Çok yorgunum, beni bekleme kaptan,
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman,
Beni o limana çıkaramazsın.
NAZIM

BİR RÜYADAN UYANMAK!

Pek çok kişinin hayata dair beklentilerinin arasında çınarlı, kubbeli, mavi bir limana gitmek, orada demirlemek, denizin mavi yeşil derinliklerine, gökyüzünün maviye boyanmış sonsuzluğuna dalıp gitmek vardır mutlaka. Ama pek çok insan ya o limana kendisini götürecek ve çıkaracak bir kaptan bulamadığı ya da hayallerini ertelediği, hep ertelediği için gitmemiş veya gidememiştir oraya. Kim bilir, belki de yorgun, çok yorgun olduğu ve seyir defterini başkaları, hep başkaları yazdığı için gitmemiş, gidememiştir o limana.

O nedenle, bu nedenle ya da başka bir nedenle o limana gidemeyenlerden birisi de benim mesela. Belki de onun için hep hayallerimde, rüyalarımda yaptım o seyahatleri. Yapamadığım için de hikayesini yazmadım o limanların, o çınarlı, kubbeli, mavi limanların. Başka yolculukların hikayelerini yazdım ama yapmadığım, yapamadığım o tür bir yolculuğun hikayesini yazmadım, yazamadım.

Şimdi durup dururken neden ve nereden mi keşfettim bu sevdaları birden? Dün gece rüyamda böyle bir yolculuk yaptım da ondan! Dün gece rüyamda, bilmediğim bir limandan, bilmediğim bir gemiye bindim. Yahya Kemal’in o güzel şiirinde yazdığı gibi meçhule giden bir gemiye bindim. Benden başka insanlar da vardı gemide. Hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim insanlar. Yolculuk boyunca ne ben onlarla konuştum, ne de onlar benimle konuştular. Ara sıra birbirimize baktık sadece. Bazen dalgalı ve rüzgarlı, bazen de dalgasız, dalgasız olduğu için sakin, çok sakin ve bir denizde yolculuk ettik birlikte. Gemideki o insanların hepsinin yüzünde tarifsiz bir mutluluk, gülümsemelerinde bir incelik, oturup kalkmalarında bir zarafet vardı. Biraz da hüzün vardı bakışlarında.

Geminin ince uzun güvertesindeki akşam yemeğine oturduğumuzda, benim çok sevdiğim Albinoni’nin ‘Adagio in G Minor’u çalıyordu. Ve ben olağanüstü lezzetteki kırmızı şarabın eşliğinde, keyifle, çok büyük bir keyifle Albinoni’nin bu gerçekten sıra dışı bestesini dinliyordum. Besteyi dinlemenin verdiği tarifsiz keyfin etkisinde olduğundan olacak, hiç kimsenin sesi çıkmıyor, ne çatal, ne de bıçak sesi duyuluyordu.

Sonra usta bir piyanist geldi. Oturdu piyanonun başına ve Beethoven’un ‘Historia de Amor’unu çalmaya başladı. Sonra başka, başka piyano eserlerini seslendirdi. Gecenin sessiz karanlığında piyanonun tuşlarının çıkardığı o ahenkli sesten başka hiçbir ses yoktu etrafta. Birbirinden zarif çiftler dans etmeye başladılar sonra. Gecenin karanlığında yol alan gemide zaman öylece akıp gitti. Sonra, sonra herkes kamarasına çekildi. Ben de uyumaya gittim. Uyandığımda güneş doğmuş, hava aydınlanmış, yeni bir gün başlamıştı. Özdemir Asaf’ın dediği gibi ‘Sabah buraya yeni bir dünya gibi geldi, öylesine süslü, öylesine sade‘ bir gün başlamıştı.

Gemideki o ilk gecenin sabahında yeni bir güne uyanmamın arkasından rüyam bitti ve ben gerçekten uyandım. Gerçek hayatımın yeni bir gününe uyandım. Uyandığım gün yeni bir gündü, sade bir gündü ama öyle çok süslü bir gün değildi. Alanya’daki rahmetli babamdan miras kalan evin deniz gören balkonuna oturdum, kendime bir kahve yaptım. Zihnimi boşaltmak, zihnimdeki çöpleri atmak için hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmemeye çalışarak bir yandan kahvemi yudumladım, diğer yandan kuş seslerini dinledim. Günün gazeteleri geldi o arada, oturdum gazeteleri okudum. Sonra çalıştım, elimdeki kitaptan tercüme yaptım biraz. Sonra sahile indim yürüdüm, çok uzun yürüdüm. Rüyamı düşündüm, neden uyandım, neden uyandım diye sordum kendime. İnsan rüya görür ama gerçekleri görmek için hep uyanır sonunda diye teselli ettim kendimi. Sonra yakındaki Mahmutlar bucağına geldim. Oraya gittiğimde hep oturduğum kafeye oturdum. Günlerdir yazmak gelmiyordu içimden. Kendi kişisel tarihime küçük bir not düşmek için oturdum bu yazıyı yazdım. Bugün 24 Mayıs 2016. Günlerden Salı ve saat 14.36.