Özgürlük, insanlara duymak istemediklerini söyleyebilme hakkıysa eğer, bir anlam ifade eder.’ George ORWELL

Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar. Kim söylemişti bu cümleyi hatırlamıyorum, ne yazık ki doğru… Doğru lakin eksik. Ölüm şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir. Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi…Annemizin şevkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan…Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz. Evet, bir vakitler zihnim, kalbim bu fikirlerle doluydu. Şimdi? Şimdi bilmiyorum…

Bu sözler, değerli yazarımız Ahmet Ümit’in yazdığı ‘Elveda Güzel Vatanım’ isimli romanın açılış/giriş sözleri. Romanın kahramanı Şehsuvar Sami söylüyor bunları. Ve roman Şehsuvar Sami’nin şu sözleriyle sona eriyor: ‘…Evet, ağır ağır ölüyorum…Annemi, arkadaşlarımı kucaklayan toprak beni de çağırıyor. Evet, hissediyorum…Diyeceksin ki belki Fuad’ın teklifini kabul etsen, yeniden duyarsın yaşama hevesini, hayata tekrar başlama şansın olur…Hayır, bunu katiyen yapmayacağım; çünkü yaşadığım o yirmi yıllık fırtınalı hayat bana şu hakikati öğretti: Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır.

Kimdir Şehsuvar Sami? Ahmet Ümit’in takdimiyle Şehsuvar Sami: ‘1926 yılının o hüzünlü sonbaharı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, genç Cumhuriyet ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. O büyük altüst oluşun içinde bir adam: Şehsuvar Sami… Bir zamanların İttihat ve Terakki fedaisi, şimdilerin yorgun komitacısı. Şehsuvar Sami’nin etrafında dönen amansız bir entrika. Bir yanda kaybettiği ama hiçbir zaman yüreğinden çıkarmadığı sevgilisi Ester, öte yanda yaşanılan tarihsel bozgun… Kaybedilen bir ülke, kaybedilen bir şehir, kaybedilen bir hayat. Ve aklında hep aynı soru: Devlet mi kutsaldır, yoksa insan mı?’ diye düşünmeye, sorgulamaya, sormaya başlayan insandır.

Evet, devlet mi kutsaldır, yoksa insan mı? Şehsuvar Sami’nin kendisine sorduğu bu soru, aslında siyaset biliminin ve tarihinin önemli konularından, dahası siyaset kuramının en tartışmalı hususlarından,  bu soruya verilen yanıta bağlı olarak ortaya çıkan siyasi, hukuki ve ekonomik ayrışma noktalarından birisidir.

Bir zamanlar Orpington College’da Siyaset Çalışmaları Müdürlüğü’de yapan İngiliz siyaset bilimci Andrew Heywood’a göre bir kurumlar bütünü, bir toprak birliği, felsefi bir düşünce, bir zorlama ve baskı aracı olan devlet, üç yaklaşım çerçevesinde açıklanabilir ve anlaşılabilir. Bunlar; idealist yaklaşım, fonksiyonalist yaklaşım ve örgütsel yaklaşımdır. (Siyaset, Andrew Heywood, Liberte Yayınları, sah.124)

İdealist yaklaşımın fikir babalığını yapan Hegel’e göre toplumsal varoluşun üç unsuru/evresi vardır ve bunlar; aile, sivil toplum ve devletten ibarettir. Bu unsurlardan devlet, etik bir ideal, mutlak aklın tek sahibi, en yüce varlık ve beşeri özgürlüğün en yüksek ifadesidir. Yani devlet kutsal bir varlıktır. Bu yaklaşımın benimsenmesinin varacağı nihai aşama, devlet kültü, yani devlete tapınmadır.

Bu yaklaşımın uzantısı, faşizmin de temel kabulü olan devletin insan veya insanlar için değil, insanın veya insanların devlet için var oldukları yönündeki anlayıştır. Bu anlayışa sahiplenenlerden birisi de, Hitler’e felsefi, siyasi ve hukuki yönden akıl hocalığı yapan Alman si­ya­set ku­ram­cı­sı Carl Schmitt’tir.

Tanrı’nın mutlak ve kutsal gücünün devlete devir edildiği noktasından hareket eden Schmitt’e göre devlet, özgür ve özerk insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir birliktelik, bir örgütlenme, bir organizasyon değildir. Aksine devlet, toplum öncesi, ezeli ve özerk bir varlıktır. Ve bu varlık, tam da Hegel’ci bir anlayışla kadimden beri ahlakı iyi olanın, mutlak aklın ve üstün ruhun yeryüzündeki temsilcidir.

Siyasetin ‘dost/düşman’, yani ‘bizden/onlardan’ anlayışı üzerine kurulu olduğunu savunan Schmitt, özgürlükçü her anlayışı ve eylemi devletin egemenliğine, birlik ve beraberliğine karşı bir saldırı, bir kalkışma olarak nitelendirir ve peşinen mahkum eder.

Bu ve benzeri tezlerini özellikle ‘Siyasi İlahiyat’ isimli kitabında ortaya koyan Schmitt’e göre devletin hukukla olan bağı, diğer bir deyişle devletin hukuka, hukukun üstünlüğü ilkesine olan bağlılığı, sadece olağanüstü durumlar dışında kalan zamanlarla, yani olağan durumlarla sınırlıdır.

Hegel’in yaklaşımının kısmen de olsa karşısında yer alan fonksiyonalist/işlevsel görüşe göre devletin temel işlevi, toplumsal düzeni ve istikrarı sağlamak, korumak ve sürdürmektir. İşlevsel olmasının yanısıra pragmatist de olan bu görüş bağlamında devlet, bunun için vardır, bunun için de var olmalıdır. Bu işlevlerini yerine getirebilmek için devlet, gerektiğinde hukuk dışına çıkabilir, kendisini hukukla, hukukun evrensel ilke ve kurallarıyla, taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle bağlı saymayabilir.

Her iki yaklaşımdan da farklı olan örgütsel görüşe göre devlet, bir hükümet aygıtı ve bir hizmet organizasyonudur. Bu özellikleri itibariyle devlet, toplumsal yaşamın ve varlığın kolektif örgütlenmesinden, onun gereksinimlerinin karşılanmasından sorumludur. Kamusal nitelikteki bu işlevlerini yerine getirebilmek için devlet örgütlenmesinin, bürokrasi, iç ve dış güvenlik, yani askeriye ve polis, yargı, sosyal güvenlik sistemi gibi kamu kurum ve kuruluşlarını kapsaması, bütün bu kurum ve kuruluşları kendisine tabi kılacak merkezileşmiş bir idari, siyasi ve ekonomik yapıya sahip olması gerekir.

Devleti kutsal bir varlık olarak kabul etmeyen, insanın devlet için değil, devletin insan için var olduğu anlayışını temel alan, o nedenle her türlü devlet kültüne, yani tapınmasına karşı olan bu yaklaşıma göre devlet örgütsel bir varlık ve bir hizmet organizasyonudur. Bekçi devlet, refah devleti, sosyal devlet gibi aşamalardan ve evrimleşme süreçlerinden geçen devletin günümüzde ulaştığı en temel iki özelliğinden birisi onun teknik yönü, diğeri ise hukuki niteliğidir.

Bu çerçevede teknik devlet, yurttaşların günlük yaşantısını kolaylaştıran, güzelleştiren, gereksinimlerini karşılayan devlettir. Devleti ve devlet gücünün tezahürünü meşrulaştıran ise, devletin bir hukuk devleti olması, hukuk devleti olarak örgütlenmesi, hukukun evrensel ilkelerini benimsemesi ve bunlara uygun hareket etmesidir. Zira yakın zaman öncesine kadar, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet/halk topluluğunun oluşturduğu tüzel kişilik olarak tanımlanan ve asgari unsurları bir toprak parçasına, o toprak parçası üzerinde yaşayan ve adına yurttaş denilen insan topluluğuna, bunların üzerinde egemenlik hakkına sahip bir varlık olarak kabul edilen devletin, bu özelliklerine günümüzde bir önemli unsur daha eklenmiştir ki, o da devletin aynı zamanda bir hukuk devleti olmasıdır.

Devlet elbette egemen bir varlıktır, egemen bir varlık olmalıdır. Bu egemenlik hakkına bağlı olarak, devlet, ister yurttaşı olsun, isterse olmasın toplumdaki tüm insanların, kurumların ve kuruluşların üzerinde iktidar kullanma hakkına/yetkisine sahiptir. Ama bu hak mutlak olmadığı gibi sınırsız da değildir. Hukukla, hukukun sadece yerel kurallarıyla değil, evrensel kuralları ve ilkeleriyle sınırlıdır.

Egemenlik sahibi ve bir hükmetme aracı olan, aynı zamanda cebir tekeline de sahip bulunan devlet, kendi otoritesini kurmak, kendi yasalarına itaati sağlamak, bunları korumak ve sürdürmek için, cebir, yani zor/şiddet kullanma hakkına sahiptir ve yasanın çizdiği sınırlar içinde kalmak koşuluyla devletin kullandığı veya kullanacağı bu cebir/şiddet meşrudur.

Yurttaşların siyasal itaat yükümlülüğünün, yani devlete olan itaat borcunun sınırı da, devletin, devlet güçlerinin kullandığı gücün meşruiyet sınırları içinde kalması, yani hukuka uygun bulunmasıdır. Bu sınırın aşılması sadece devletin/hükümetin meşruiyetini ortadan kaldırmaz, aynı zamanda yurttaşların itaat yükümlülüğünü de ortadan kaldırır.

Bütün bu ön açıklamalardan sonra gelmek istediğim nokta, Türk Ceza Kanunu’nun 301.maddesinde yer alan ve suç olarak kabul edilen ‘devletin, hükümetin, kimi kurum ve kuruluşların manevi kişiliklerini tahkir ve tezyif etmek veya aşağılamak’ şeklindeki düzenlemeyi ifade özgürlüğü temelinde değerlendirmektir.

Hemen işaret ve etmek gerekir ki, ‘devletin, hükümetin, kimi kurum ve kuruluşların şahsiyetini tahkir ve tezyif etmek veya aşağılamak’ suçu, günümüzde ciddi hukuki ve siyasi tartışmalara konu olan bir husustur. Bu bağlamda Amerikalı siyaset bilimci Harry Kalven, ‘Devletin şahsiyetini tahkir veya aşağılama suçunun pozitif hukukta mevcut olup olmadığı, ifade özgürlüğünün var olup olmadığının gerçek ölçüsüdür’ demekte ve şöyle devam etmektedir: ‘Devletin şahsiyetini tahkirin suç sayıldığı toplum, diğer nitelikleri her ne olursa olsun, özgür bir toplum değildir. Toplumun ve pozitif hukukun, bu suça verdiği cevap, toplumu ve o ülke hukukunu tanımlar.’

Yine Amerikalı seçkin siyaset bilimci John Rawls, ‘Siyasal Liber­alizm’ isimli kitabında, ABD’de ‘devletin şahsiyetini tahkir’ ile ilgili 1798 tarihli yasanın, Amerikan Anayasası’na aykırı olduğu için 1801’de çöpe atıldığını, ifade özgürlüğü etrafındaki tartışmanın yıkıcı suçlar üzerinde odaklandığını ileri sürmekte ve devamla bu konuda şunları söylemektedir; ‘Hükümetlerin, muhalefeti sindirmek ve iktidarlarını korumak için, devletin şahsiyetini tahkir suçunu kullanmalarının tarihi, temel özgürlüklerle mutabık bir sistem açısından bu müstesna özgürlüğün çok büyük öneminin kanıtıdır. Bu suç var oldukça, basın ve ifade özgürlüğü, kamuoyunu bilgilendirme rolünü oynayamaz.’

Hukuk, toplum yaşamını hemen her alanda ve değişik bölümlerde düzenleyen, toplumsal ilişkil­erde ve yönetim işlerinde hukuka uyulmasını kimi zaman emreden, kimi zamanda tavsiye eden, bu amaçla yöntemler ve araçlar geliştiren bir disiplindir.

Normatif ve sosyal bir bilim dalı olarak değişmezlik dogmasına dayandırılmaması, sosyolo­jik, ekonomik, siyasal ve teknolojik gelişme ve değişimlerden yararlanması ve buna göre kendisini değiştirerek bireyin ve toplumun gereksinimlerini karşılaması gereken hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir.

Hukuk düzeni, bir yandan uygarca yaşamanın dayanağı, diğer yandan da, toplum içinde ve birlikte yaşamanın güvencesidir. Hukuk düzeninde ortaya çıkacak herhangi bir aksama, toplumun düzeni­ni olumsuz yönde etkileyeceği gibi, bireyin güvenliğini ve özgürlüğünü de tehlikeye sokacaktır. Zira hukuk ve onun kurduğu düzen, toplumda barışı, güveni, eşitliği ve özgürlüğü sağlamanın ‘olmazsa, olmaz’ yegane aracıdır.

Türkiye’nin dün olduğu gibi, bugün de en önemli sorunu hukuk, daha doğrusu hukuksuzluktur. Özünde hukuk yoluyla toplumu dönüştürme projesi olan Tanzimat’tan ve onu takip eden Cumhuriyet’ten bu yana, hukuku egemen kılmak yoluyla toplumsal değişimi ve dönüşümü sağlamaya çalışan Türkiye, yine özünde bir hukuk projesi olan Avrupa Birliği’ne katılabilmek amacı ile iç hukukunu Birlik Hukukuna uyumlu hale getirebilmenin ve bu yolla hukuku toplumda tek başına egemen kılmanın çabası içindedir.

5237 Sayılı Türk Ceza Yasası bu çaba neticesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmek suretiyle yürürlüğe konulmuştur. Bu yasanın gerekçesinde de ifade ve işaret edildiği üzere, ceza yasaları bireyin hak ve özgürlükler­ine çok etkili biçimde müdahale eden düzenlemeleri ve yaptırımları içeren yasalardır.

Açıkça ifade etmek gerekir ki, bir ülkedeki ceza yasasına egemen olan felsefe, o ülkedeki siyasi rejimin de niteliğini gösterir. Bu anlamda, tıpkı Konfücyüsün ‘bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız şarkılarına bakın’ maksiminden hareketle,‘bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız, ceza yasalarına bakın’ demek her halde yanlış olmayacaktır.

En büyük öğreticilerden birisi olan tarih bize göstermiştir ki, totaliter devletler, gerek kendi ideolojilerini benimsetmek, gerekse rejimlerini ayakta tutmak için ceza yasaları yoluyla birey hak ve özgürlüklerini ya geniş biçimde sınırlandırmışlar ya da bütünüyle ortadan kaldırmışlardır.

Onun için Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da yönetimi ele geçiren faşistler ile Almanya’da iktidara gelen Naziler, Ekim Devriminden sonra ve özellikle Stalin döneminde komünistler, hem kendi ülkelerinde, hem de işgal ettikleri ülkelerde, başta ceza yasaları olmak üzere tüm mevzuatlarını otoriter/totaliter anlayışa göre değiştirmişlerdir.

Demokratik hukuk devletleri ise, bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına almak amacı ile Anayasalarında, siyasal iktidarın kullanılmasını birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırmışlar, bu amaçla kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemişler, ceza hukuku ile ilgili temel ve evrensel ilkelere Anayasalarında yer vermişlerdir.

Daha da ötesi, geride bıraktığımız yüzyılda demokrasinin başlıca muhalifi olan totalitarizmin, insanlığa yaşattığı derin ve unutulmaz acılardan hareket eden insanlık alemi, insanların adaletsiz ve haksız biçimde ceza ve önlemlere maruz kalmaması amacı ile başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, bir çok uluslararası sözleşme ve belgede, bireyi, devlet gücünün ölçüsüz ve keyfi biçimde kullanılmasına karşı güvence altına alan, insan hak ve özgürlükleri ile onurunu koruyan hükümlere yer vermiştir.

Bu görüş, açıklama ve değerlendirmeler bağlamında demek gerekir ki, Türk Ceza Yasasının 301. maddesi ifade özgürlüğü yönünden ciddi bir tehlikedir. 301.maddedeki suçun işlendiği iddiası ile açılmış kimi davalar, bu davalar ile kişilerin lekelenmeme hakkına yapılan müdahaleler az yukarıda varlığına işaret edilen tehlikenin somutlaşmış örnekleri ve kanıtlarıdır. O nedenle 301.maddenin kaldırılması veya en azından şiddet unsurunu ölçü ve esas alacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekir.

Nitekim, Avrupa Komisyonu’nun 08 Kasım 2006 tarihli ilerleme raporunda, ‘şiddet içermeyen görüşleri sınırlamak için 5237 sayılı TCK.nun 301.maddesinin kullanıldığı ve bu maddenin Türkiye’de bir oto-sansürcülük ortamı yaratacağı konusunda derin endişelerin oluştuğu’ belirtilmekte ve Terörle Mücadele Yasasının ifade özgürlüğü üzerindeki olası etkilerine de dikkat çekilmek suretiyle, Türk Ceza Yasasının şiddet içermeyen ifadeleri cezalandıran diğer maddeleri ile birlikte 301.maddenin Avrupa standartlarına uygun hale getirilmesi tavsiye edilmiştir. Sözü edilen ilerleme raporundan bu yana geçen 10 yıllık sürede yaşananlar da, raporda duyulan endişeyi ne yazık ki haklı çıkarmıştır.

Düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü, demokratik bir toplumda yaşamsal değerdedir. Zira düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü, hem yeni ve farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına olanak sağlar, hem de bireylere farklı düşünceler arasında seçim yapma, kendi düşüncelerinin doğru veya yanlış olduğunu sınama olanağı verir.

Herkesin kabul etmek ve hazır olda durmak zorunda olduğu ortak bir ideoloji olmadığı, aksine insanların farklı olma, farklı yaşama, farklı düşünme hakkı bulunduğu, şiddete başvurmamak koşuluyla her türlü görüş ve düşüncenin ifadesinin doğal olarak serbest bulunduğu noktasından yola çıkan ve bireyi hem ulusal, hem de uluslararası hukuk öznesi olarak kabul eden ve Anayasamızın 90. maddesinde yapılan son değişiklikle birlikte iç hukukumuzun parçası haline gelen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesi, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 19. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesi ile uluslararası düzeyde ve yine Anayasamızın 25 ve 26.maddeleri ile de ulusal düzeyde koruma altında olan düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside kararında işaret ettiği gibi, sadece‘hoşa giden’ düşünceler için değil, aynı zamanda ve hatta daha çok ‘Devleti veyatoplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden’ görüşler için geçerlidir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Fressoz & Roire v.Fransa/1999 ve TBKP v. Türkiye/1998 sayılı kararlarında işaret ve ifade ettiği üzere; ‘ifade özgürlüğü demokratik toplumun temellerinden birisidir. Sözleşmenin 10.maddesinin 2.fıkrasının ifade özgürlüğü için getirdiği güvence, sadece uygun bulunan, benimsenen, rahatsızlık duyulmayan, yahut kayıtsız kalınan bilgi ve/veya fikirler için değil, aynı zamanda rahatsız edici, sarsıcı ve/veya altüst edici bilgi ve fikirler için de geçerlidir. Bunlar demokrasinin varlık şartı olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin icaplarıdır.’

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içeriklerine değindiğimiz bu ve benzeri diğer kararlarının referansı olan Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin aynı konudaki kararlarına göre, ifade özgürlüğünün en temel işlevlerinden birisi ‘tartışmaya ve huzursuzluğa yol açması, insanları kızdırmasıdır.’

Amerikan Yüksek Mahkemesine göre; ‘Konuşma, hemen her zaman provakatif ve meydanokuyucudur. O önyargılara ve daha önce oluşmuş kanaatlere saldırabilir, düşünceyi kabul ettirebilmek için alışılmadık yöntemler kullanabilir ve önemli etkiler doğurabilir. Bu nedenle ve sınırsız olmamakla birlikte ifade özgürlüğü, sadece kamusal rahatsızlığın, kızgınlığın ve huzursuzluğun ötesinde ciddi ve somut bir zararın var olduğunun açık ve mevcut tehlikesi gösterilmedikçe sansür edilemez ve cezalandırılamaz.

Yine 1996 yılında çıkarılan federal yasanın virtual/sanal çocuk pornografisini yasaklayan hüküm­lerini iptal eden kararında Amerikan Yüksek Mahkemesi, ‘sanal çocuk pornografisinin suç olmadığı­na, zira ortada hiçbir kurban bulunmadığına ve bu şekliyle Anayasa ile güvence altına alınmış ifade özgürlüğünü ihlal etmediğine’ işaret ediyor ve diyor ki; ‘… Devlet, düşünceyi kontrol etmeye veya caiz olmayan amaçla yasaları gerekçelendirmeye kalkıştığı zaman, Anayasanın Birinci Ek Maddesi ile ge­tirilen özgürlükler tehlikeye düşmüş demektir. Düşünme hakkı, özgürlüğün başıdır. O nedenle, ifade özgürlüğünün devlete karşı korunması gerekir, çünkü düşünme ifadenin başlangıcıdır.’

Marx’ı ve Freud’da dahil olmak üzere, bütün zamanların en çok alıntı yapılan kişileri listesinde sekizinci sırada yer alan, dilbilim, felsefe, politika, bilişsel bilimler ve psikolojinin de içinde bulunduğu çeşitli konularda yetmişi aşkın kitap ve bini aşkın makale yayınlayan, eleştirmenlerce ‘bugün bizim için Galileo, Descartes, Newton, Mozart ya da Picasso ne anlam taşıyor­sa, gelecek yüzyıllar için de -O- aynı anlamı taşıyacaktır’diyerek takdim edilen Amerikalı düşünür Noam Chomsky, ifade özgürlüğü ile ilgili olarak kaleme aldığı bir makalesinde şunları yazıyor: ‘Susturucu gerekçeler ya da insanları yalnızca birilerinin duymak iste­medikleri şeyleri söyledikleri için susturmak yanlıştır. Hiç kimsenin, hiçbir şeye izin verme yetkisi olmamalıdır ve -en önemlisi- ben serbest ifadeye izin verme nedeninin, yararlı ya da değerli şeylerin bastırılabileceği endişesi olduğunu öne sürmüyorum. Düşünce özgürlüğü hakkı, bundan çok daha temeldir ve insanın düşündüklerini -ne kadar çılgınca olursa olsun- serbestçe if­ade etme hakkı, bu pragmatik yaklaşımın çok ötesindedir. Ben, devletin ya da herhangi bir başka örgütlü güç veya zorbalık sisteminin, insanların ne düşüneceklerine ve ne söyleyeceklerine karar verme hakkının bulunduğunu kabul etmiyorum. Beni susturma hakkının devlete verilmesine karşı öne süreceğim gerekçe, söylediklerimin değerli şeyler olabileceği değildir. Bu bana göre tiksindirici bir tutumdur. Ancak, çok önceleri özgürlükçü denen insanların standart tutumunun bu olduğunu biliyorum.’

İfade özgürlüğünü fayda temelinde savunan büyük İngiliz düşünürü John Stuart Mill ise, henüz aşılamamış olan 1859 yılında yazdığı ‘Özgürlük Üstüne’ isimli abidevi eserinin merkezini oluşturan fikir ve ifade özgürlüğü konusunda ‘bir fikrin susturulmasının, fikri susturulan insandan daha çok in­san cinsine, yaşayan nesle olduğu kadar gelecek nesillere karşı da haydutluk olduğuna’ işaret ediyor ve şöyle devam ediyor;‘Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı fikirde olsalar ve yalnız bir kişi muhalif fikirde olsa,nasıl bir şahsın, elinde kuvvet olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa insanların da bu tek kişiyi susturmaya daha fazla hakları yoktur.’

Yine bir asker, eski Genel Kurmay Başkanlarından Hilmi Özkök Paşa ifade özgürlüğü konusunda şunları söylüyor: ‘Size tavsiyem, hiçbir zaman herhangi bir konuda ileri sürülen bir fikre karşı önyargıyla hareket etmeyiniz. Çok aykırı fikirlerle karşılaşabilirsiniz, ama bu fikirlere vatan haini bir düşünce gibi çok iddialı bir önyargıyla yak­laşırsanız, fikirlerden istifade marjını daha başlangıçta sıfırlamış olursunuz. Asimetri yaratacak fikirlerden ürkmeyiniz. Bazen onlara bakar yanlış, bazen de çok doğru olduğumuzu anlayabiliriz. Uygar­lık karşı fikirlerin çarpışmasıyla gelişmiştir. Hakikat kıvılcımı fikirlerin çatışmasından doğar. Yenilikler hep karşı fikirler sayesinde ortaya çıkmıştır. Öncelikle, insanların düşünce yapısı değişimleri algılaya­cak şekilde hazırlanmalıdır. Daha sonra zaten eylemler kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Eylem merkezli karar süreçlerinin yerini, düşünce merkezli yaklaşımlar almalıdır.’

Neden mi yazdım bütün bunları? 1128 akademisyenin yayınladığı bildiri sonrasında koparılan gürültü, başlatılan linç kampanyası, görevden almalar, açılan idari ve adli soruşturmalar nedeniyle yazdım. İçinde katıldığım hususlar olduğu kadar katılmadığım hususlar da bulunan bu akademisyenlerin vatan haini olarak yaftalanmalarına, saiklerinin sorgulanmasına karşı olmam, saik sorgulamasının faşizmin bir göstergesi olduğuna inanmam nedeniyle yazdım. Vicdanım emrettiği için yazdım. Sabahattin Ali’nin öldürülmesinde, Susurluk’ta, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu, Hrant Dink, Tahir Elçi cinayetlerinde ve benzeri diğer cinayetlerde ‘devletin derinliklerinin, toprağın derinliklerinden daha karanlık’ olduğunu görüp yaşadığımız için yazdım. Önce insan dediğim için yazdım. Devletin değil, insanın kutsal olduğuna inandığım için yazdım. ‘Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen / Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen‘ diyen Şeyh Galip’in bu dizelerinin doğruluğuna inandığım için yazdım.

Son bir söz: ‘Siz devleti sevmiyor musunuz?’ sorusuna ‘Ben dokunamadığım şeyleri sevmem, ben karımı seviyorum’ diyen eski Almanya Cumhurbaşkanı Gustav Heinemann’ın aksine, ben ve benim gibi düşünenler, elbette devleti, devletimizi seviyoruz, sadece devlete tapmıyoruz, tapınmıyoruz. Bir de artık devlet bizi, yani halkını sevsin istiyoruz.



(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)