İstanbul Üniversitesi’nin o tarihi kampüsüydü aslında hayalinde canlanan, lisede bir okul gezisinde görmüştü. İlk kez ve daha ilk günden rüyalarını süslemeye başlamıştı.

Ama usul esastan önce gelirdi, ne de olsa “İstanbul Hukuk avukat, Ankara Hukuk hakim” yetiştirirdi. Kendince, usulünce girdi fakülteye. Lisede aldığı notlar yoktu haliyle, ancak zamanla anladı ki çalışıp kalmak da usuldendi hukuk fakültesinde…

Vizeler, finaller, seneler bir bir geride kaldı. Mezuniyetine kalan o son CMK sınavı açıklandığında kuş gibi hafiflemişti. Geride ona hiçbir şey ifade etmeyen protokoller duruyordu. Ama her anne babanın hayaliydi o kepi atarken görmek evladını ve tüm gücüyle fırlattı kepi hayallerini kurarken daldığı gökyüzüne, babası gizlemiyordu bu sefer kıvancını, ilk kez, en büyük samimiyetiyle sarıldı babasına… O’nun duyduğu gurur binlerce kez değmişti; gün ışığını görmediği, günlerce uykusuz kaldığı sınav dönemlerine…

Ertesi sabah uyandığında Pazar günlerinin vazgeçilmezi olan kahvaltısını yapmadı. 5 ay vardı hakimlik sınavına, yüzünü bile yıkamadan dersinin başına oturdu. Günleri, ayları böyle geçti. Son günün son saatine kadar kitaplarından gözünü ayırmadı. Sınav kağıdını verdikten sonra oracıkta kırdı kalemini, yıllardır derdest olan hayalinin son celsesinde hayatının en güzel savunmasını yapmıştı.

Çok geçmeden açıklandı sonuçlar, 85 almıştı. Arayanı soranı eksilmedi günlerce, “hakim bey” diye hitap ediyorlardı artık ona.  Ama bir gariplik vardı;  neden herkes bir tanıdığı olup olmadığını soruyordu?

Tüm geçmişi başarı notlarıyla doluydu ve mülakatta da geçmişte ne yaptıysa tekraren cevap verecekti sorulan sorulara. Kendisine, bilgisine, yeterliliğine güveniyordu. Hem kimi tanımak lazım gelirdi adalete hizmet etmek için? Sahiden ne demekti “tanıdık”? Kafasında binbir tanıdık soru dönmeye başlasa da aldırmadan devam etti çalışmasına.

Mülakat günü…

Balo için aldığı tek takim elbisesini giydi, salona gitti, bekleşenlerin arasında bir yer buldu. Herkes bir endişe, bir telaş…

Bir ya da iki soru soruluyordu, içeriden çıkanlardan gelen havadislere göre, çok geçmeden ismi okundu, son kez yokladı kravatının rakımını ve girdi içeri. Önce zamanaşımı ve hak düşürücü sürenin farklarını saydı, sonra adli tatilde yapılacak işleri, sonra Yargıtay daireleri ve görevlerini, sonra HSYK’nın yapısını…

Sorular bitecek gibi değildi. 8. soru: Anayasa Mahkemesinin kuruluş tarihiydi, son soruya da doğru cevabı verirken sesinin kısıldığını ve yorulduğunu hissetti. Bir cümle daha kurabilecek hali kalmamıştı. Komisyon teşekkür etti ve ayrıldı, kan tere batmıştı, kimseyle konuşmadan koşar adım evine gitti.

Yapması gereken tek şey sakinleşmek ve sonuçları beklemekti. Sınava giren kime sorsa doğru yanlış en fazla iki soru cevaplamışlardı, dayanamayıp “tanıdığın var mıydı” diye sormaya başladı o da onlara.  Hepsi de yuvarlak cevaplar veriyordu, duymak istediği tek şey “hayır hiç kimseyi araya sokmadım!”dı ama duyamadı. Sonuçlar açıklanana kadar bir alışkanlığa dönüştü bu soruyu sormak. Sırf istediği cevabı alabilmek için yeni hakim adaylarıyla tanışıyor ve her seferinde ümidini biraz daha fazla yitiriyordu.

Ramazan’ın ilk haftası, ve sonuç: “BAŞARISIZ”… Yıllardır bir damla gözyaşı görmemiş yanakları sırılsıklam, mimikleri kontrolsüz, bilinci yarı açık bir şekilde defalarca baktı sınav sonucuna. Durmaksızın çalan telefonunaysa bakamadı o gün, hiçbir şey yoktu konuşacak, içine su serpecek hiçbir kaynak yoktu. 

Uyanmamak ümidiyle yattığı uykusundan çocukluk arkadaşı uyandırdı kapısına dayanıp, anlamıştı olanı biteni, tek kelime etmeden yüzünü yıkadı. Hazırlandı, dünden planlı iftar çadırına gittiler, ezan okunduğunda içtiği iki yudum su kafi geldi hayallerinin takılı kaldığı kursağına. Yemek duayla sona erdi. İki arkadaş suskunca etrafı izlerken; muhabbete daldı millet. O sırada vilayet ahalisine hal hatır soran milletvekili ağırlıyordu çadır misafirlerini, masanın en ucunda durgunca oturan gençlerin yanına yanaştı, “Allah kabul etsin” diyip bozdu sessizliği. Havanın ve yemeklerin güzelliğine dair bir girizgahtan sonra, pek konuşkan olmadığını düşündüğü gence döndü, ismini sordu ve devam etti:

“Okuyor musun Ahmet?”

“Hayır efendim yeni mezun oldum.”

“Nereden?”

“Ankara Hukuk.”

“Maşallah. Ülkemizin iyi hukukçulara o kadar çok ihtiyacı var ki(!)… Başarılarının devamını diliyorum.”

“Teşekkür ederim efendim.”

Vekilin içi ısınıvermişti bu gence, tok bir duruşu, etkileyici bir tonu vardı. Ceketinin iç cebinden çıkardığı kartı uzatarak:

“Bak, bu benim özel kalemimin numarası Hakimlik-Savcılık düşünürsen irtibata geçebilirsin. Mülakatın olduğu her yerde biz varız!”

İstemsizce uzattığı eliyle kartı alırken kurabileceği bir cümle dahi geçmedi aklından, kısık bir sesle teşekkür edebildi. Vekil tekrar selam verdi ve uzaklaştı. Gözden kayboluncaya kadar donuk bir halde seyretti. Büyük bir gurur ve kibir içinde kurulan o cümle kafasının içinde yankılanıyordu: “Mülakatın olduğu her yerde biz varız”…

Artık sinirlerine daha fazla hakim olamayacağını anladı ve doğru eve gitti. O gece sanık kürsüsüne çıkardı vicdanını. Gizlilik kararı verdi  duruşmaya, bilen gören olmadı hiçbir zaman iddianameyi, savunmayı… Sabah, yeni güne uyandığında ise aç ya da susuz değildi, tek hissettiği buralarda ‘hakim olmak’ istemediğiydi. Ve vekilin kartının arkasına yazdığı gerekçeli kararı yalnız bir cümleden oluşuyordu:

“Riyakarlık ve hile ile gelinen hiçbir makam ve mevki şerefli değildir. ‘Hakim olmak’ isteğinin USUL’den REDDİNE…”

Sadık Buğra İşler 

http://hukukcu.co/