Anlaşılabilir, kabul edilebilir ve akla uygun anlamını taşıyan “makul” kavramı, arama tedbirinde aranan şüphenin derecesi yanında, yargılamanın tamamlanma sürecinde de çokça kullanılmaktadır. “Makul süre” olarak kullanılan soyut kavram ne anlama gelmektedir?

Çünkü kulağa hoş gelen ama içi doldurulmadıkça da somut ve öngörülebilir bir anlam içermeyen “makul süre” kavramının tanımlanması gerekir. “Makul süre” kavramının net ve her yargılamaya uygulanabilecek bir kesinliğinin olamayacağı, değişkenlik göstereceği ve her somut durum için bu kavramın içinde yer aldığı makul sürede yargılanma hakkına uyulup uyulmadığının ayrıca değerlendirilmesi gerektiği ileri sürülebilir.

Nedir bu kulağa hoş gelen, her duruşmada ve her yerde duyduğumuz “makul süre” kavramı?

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin  “Özgürlük ve güvenlik hakkı” başlıklı 5. maddesinin 3. fıkrasında; yakalanan veya tutulan herkesin, makul sürede yargılanma veya yargılama süresince serbest bırakılma hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir.

“Dürüst yargılanma hakkı” başlıklı İHAS m.6/1’e göre; herkes, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul sürede görülmesini isteme hakkına sahiptir. “Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” başlıklı Anayasa m.19/7’ye göre; “Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma ve kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır”.

“Hak arama hürriyeti” başlıklı Anayasa m.36/1’de de, dürüst yargılanma hakkına yer verilmek suretiyle kişinin makul sürede yargılanma hakkına sahip olduğu zımni olarak kabul edilmiştir.

“Ara verme” başlıklı Ceza Muhakemesi Kanunu m.190/1’e göre; “Duruşmaya, ara verilmeksizin devam edilerek hüküm verilir. Ancak, zorunlu hallerde davanın makul sürede sonuçlandırılmasını olanaklı kılacak surette duruşmaya ara verilebilir”.

“Tanımlar” başlıklı CMK m.2’de “makul şüphe” veya “makul süre” kavramları tanımlanmamış ve ne anlama geldikleri ilgili hükümler ile somut olayın özelliklerine bırakılmıştır.

Maddi hakikate, adalete ulaşılması ve dürüst yargılanma hakkı ile yargılama süresi ve dolayısıyla makul sürede yargılanma hakkı çatıştığında hangisinin tercih edilmesi gerekir? Elbette ceza yargılamasının amacı olan maddi hakikate ve adalete ulaşılması tercih edilmeli ve bireyin dürüst yargılanma hakkı gözetilmelidir. Bu noktadan hareketle, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ne kadar kısıtlanabilir? Örneğin; şüphelinin veya sanığın, maddi hakikate ve adalete ulaşma amacı gerekçe gösterilerek, azami tutukluluk süresinin aşılmaması kaydıyla ağır cezalık bir işten dolayı yıllarca tutuklu bulundurulması mümkün olabilir mi?

Makul sürede yargılanma hakkı ihlal edildiğinde, şüpheli veya sanığın lehine veya aleyhine olabilecek sonuçlar ortaya çıkabilir. Tutukluluk süreci uzatıldığında ve yargılama bitirilemediğinde sanığın mağdur olacağı ve dürüst yargılanma hakkının içinde yer alan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edileceği tartışmasızdır. CMK m.190/1’de prensip olarak, kovuşturma aşamasında yer alan duruşmanın ara verilmeksizin ve hızlı bir şekilde sonuçlandırılması kabul edilmiştir. Ancak zorunlu hallerde, davanın makul sürede sonuçlandırılmasını engellemeyecek biçimde duruşmaya ara verilebilir. Böylece kanun koyucu, hem dürüst yargılanma hakkının korunması ve hem de yargılamanın makul sürede, yani bir an evvel ve gecikmeye mahal verilmeksizin bitirilmesini öngörmüştür. Bu anlayış, birinin diğerine tercih edilmesi değildir.

Geç gelen adaletin gerçek adalet sayılmaması, geciken yargılamanın masumiyet/suçsuzluk karinesinin bir yansıması olan aklanma hakkını ihlal etmesi, geciken yargılamadan dolayı şüphelinin, sanığın, mağdurun ve toplumun yaşadığı kayıplar yaralayıcı boyutlara varabilir.

Makul sürede yargılanma hakkı; yalnızca kovuşturmanın yerel mahkeme aşamasını değil, yargılamanın soruşturma ve kovuşturmanın temyiz evrelerini de kapsar. İddiaya konu suçun işlendiği tarihten kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesine ve özellikle yargılamanın kesin hükümle bitişine kadar geçen sürenin, somut olayın özellikleri bakımından kabul edilebilir olması gerekir.

Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü’nün 10.03.2015 gün ve 2014/1207 başvuru numaralı kararının 21. paragrafının ilk cümlesine göre;“Ceza muhakemesinde yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken sürenin başlangıcı, bir kişiye suç işlediği iddiasının yetkili makamlar tarafından bildirilmesi veya isnattan ilk olarak etkilendiği arama ve gözaltı gibi bir takım tedbirlerin uygulanması anı ya da kamu davasının açıldığı tarihtir”.

Aynı kararın 24 ve 25. paragraflarına göre; “Başvurunun değerlendirilmesi neticesinde, başvuruya konu ceza davası; hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf sayısı gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık olmaktan uzaktır. Başvurucunun tutum ve davranışlarıyla ve usuli haklarını kullanırken özensiz davranmasıyla yargılamanın uzamasına önemli ölçüde sebep olduğu da söylenemez. Anılan davaya bütün olarak bakıldığında, somut başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve sözkonusu altı yılı aşkın süredir devam eden yargılama sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.

Açıklanan nedenlerle, başvurucunun Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir”.

Anayasa Mahkemesi İkinci Bölümü’nün 15.10.2015 gün ve 2013/1579 başvuru numaralı kararının 88, 89 ve 90. paragraflarına göre;Bu kararla birlikte neticelenen yargılama süresinin toplam 5 yıl 10 ay 15 gün olduğu anlaşılmaktadır.

Hukuk sistemimizde idari yargı alanında yer alan uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama süresini aştığı yönündeki tespitlere İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi tarafından verilen birçok ihlal kararında yer verilmiş olup özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar ve Danıştay nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun yargılama sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından -özellikle 2577 sayılı Kanunda yer alan usul hükümleri de gözönünde bulundurularak- makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiş olup (Selahattin Akyıl, §§ 54-60), başvuruya konu davada yer alan kişi sayısı ve talep konusu gözönüne alındığında başvuruya konu yargılamanın karmaşık bir nitelik arz etmediği, davaya bütün olarak bakıldığında 2577 sayılı Kanunda yer alan usul hükümlerine tabi bir yargılama sürecine ilişkin somut başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve sözkonusu beş yıl on ayı aşkın yargılama süresinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.

Açıklanan nedenlerle, başvurucuların Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir”.

Anayasa Mahkemesi 10.03.2015 gün ve 2014/1207 başvuru numaralı ilk kararında; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan ve 6 yılı aşkın süredir devam eden, hala temyiz incelemesinde olan davada yargılamanın makul sürede yapılmadığını kabul ederek, başvurucunun dürüst yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, ceza yargılamasında yargılama süresinin makul olup olmadığının değerlendirilmesinde sürenin başlangıcını, bir kişiye suç işlediği iddiasının yetkili makamca bildirilmesi veya isnattan ilk olarak etkilendiği arama veya gözaltına alma gibi tedbirlerin uygulanması veya kamu davasının açıldığı tarih olarak kabul etmiştir. Yüksek Mahkeme; makul sürede yargılanma hakkının varlığı veya ihlalinde tutukluluğu bir ön şart olarak görmemiştir ki, yukarıda bahsettiğimiz yasal mevzuat uyarınca doğru olan da budur. Makul sürede yargılanma hakkı, yargılama türünün ceza, idare veya özel hukuk olup olmadığına bakılmaksızın soruşturma dahil bir yargılamanın tarafı olan veya davanın davacısı veya davalısı konumunda olan, yani bir isnatla veya hak arama hürriyeti kapsamında açılan davanın tarafı olarak adli kolluğa, yargı mensubuna, hakimliğe veya mahkemeye giden veya gitmek zorunda bırakılan herkese aittir.

Anayasa Mahkemesi ceza yargılamalarında, yargılama süresinin makul olup olmadığını değerlendirirken sürenin başlangıcı için üç kıstas kabul etmiş olup, bunlardan hangisi bir somut olayda gerçekleşmişse ve yargılamada şüpheli veya sanık sıfatına sahip olanın lehine ise, o tarih yargılamanın makul sürede yapılıp yapılmadığının tespitinde başlangıç süresi sayılacaktır.

Anayasa Mahkemesi bu kararında, başvurucunun başvurusunun kabul edilebilir bulunmasında yargılamanın kesinleşmesini aramamıştır. Gerek Anayasa m.148/3 ve gerekse kuruluş kanunu olan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun m.45/2 uyarınca esas itibariyle Yüksek Mahkeme, olağan kanun yolları tüketilip kesinleşmeyen yargı kararlarına karşı yapılan bireysel başvuruları kabul edilebilir bulmaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi, kendisini maddi vakıa inceleyen veya hukukilik denetimi yapan bir yargı mercii olarak görmemektedir. Yüksek Mahkeme görevinin; başka yargı mercilerinin işine karışmayı ve bir temyiz mercii gibi hukukilik denetimi yapmayı, dolayısıyla işin esasına müdahaleyi kapsamadığını, görev ve yetkisinin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, eki olan protokoller ve Anayasa ile güvence altına alınmış kişi hak ve hürriyetlerine yönelik ihlal iddialarını inceleyip tespit etmekle sınırlı olduğunu bilmektedir.

Yüksek Mahkemenin olağan kanun yollarından geçip kesinleşmemiş iki konuda yargı kararlarına karşı yapılan bireysel başvuruları kabul edilebilir bulduğu ve esas yönünden incelediği görülmektedir.

Bunlardan ilki, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlayan tutuklama tedbirine karşı yapılan bireysel başvurulardır. Yüksek Mahkeme; soruşturma ve kovuşturmanın esası sonuçlanmasa da, işin esasından ayrı gördüğü ve bir tedbir olarak ayrı şartlar taşıyıp, ayrı kanun yoluna bağlanan tutuklamanın kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını ihlal ettiği iddialarını incelemektedir. Diğer hususlarda yargılamanın bitmesini bekleyen Yüksek Mahkeme, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına müdahalenin gündeme geldiği tutuklamada bir istisna öngörmüştür. Kim ne derse dersin, kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin varlığının tutuklamanın önşartı kabul edildiği bir durumda, bunu inceleyen Yüksek Mahkemenin işin esasına yine de müdahale etmediğini söylemesi pek isabetli olmayacaktır. Bu durumda tutuklama için aranan önşart dışında yalnızca tutuklamanın diğer şartlarının incelenmesi gerekir ki, Yüksek Mahkemenin kendisini böylesi bir sınırlamaya tabi tuttuğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, bu görüş uygulanabilir de değildir.

Ancak Yüksek Mahkemenin tutukluluk incelemelerinde kendisine tuhaf bir sınırlama getirdiği görülmektedir. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü’nün 30.09.2015 gün ve 2015/10804 başvuru numaralı kararının 19. paragrafına göre, “5271 sayılı Kanunun 108. maddesine göre yapılacak değerlendirme, re’sen (ex officio) yapılmakta olup, Anayasanın 19. maddesinin sekizinci fıkrası ile hürriyeti kısıtlanan kişiye tanınan yargı merciine itiraz edebilme hakkı kapsamında değerlendirilemez (Firas Aslan ve Hebat Aslan, Başvuru No: 2012/1158, 21.11.2013, par.32)”.

Yüksek Mahkemenin, bir an için Anayasa m.19/8’e aykırı olmadığı düşünülse bile Anayasa m.19/7’ye ve tutuklamaya karşı kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının korunması için bir yöntem olarak öngörülen CMK m.108’e aykırı, en önemlisi de tutuklamaya karşı hak ihlali incelemesini sınırlayan kararını hatalı bulduğumuzu ifade etmek isteriz.

Yüksek Mahkemenin henüz bitip kesinleşmemiş bir dava ile ilgili bireysel başvuruyu kabul ettiği ikinci durum, yargılama süresinin makul olup olmadığının değerlendirilmesi ile ilgilidir. Karara konu başvuruda Anayasa Mahkemesi, henüz temyiz aşaması tamamlanmayan ve olağan kanun yolları tüketilmeyen bireysel başvuruyu makul sürede yargılanma hakkı bakımından kabul edilebilir ve esastan incelenebilir bulmuştur.

Yargılama süresinin makul olup olmadığı, yargılamadan etkilenen ve özellikle süreden dolayı mağdur edildiğini ileri süren kişi bakımından değerlendirilecektir. Somut olayda tutukluluk varsa, tutuklanan kişinin makul sürede yargılanmayı ve serbest bırakılmayı isteme hakkının olduğu gözardı edilmemeli, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlayan tutuklama tedbirinin ağırlığı karşısında yargılama süresinin makul olup olmadığına bakılmalıdır.

Makul sürede yargılanma hakkı bakımından, tutuklunun yargılanması ile tutuksuz kişinin yargılanmasını aynı kapsamda incelemek mümkün değildir. Elbette, suçsuzluk/masumiyet karinesi altında yargılanan şüpheli veya sanığın makul sürede yargılanma hakkının daha önemli ve tutuklu yargılanma süresi bakımından kısıtlı olması gerekir. Bu nedenle, CMK m.102’de azami tutukluluk süreleri kabul edilmiştir. Ancak azami tutukluluk süreleri var diyerek de, bu sürelerin sonunun tutuklunun makul sürede yargılanma hakkının sınırı olarak görmek ve bu sürelerin sonu itibariyle makul sürede yargılanma hakkının ihlale uğrayacağını söylemek doğru değildir. Azami tutukluluk süreleri dolmadan da, tutuklu olan bir kişinin makul sürede yargılanma hakkı soruşturma ve kovuşturma evrelerinde ihlale konu olabilir. Örneğin; ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde tutukluluk süresinin kimisine göre 2+1=3 yıl veya kimisine göre 2+3=5 yıl olarak uygulandığı durumda (bize göre azami tutukluluk süresi 3 yıldır), soruşturma veya kovuşturma aşamasında en az 3 yıl veya 5 yıl sonra veya uzatma süresi hariç en az ilk 2 yıldan sonra, tutuklunun makul sürede yargılanma hakkının ihlale uğrayacağının ileri sürülmesi doğru değildir.

Anayasa Mahkemesi 15.10.2015 gün ve 2013/1579 başvuru numaralı ikinci kararında; başvurucuların 17.07.2007 tarihinde Diyarbakır 2. İdare Mahkemesi’nde açtıkları maddi ve manevi tazminat talepli tam yargı davasına ilişkin yargılamanın makul sürede tamamlanamamasının kendileri açısından manevi işkenceye dönüştüğüne ve bu şekilde Anayasa m.17’nin ihlal edildiğine dair iddianın hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmadığını ve başvurucuların makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine dair başvurularını, Anayasa m.36’nın güvencesinde bulunan dürüst yargılanma hakkı çerçevesinde değerlendireceğini ifade etmiştir.

Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesi, makul sürede yargılanma hakkının Anayasa m.17 ile güvence altına alınan kişinin dokunulmazlığını, maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında değil, Anayasa m.36/1’de yer alan dürüst yargılanma hakkı kapsamında kabul etmiş, iddianın hukuki nitelendirilmesi konusunda başvurucunun beyanı ile bağlı olmadığını belirtmiştir.

Ancak Anayasa Mahkemesi; tarafımızdan kabul edilmemekle birlikte, İHAS m.6 ve Anayasa m.36/1 ile güvence altına alınan dürüst yargılanma hakkını dar ele alarak, başvurucunun ilk başvuru sırasında ileri sürmediği maddi vakıa ve ihlal iddialarını daha sonra gündeme getiremeyeceğini kabul etmektedir.

Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü’nün 29.12.2015 gün ve 2013/555 başvuru numaralı kararının 18. paragrafına göre; başvurucunun başvuru formunda değinmediği şikayetler açısından 30 günlük süre koşulu işlemeye devam eder. İlk başvuru sırasında başvurucunun, daha sonrasında şikayetin temelini ve ihlal iddialarının niteliğini bildireceğine dair açık veya örtülü bir işaret vermesini bekleyen Mahkeme; süresinde sunulan dilekçelerde ima edilmedikçe (kanaatimizce, en azından konuya işaret edip, bu konuda açıklama yapma hakkı saklı tutulmadıkça) veya süresi içinde ileri sürülen şikayetlerle çok yakından bağlantılı olmadıkça, sonradan ileri sürülen iddiaların incelenmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir (İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin 28.08.2001 gün ve 485339/99 başvuru numaralı Richard Roy Allan - Birleşik Krallık kararı).

Başvurucunun ileri sürdüğü iddianın hukuki nitelendirmesi ve dolayısıyla hangi kuralı ihlal ettiğine dair tespiti ile kendisini bağlı görmeyen Anayasa Mahkemesi’nin; olgu ve iddiaları ilk başvuru ile sınırlandıran, İHAS m.6’yı daraltan, bu şekilde hak ihlali iddiaları üzerinde re’sen yapılacak incelemede veya sonradan sunulacak dilekçede anlaşılan olgu ve iddiaları dikkate almayan diğer düşüncesine katılmadığımızı ifade etmek isteriz.

Yüksek Mahkeme, 5 yıl 10 ay 15 gün süren idari yargılamanın başvurucunun makul sürede yargılanma hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir. Karar incelendiğinde, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında idari yargı süreci ile ilgili başlangıç tarihinin davanın açıldığı 17.07.2007 olarak değil, Zarar Tespit Komisyonuna başvuru tarihi olan 13.11.2006 olarak kabul edildiği görülmektedir. Anayasa Mahkemesi idari yargı sürecinin makullüğü ile ilgili kararında, davaya konu olay veya tasarruf tarihini değil, başvurucunun, yani talep sahibinin idareye ilk başvurduğu tarihi esas almıştır ki, bu yöntem kabul edilebilir. Her ne kadar, kişinin etkilendiği ve zarara uğradığı olay veya tasarrufun tarihi önemli ise de, bu tarih bir haksızlığa işaret etmekle birlikte, yargılama sürecinin başladığını da göstermez.

Anayasa Mahkemesi, yukarıda yer verdiğimiz ceza yargılaması ve idari yargılama süreçlerinde eylem veya tasarruf tarihleri yerine, yargılama sürecine dahil edilebilecek en küçük aşamayı dikkate almakla, makul sürede yargılanma hakkı bakımından bir anlamda birey lehine hareket etmiştir. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediğinin tespitinde önemli olan, asıl yargılamanın başlaması olmayıp, bunun önüne geçecek şekilde ceza yargılamasında soruşturmanın açıldığının başvurucuya bildirildiği (örneğin, şüphelinin ifadeye davet edildiği), herhangi bir koruma tedbirinin başvurucuya tatbik edildiği ve idari yargılamada ilk talebin idari makama iletildiği tarihtir.

Bu konuda bir itirazımız bulunmaktadır. Kanaatimizce; ceza yargılamasında yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken sürenin başlangıcı, soruşturmanın açıldığı tarihten itibaren hesaplanmalıdır. Suça konu eylem ve şüpheli ile ilgili çok önceden soruşturmaya başlanıp şüpheliye bildirilmesi veya yansıması geç olmuşsa, bu süreç başvurucu aleyhine değerlendirilmemelidir. Ancak sürenin başlangıcı; her bir şüpheli bakımından ayrı mı hesaplanmalı, yoksa yalnızca soruşturmanın başlangıcı esas alınarak, tüm şüpheliler bakımından makul süre hesaplaması mı yapılmalıdır?

Bir görüşe göre; her bir şüpheli bakımından makul sürede yargılama değerlendirmesinin yapılması yerine,  soruşturmanın başlangıç tarihi esas alınmalıdır. Bir diğer görüşe göre, her bir şüpheli veya sanığın makul sürede yargılanma hakkının soruşturma veya kovuşturmada bağımsız değerlendirilmesi, yani soruşturmanın başlangıç tarihinin değil, şüpheli veya sanığın dosyada bu sıfatlardan birisi ile adının geçtiği zaman, makul sürede yargılamanın hesabında başlangıç tarihi olarak dikkate alınmalıdır.

Yargılamada adı geçen kişinin “tanık” veya “bilgisine başvurulan” sıfatını taşıması ile makul sürede yargılanma hakkının bir ilgisi bulunmamaktadır. Çünkü makul sürede yargılanma hakkı, esas itibariyle şüpheli veya sanığa aittir. Belki yargılamanın tarafı olması itibariyle şikayetçi veya müdahilin de makul sürede yargılanma hakkına sahip olduğu ileri sürülebilir. Bu düşünce, İHAS m.5 ve 6 açısından isabetli değildir. Çünkü ceza yargılamalarında, makul sürede yargılanma hakkı “şüpheli” ve “sanık” sıfatını taşıyan kişilere tanınmıştır. Ancak şikayetin etkin ve makul sürede sonuçlandırılmaması, İHAS m.13’de düzenlenen etkili başvuru hakkı kapsamında değerlendirilebilecektir.

Kişinin önce “tanık” veya “bilgisine başvurulan” olduğu ve sonradan “şüpheli” veya “sanık” sıfatını üstlendiği durumda; ilk görüşe göre soruşturmanın açıldığı ilk anda ve ikinci görüşe göre kişinin “şüpheli” veya “sanık” olarak kabul edildiği anda ve Anayasa Mahkemesi’ne göre ise, kişinin “şüpheli” sıfatına sahip olduğunun yetkili makam tarafından kendisine bildirildiği veya hakkında bir koruma tedbirinin tatbik edildiği veya kamu davasının açıldığı tarihte, makul sürede yargılanma hakkına esas alınacak sürenin başlayacağı kabul edilmiştir.

Makul sürede yargılanma hakkının başlangıç tarihi olarak şahıs hakkında “şüpheli” sıfatıyla soruşturmanın başladığı ilk anın dikkate alınması gerektiğine dair görüşe katıldığımızı ifade etmek isteriz.

Yargıtay kararlarında makul sürenin, Anayasa Mahkemesi’nin işaret ettiği yönü ile değil de, maddi hakikatin ortaya çıkarılması için “makul bir süre bekleme” olarak kabul edildiği görülmektedir. Yargıtay, Yargıtay Başsavcılığı ve yerel mahkeme uygulamalarında, sanığın makul sürede yargılanma hakkına ilişkin sürenin aşılmasına değil, maddi hakikate ve adalete ulaşılması için “makul bir süre beklenmesi” kavramına yer verilmiştir.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 14.11.2005 gün, 2005/749 E. ve 2005/3217 K. sayılı kararında; kasten insan öldürme suçunu işlediği iddia edilen sanık Eftal kaçaktır, bu suçu işlemesi için (oğlu) Eftal’i azmettirdiği iddia edilen sanık Arif ise tutukludur. Tutuklu sanık Arif hakkında, kasten insan öldürme suçuna “azmettiren” sıfatıyla iştirak ettiğinin kabulü ile mahkumiyet hükmü kurulmuştur. Sanık Eftal hakkında açılan kamu davası ise tefrik edilmiştir. Yüksek Mahkeme, somut olaya ilişkin beyanları alınmayan kaçak sanık Eftal’in yakalanması için makul süre beklenmediği gerekçesiyle, eksik soruşturma yapıldığını ve yeterli olmayan delillerle sanık Arif’in hukuki durumunun tayin edildiğini kabul etmiş, bu sebeple tutuklu sanık Arif hakkında verilen mahkumiyet kararının bozulmasına karar vermiştir.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi 16.06.2015 gün, 2015/1123 E.  ve 2015/3877 K. sayılı kararında; haklarında tasarlayarak öldürme suçundan kamu davası açılan, hiçbir aşamada savunmaları alınmayan ve yakalanmaları halinde alınacak beyanları ile verilecek hükümlerin, incelenen dosyanın sanıklarını esaslı şekilde etkileme ihtimali bulunan kaçak sanıkların yakalama kararlarının infazının makul bir süre beklenmesinden, yakalama kararları infaz edildiği takdirde tefrik edilen dosya ile dava dosyasının yeniden birleştirilmesinden ve delillerin birlikte değerlendirilmesinden sonra varılacak sonuca göre sanıkların hukuki durumlarının saptanması gerektiği gözetilmeden, bu kişilerin dosyasının makul süreden önce ayrılması suretiyle ve eksik soruşturma yürütülerek yazılı şekilde mahkumiyet hükmü kurulması bozma sebebi sayılmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 15. Bölümü’nün 30.10.2015 gün ve 2014/58791 numaralı tebliğnamesinde; suç tarihi itibariyle dava zamanaşımı süresinin dolması yakın olsa da, maddi hakikate ve adalete ulaşılması amacıyla, haklarında mahkumiyet hükmü verilen sanıkların kaçak sanıkla ilgili beyanları ve kaçak sanığın eylemlerinin diğer sanıklarla bağlantılı olması karşısında, kaçak sanığın beyanı alınarak sonucuna ve ortaya çıkacak yeni delillere göre sanıkların hukuki durumlarının takdir ve tayini yerine eksik inceleme ile hüküm kurulmasının bozma nedeni sayılması gerektiği belirtilmiştir.

Görüleceği üzere burada, sanığın makul sürede yargılanma hakkı ile maddi hakikate ve adalete ulaşılabilmesi için haklarında mahkumiyet kararları verilen sanıkların elde edilebilecek yeni delil ve beyanlardan dolayı hukuki durumlarının değişme ihtimalinin gözardı edilemeyeceği, dürüst yargılanma hakkının amacı olan maddi hakikate ve adalete ulaşmanın makul sürede yargılanma hakkına feda edilemeyeceği görüşü benimsenmiştir.

Uygulamada da, özellikle kaçak şüpheli ve sanıklar yönünden soruşturma ve kovuşturmaların bekletildiği, maddi hakikate ve adalete ulaşılabilmesi için beyan ve savunmalarına ihtiyaç duyulan sanıkların yakalanmalarının amaçlandığı, bu sebeple kaçak sanıkların dosyalarının tefrik edilmediği, bekleme süresinin ne kadar olacağı bilinmeden ve bu konuda herhangi bir yasal düzenleme olmadan dosyalarda aranan kaçak sanıkların makul bir süre beklenmesinin hedeflendiği, bunun da yargılama süreçlerini uzatıp makul sürede yargılanma hakkını, daha da önemlisi suçsuzluk/masumiyet karinesi altında yargılanan tutuklu sanıkların Anayasa m.19/7-8 ve İHAS m.5/3 ile güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği haklarını ihlal ettiği bir gerçektir

Kaçak şüpheliler yönünden dosyaların bekletilmemesi ve mevcut delil durumuna göre iddianamenin düzenlenip kamu davasının açılması, kovuşturma sırasında da hukuki durumları kaçak sanıklara bağlı olan tutuklu sanıklar bakımından mümkün olduğu kadar tutukluluk süresinin uzatılmaması, bu tedbir yerine aynı şartları taşıyan adli kontrol tedbirinin uygulanması, işlendiği iddia olunan suçun vasıf ve cezanın ağırlığı ile şartları bakımından tutukluluğun uygulanmasının gerekli olduğu durumda davanın uzatılmayıp, kaçak sanıkların birkaç celse aranmasından sonra kaçak sanıklar bakımından dosyanın tefrikine karar verilerek davanın bitirilmesi, ancak bu tercihin haklarında mahkumiyet kararı verilen sanıkların dürüst yargılanma haklarını ve hukuki durumlarını olumsuz etkileyecek olması durumunda, tutuksuz yargılanma yönteminin tercih edilerek kaçak sanıkların yakalanmalarının beklenmesine karar verilmesi, aksi halde uzayan tutukluluk durumunun sanığın Anayasa m.19/7-8 ve İHAS m.5/3 ile güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını ihlal edeceği, kaçak sanıklar yakalanmadan suç işleyip işlemedikleri netleşmeyen sanıkların tutukluluklarının devam etmesi halinde ise, tutuklama tedbirinin bir ön yargıya veya cezaya dönüşebileceği, kaçak sanıkların yakalanmamaları ve dosyalarının tefriki durumunda, tutuklulukları uzayan sanıklar için mahkumiyet kararlarının verilmesi ihtimalinin gündeme gelebileceği bir gerçektir.

Sonuç olarak, “makul süre” kavramı yargılamada çatışmaya sebebiyet verebilir. Bir taraftan bitirilmeyen yargılamanın, tutukluluk yönünden kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ile yargılamanın makul sürede tamamlanmaması yönünden dürüst yargılanma hakkını ihlal edeceği ve diğer taraftan da, makul bir süre beklenmeden bitirilen bir yargılamanın maddi hakikate ve adalete ulaşılmasını veya dürüst yargılanma hakkı bakımından sanığın savunma hakkının ihlaline yol açacağı ileri sürülebilir. Bu durumda yargılamanın, hem erken bitirilmesi ve hem de uzayan yargılamalarda tutuklama tedbirinin tercih edilmemesi veya yerine mümkün olduğu kadar adli kontrol tedbirinin uygulanması sağlanması, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunması, suçun vasfı ve cezanın ağırlığı yönünden tutuklama tedbirinin uygulanmasının zorunlu olduğu durumda da kararın bir an önce verilmesi gerekir. Aksi halde, bitirilmeyen dava nedeniyle uzayan tutukluluk sanığın kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlaline neden olacaktır.



Kaynak: haber7.com