Devlet, cadde ve sokakları suç işlemek isteyenlere bırakamaz. Bu durumda; hukuk kurallarının, kişi hak ve hürriyetlerinin, kamu otoritesi ile emir, yasak ve yaptırımlarının bir anlamı, fonksiyonu ve önemi kalmaz. İşte bu noktada, “anarşi” kendisini gösterir ve beraberinde kaos, keyfi yönetim anlayışı, dayanağı “Devlet” olmayan “de facto” sözde güvenlik birimleri kendisini gösterir ki, bir devlet ve ona güvenen halkı için en tehlikeli nokta da budur.

Can ve mal güvenliğinin azaldığı ve kaybedildiği bir coğrafyada, kişi hak ve hürriyetlerini koruduğuna inandığı devletin taahhüdünü yerine getirmediğini veya getiremediğini gören vatandaş, ya ümitsizliğe kapılıp yaşadığı yeri terk eder veya yaşam alanını terk etmeyip direnir veya devlet yerine cadde ve sokakları kontrol altına alan güç odağına teslim olur. Esas olan, bu noktaya gelmemektir.

Toplumsal mutabakatla kamu kudretini kullanma yetkisini elinde tutan devlet; kişi hak ve hürriyetlerinin korunması amacıyla kabul edilen emir ve yasaklara uyulup uyulmadığını takip edip suçu önlemek ve suç işleyenleri, suçun büyüklüğüne-küçüklüğüne, failine-mağduruna bakmadan adalet önüne çıkarmak zorundadır. Bu devlete “polis devleti” denilemez. Çünkü kamu kudretini kullanarak, kime ait olduğu ve kim tarafından kullanıldığı bilinmeyen ve önemli de olmayan kişi hak ve hürriyetlerini koruyup gözeten devlete “hukuk devleti” denir.

İşler ülke, millet ve devletler için her zaman yolunda gitmez. Yaşanan iç ve dış sorunlar, kendinize müttefik zannettiğiniz ve bu konuda uluslararası sözleşmeler imzaladığınız devletlerin ince hesapları ve gizli planları, toplumsal mutabakatta ortaya çıkan bozulmalar, bulunduğunuz coğrafyanın özellikleri, komşu ülkelerden size sıçrayan tehdit ve tehlikelere karşı kayıtsız kalmanın imkansızlaşması, dış destekli terör, sizi de içine almayı hedefleyen bölgesel yeniden yapılandırma projesi karşısında izlenmesi gereken yöntem, asla çaresizlik ve çözümü bir yerlerden beklemek değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulusal birliğini ve bütünlüğü korumakla yükümlüdür. Tehdit, tehlike ve zarar nereden gelirse Devletin ana ödevi oturup beklemek değil, Ülkesini ve vatandaşlarını korumaktır.

Bu nedenle; “saldırı olmadan, hatta teşebbüs aşamasında olan saldırıya karşı bile meşru savunma hakkı doğmaz” diyenler, bilerek veya bilmeyerek hataya düşmektedirler. “Gerçek ve yakın tehlike” teorisi bunun için vardır, yani bir ülkenin güvenliğini, dirliğini, birliğini, kamu düzenini ve barışını tehdit ettiğine dair kaçınılmaz tespitlerin yapıldığı, en önemlisi de iç barışın somut tehlikeye düşürüldüğü durumlarda, Uluslararası Hukukta meşru müdafaa hakkının doğduğu kabul edilir. Meşru müdafaa hakkı doğrudan silah kullanmayı akla getirmemelidir. Çünkü bu konuda en ciddi eleştiri, “henüz ortada saldırı olmadığına göre, somut tehlike iddiasıyla bir başka ülkeye veya örgüte veya topluluğa karşı silah kullanmak yanlış ve yersizdir” şeklinde yapılmaktadır.

Esasında bu eleştiriye her durumda katılmak mümkün değildir. Öyle haller vardır ki; birliğini, bütünlüğünü, sistemini, varlığını ve güvenliğini korumakla yükümlü devlet her türlü tedbiri almak zorundadır. Elbette bu tedbirler ve müdahaleler keyfi olamaz.

Hukuk devleti, meşru yol ve yöntemlerden ayrılmamalıdır. “Silah kullanma” son çaredir. Devlet bunun öncesinde; sınır güvenliği, tampon bölge, muhtemel çatışma ortamı sayılabilecek alanları silahlı topluluklardan arındırma, can ve mal güvenliği ile ilgili gerekli tedbirleri alır, komşu ülkelere ve silahlı toplulukların destekçilerine uyarılarını yapar ve “son çare” olarak silaha başvurur. Dış güvenlikte Türk Silahlı Kuvvetleri ve iç güvenlikte de Polis ve Jandarma Teşkilatları, Türkiye Cumhuriyeti’nin birliği ve bütünlüğünün, vatandaşlarının hak ve hürriyetlerinin korunması amacıyla vardır.

Son olarak; emperyalist ülkelerin; bitmek bilmeyen silah ticareti, petrol, kendi çıkarlarına göre sınır çizip devlet dizayn etme istekleri son bulmadıkça, şu veya bu gerekçeyle insanlık dramları maalesef sürecektir. Ana mesele budur, terör eylemleri sadece sonuçtur. Ana meseleyi çözmedikçe veya Ülke olarak net bir duruş ortaya koyup kararlı bir plan-program yapıp uygulamaya koymadıkça, "sonuç" olarak nitelendirdiğimiz terör pusuda bekleyecektir.

Bu terör saldırısının ardında kim var? Can ve mal güvenliğinin korunamadığı algısı oluşturup iç karışıklık çıkarmak isteyenler, IŞİD veya DAEŞ olarak bilinen terör örgütüne Türkiye Cumhuriyeti'nin aktif olarak müdahale etmesini sağlayarak, amaçlarına ulaşmayı hedefleyenler olabilir.

20.07.2015 tarihinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde meydana gelen menfur terör saldırısında hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)