edilmesinde, adalet kavramının değişik adalet anlayışlarından farklı olduğunu ortaklaşa düşünmek doğal görülebilir.1 Onun için farklı adalet kavramlarına sahip olanlar, kuralların sosyal hayatın lehine olan rekabetçi iddialar arasında uygun bir denge belirlediği ve yine temel hak ve özgürlüklerin insanlar arasında tahsis edilmesinde keyfi bir yaklaşım içinde olunmadığı durumlarda, kurumların adil oldukları konusunda hem fikir olabilirler. İnsanlar, adalet kavramının keyfi bir farklılık içinde olmaması, uygun bir denge nosyonunu içermesi, kabul ettikleri şekliyle adalet ilkelerini yorumlamalarına imkan verilmesi durumunda, adil kurumların bu şekilde açıklanması konusunda anlaşabilirler. İnsanlar arasındaki benzerlik ve farklılıklar, bunlarla bağlantılı olan hak ve ödevler ve yine hangi avantaj farklılığının uygun olduğu belirlenebildiği takdirde, bu ilkeler birbirlerinden ayırt edilebilir.  Adaletin bu ve değişik diğer kavramları arasındaki bu farklılık, açıkça önemli bir sorun oluşturmaz. Bu sadece sosyal adaletin rolünün teşhis edilmesine yardımcı olur.

Bununla birlikte, adalet kavramı içindeki bazı anlaşma ölçüleri, insan topluluğu için tek başına geçerli ve önceden gerekli değildir. Özellikle eşgüdüm, verimlilik ve istikrar gibi başkaca temel sosyal sorunlar vardır. O nedenle, bireylerin planları birlikte olmaya ihtiyaç duyar ve böylece onların etkinlikleri bir diğeriyle rekabet eder ve onlar, hiç kimse olmasa da meşruiyet beklentilerini hep birlikte ve ağır bir hayal kırıklığı olarak taşırlar. O nedenle, bu planların adaletle birlikte verimlilik ve tutarlılık içinde yürütülmesi sosyal sonuçların başarılı olmasına önderlik etmelidir. Ve son olarak, sosyal işbirliği projesi istikrarlı olmalıdır; az ya da çok bir şekilde düzenli, uyumlu ve temel kurallar üzerinde hareket etmeye istekli olmalıdır; müdahaleler olduğunda, daha ileri ihlalleri önlemeye ve aranjmanları tamir etmeye istekli istikrarlı güçler bulunmalıdır. Şimdi bu üç sorunun adaletle bağlantılı olduğu açıktır. Neyin adil, neyin adaletsiz olduğu konusundaki anlama ölçülerinin eksik olması durumunda, bireylerin karşılıklı olarak yararlı olan aranjmanlarını korumayı sağlamak için planlarını etkili şekilde koordine etmeleri açıkça çok zordur. Güvenmeme ve gücenme sivillik bağlarını paslandırır, kuşku ve düşmanlık, insanları, başka zamanlarda yapmaktan kaçınacakları hareketleri yapma konusunda baştan çıkartır. Dolayısıyla adalet kavramlarının farklı rolü, temel hak ve özgürlükleri kesin olarak belirtir ve uygun dağıtım oranlarını belirlerken, kavramın içindeki bir yol, bunu verimliliğin, eşgüdümün ve istikrarın sorunlarının etkisini sınırlayarak  yapar. Biz, genelde adalet kavramını, sadece onun dağıtıcı rolüyle takdir edemeyiz, ne var ki adalet kavramının belirlenmesinde bize faydalı olacak olan da bu roldür. O nedenle adalet kavramının geniş bağlantılarını dikkate almak zorundayız. Zira adaletin belirli bir önselliği/öncüllüğü vardır ve o nedenle kurumların en önemli erdeminin adalet olduğu hususu hala doğrudur. Adalet dışında kalan diğer değerler eşittir. Bununla birlikte, adaletin daha geniş sonuçlar doğurması istenildiği takdirde, bir adalet kavramının bir diğer adalet kavramına tercih edilebilir olması gerekir.

ADALETİN KONUSU

Pek çok şeyin adil veya adil olmadığı söylenebilir: bu sadece hukuk için değil, kurumlar, sosyal sistemler, aynı zamanda kararlar, yargılar ve taahhütler gibi özel icraatlar için de geçerlidir. Nitekim biz ve hatta başka kişiler, insanların davranışlarını ve eğilimlerini adil veya gayri adil olarak nitelendiririz.  Konumuz bundan dolayı sosyal adalettir. Bize göre adaletin birincil konusu toplumun temel yapısıdır, daha kesin olarak söylemek gerekir ise, büyük kurumların temel hakları ve ödevleri dağıtmada ve yine sosyal işbirliğinden doğan avantajların bölünmesinin tespitinde takip ettiği yol adalet üzerine kuruludur. Benim büyük kurumlardan anladığım, siyasal anlamda anayasa, ekonomi ilkesi ve sosyal düzenlemelerdir. Bu nedenle düşünce özgürlüğünün, vicdan özgürlüğünün, rekabetçi pazarların, üretimin aracı olarak özel mülkiyetin, tek eşli ailenin hukuken korunması büyük sosyal kurumların somut örnekleridir. Bunları tek bir proje olarak ele aldığımızda, insanların haklarını ve ödevlerini tanımlayan, hayata dair beklentilerini etkileyen, ne olmayı beklemeleri, nasıl yapmayı umut etmeleri gerektiğini söyleyen şeyin bu büyük kurumlar olduğunu görürüz. Temel yapı, adaletin asıl konusudur, çünkü bu yapının etkileri başlangıçtan itibaren vardır ve bunlar çok derindir. Buradaki sezgisel nosyon, bu yapının değişik sosyal durumların ve değişik koşullarda doğan insanların hayata dair olan değişik beklentilerinin, ekonomik ve sosyal durumlar kadar, kısmen siyasal sistem tarafından da belirlenmesidir. Toplumsal kurumlar, başkaları üzerinden olan belirli başlangıç yerlerini ancak bu şekilde hoş görürler. Bunlar özellikle derin eşitsizliklerdir. İnsanlar henüz firar etme veya layık olma nosyonlarını kullanarak bir doğrulamada bulunmadan, bu kurumlar kapsayıcı olamazlar ama insanların hayatlarındaki değişikliklerin başlangıcını etkilerler. Sosyal adaletin ilk aşamadaki uygulamasında, sanırım bu eşitsizlikler, herhangi bir toplumun temel yapısı içinde kaçınılmazdır. Bu ilkeler, daha sonra siyasal anlamda anayasanın seçimini ve yine ekonomik ve sosyal sistemin en önemli unsurlarını düzenlerler. Sosyal bir sistemin adalet projesi, esaslı olarak, toplumun değişik kesimlerindeki ekonomik fırsatlar ile sosyal şartlara ve yine temel hak ve ödevlerin ne şekilde tahsis edildiğine bağlıdır.

Benim incelememin alanı iki yol ile sınırlıdır. Ben öncelikli olarak adalet sorununun özel durumuyla ilgiliyim. O nedenle, genel anlamda ulusların adalet sistemlerinin işleyişini ve devletlerarası ilişkiler hariç adalet kurumlarını ve bunların sosyal pratiklerini incelemeyeceğim. (*58) Ama eğer birisi adalet kavramının uygulanmasına, bir şeylerin bölüştürülmesinin lehe veya aleyhe olduğu varsayımıyla yaklaşırsa, o durumda bizim adalet kavramının sadece o şekilde uygulanmasıyla da ilgilenmemiz gerekir. Esasen her durumun var olan temel yapısı bağlamında ilkelerin her zaman tek başına tatmin edici olduğunu varsaymak için herhangi bir neden de yoktur. Bu ilkeler, özel kuruluşların ya da daha az kapsayıcı sosyal grupların kuralları ve uygulamaları için işlemiyor olabilir. Bu ilkeler, gönüllü işbirliği düzenlemeleri veya sözleşme anlaşmaları yapma yöntemleri için belki iyi olabilir ama günlük hayatın örf ve adetleri ile değişik gayri resmi toplantıları için konu dışı kalabilir. Bu özel durumun anlamı açık olmakla, bu özel durum herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Bu durumla ilgili olarak sahip olduğumuz sağlam teori konjonktüre uygundur, öyle olduğu için de adaletin arta kalan sorunları, onun ışığı altında daha söz dinler şekilde ortaya konulacaktır. Böyle bir teori, elverişli modifikasyonlar kullanmak suretiyle bazı sorunları çözmek için anahtar işlevi görmeyi sağlayacaktır.

İncelememizin diğer sınırlaması, benim üzerinde daha çok çalıştığım iyi-düzenlenmiş bir toplumu şekillendiren adalet ilkeleri üzerine olacaktır. Herkes adil hareket etmeyi ve kendi alanı içinde adil kurumları her şeyin üstünde tutacak şeyleri yapmayı kabul etmelidir.  Hume’un işaret ettiği gibi adalet, ihtiyatlı, kıskanç bir erdem olmakla birlikte, biz hala adil bir toplumun mükemmelliğinin neye benzediğini soruyor olabiliriz.2  Ben o nedenle, öncelikli olarak, kısmen itaat teorisinin tam tersi olan ve katı itaat olarak isimlendirdiğim hususu inceleyeceğim. (**25,39) Daha sonra bizim adaletsizlikle nasıl uğraşmamız gerektiğini gösteren ilkeler üzerinde çalışacağım. Bu çalışma, ceza teorisi, haklı savaş doktrini, gayri adil yönetimlere muhalefet etmenin değişik yolları olan ve devrimden militan direnişe kadar sıralanan sivil itaatsizliğin ve vicdani reddin haklılaştırılması gibi konuları kapsamaktadır. Yine onarıcı/telafi edici adalet ve kurumsal adaletsizliğin bir şeklinin bir diğer şekliyle tartılması gibi sorunlar da bu çalışma kapsamında incelenecektir. Açıkça ifade etmek gerekir ise, acil ve zorlayıcı olan husus kısmi itaatle ilgili sorunlardır. Bunlar bizim günlük hayatımızda karşı karşıya geldiğimiz olgulardır. İdeal teoriyle başlamamın nedeni, daha baskın olan sorunların sistemli kavrama temelini bu teorinin vereceğine olan inancımdır. Mesela sivil itaatsizlik incelemesi, buna bağlıdır. (**55-59) Ben, o nedenle ve en azından mükemmelen adil bir toplumun amaçlarının ve doğasının adalet teorisinin temel yapısı olduğunu ve daha derin bir anlayışın bir başka yolla kazanılmayacağını varsayacağım.

Hiç kuşkusuz, temel yapı kavramı biraz belirsizdir. Bunun hangi kurumları ve özellikleri kapsadığı her zaman açık değildir. Ama bu sorun üzerinde burada  endişe duymak zamansız olacaktır. Ben bu konuda, sezgisel anlayış olarak neyin temel yapının parçası olarak mutlak şekilde uygulanacağına ilişkin ilkeleri inceleyerek ilerleyeceğim: bundan sonra bu yapının belli başlı unsurlarının ne şekilde ortaya çıkabileceğini kapsayacak şekilde bu ilkelerin uygulanmasının genişletilmesini deneyeceğim. Belki de bu ilkeler, benzersiz ve genel olarak ama mükemmel bir şekilde ters yüz edilmiş olacaktır. Ama yine de sosyal adaletin önemli pek çok olgularına uygulanması için bence bu yeterlidir. Burada akılda tutulması gereken nokta, temel yapı için adalet kavramının adaletin hatırına değmesidir. Adaletin ilkeleri her yerde tatmin edici olmadığı için onun ilkelerini atlamamak gerekir.

Sosyal adalet kavramı, daha sonra ve ilk aşamada toplumun temel yapısının değerlendirilmesinde standart sağlayan bir dağıtıcı görünüş olarak kabul edilmelidir. Ne var ki, bu standart, temel yapı ve sosyal düzenlemeler için, adil veya gayri adil şeylerde olduğu gibi liberal ve illiberal, yeterli veya yetersiz olan şeylerde de, diğer erdemlerin ilkelerinin tanımlanmasında genel olarak bir şaşkınlık yaratmaz.  İlkeleri tanımlayan tam bir kavram, temel yapının bütün erdemleri üzerinde bir çatışma olduğunda, kendi ağırlıklarıyla birlikte bir adalet kavramından çok daha fazladır: bu sosyal bir idealdir. Adalet ilkeleri, böyle bir kavramın parçasıdır, hatta en önemli parçasıdır. Bir sosyal adalet ilkesi, sosyal işbirliğinin amaçlarının ve hedeflerinin anlaşılması yolunda, toplum kavramıyla ve bir sıra içinde bağlantısı olan bir vizyondur. Adaletin değişik kavramları, insan hayatının fırsatlarının ve doğal gerekliliklerinin görüntüsünün karşında olmanın arka planının tam tersi olan toplumun değişik nosyonlarıdır.

Bir adalet kavramını tam olarak anlayabilmek için sosyal işbirliği kavramını, bu kavramın türetildiği noktadan daha belirgin hale getirmemiz gerekir. Ancak bunu yaparken, adalet ilkelerinin özel rolüne ilişkin bakış açısını veya bunların uygulandığı temel konuyu kaybetmemiz gerekir. Ben bu başlangıç vurgulamalarında, yarışan iddialar arasında uygun bir denge anlamında olan adalet kavramını, dengeyi tespit eden bağlantılı düşüncelerin ilgili olduğu ilkeler kümesi olarak adalet kavramından ayırıyorum. Aynı şekilde, sosyal idealin bir parçası olarak adaletin, aynı zamanda benim önerdiğim teorinin günlük algıyı genişletmeyeceği hususunda kuşku yaratmayacağı düşüncesindeyim. Bu teori sıradan anlamları tanımlamak için değil, toplumun temel yapısı için belirli dağıtıcı ilkeler adına önerilmiştir. Ben, kabul edilebilir herhangi bir etik teorinin bu temel sorunun ve bunun ilkelerinin, bunlar her ne olurlarsa olsunlar, adalet doktrinini meydana getirdiğini varsayıyorum. Benim tanımlamak için esas aldığım adalet kavramı, hakların ve ödevlerin tahsis edilmesindeki ilkelerin rolünü ve sosyal adalet ayrımının uygunluğunu esas alan bir anlayıştır. Adalet kavramı bu rolün bir yorumlanmasıdır.

Bu yaklaşım gelenekle uyumlu görülmeyebilir. Ama ben bu yaklaşımın işlevselliğine inanıyorum. Aristo’nun ve bundan türetilen benzer nitelikteki formülasyonların adalete verdikleri önemli duygu, pleonexia’dan (mecazi oburluktan) sakınmaktır ki, bu, bir kişinin, kendisi için, mülkü için, ödülü için, işi ve benzeri şeyleri elde etmesi için başkalarına ait olan bazı avantajları veya verdiği sözü yerine getirmeyi, borcunu geri ödemeyi, başkalarına saygı göstermeyi inkar etmesidir.3 Bu tanımın, icraatlara ve karakterlerinin devamlı bir unsuru olarak adil olmak yönündeki arzuları etkili ve ciddi olan ve olabildikleri ölçüde adil olmayı düşünen insanlara uygulanmak üzere tasarlandığı aşikardır. Aristo’nun tanımı, neyin uygun olarak bir insana ait olması ve neyin ona göre olduğu konusunda açık bir ön varsayımdan ibarettir. Ben o nedenle, bu şekilde hak edilenlerin,  yoğun olarak sosyal kurumlardan ve bu kurumların geliştirdiği meşru beklentilerden türetildiğine inanıyorum.  Aristo’nun bununla hem fikir olmaması için hiçbir neden yoktur, çünkü o kesinlikle bu iddialar adına olan mutlak bir sosyal adalet kavramından yanadır. Benim uyarladığım tanım, en önemli olguya, yani adaletin temel yapısına doğrudan uygulanmak üzere biçimlendirilmiştir. Bunun geleneksel nosyonla çatışan herhangi bir yönü de yoktur.


(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

1.Burada H.L.Hart’ın, ‘The Concept of Law/Hukuk Kavramı’, Oxford, The Clarendon Press, 1961, pp.155-159’u takip ediyorum.

2.‘An Enquiry Concerning the Principles of Morals/Ahlak İlkelerine İlişkin Bir Araştırma’, sec.III, pt.1, par.3, ed.L.A.Selby –Bigge, 2nd edition (Oxford,1902), p.184

3) ‘Nicomachean Ethics.’ 1129b-1130b5. Gregory Vlastos’un ‘Justice and Happiness in The Republic/Cumhuriyette Adalet ve Mutluluk’daki yorumunu takip ettim; ‘A Collection of Critical Essays/Kritik Makaleler Koleksiyonu’, Vlastos tarafından basıma hazırlanmıştır.(Garden City, N.Y.Doubleday and Company,1971), vol.2, pp70f. ‘For a Discussion of Aristotle on Justice/Aristo’nun Adalet Üzerine Bir İncelemesi.’ Bakınız W.F.R.Hardie. ‘Aristotle’s Ethical Theory/Aristo’nun Etik Teorisi’ (Oxford, The Clarendon Press, 1968) ch.X.