Temmuz ayında oğlumu ziyaret etmek için Gelibolu’ya gitmiştim. Hamza koyda, havuzun içinde burnu havaya kalkmış, batmakta olan, oldukça büyük bir denizaltı maketi gördüm. Maketin neyi anlattığını anlayamadım. Yanımdakine; “Bu batmak üzere olan denizaltı neyi anlatıyor?” diye sordum.

Yanımdaki arkadaş “Bir Norveç gemisi, bizim bir denizaltımıza çarpmış, şiddetli çarpışmadan ağır hasar gören denizaltımız, hemen batmış. Denizaltımız kurtarılamamış. Denizaltımızın bütün mürettebatı şehit olmuş. Bu denizaltı maketi, batan denizaltımızın ve şehit olan subay, ast subay ve erlerimizin anısına yapılmış”  dedi.

Birden olayı hatırladım. Keşan Ortaokulu’nda okuduğum yıllara döndüm. 1953 yılının nisan ayında Norveç’in Naboland isimli şilebi, bizim Dumlupınar denizaltımıza çarpmış, ağır yaralanan gemimiz sulara gömülmüştü. Ben o tarihte Keşan Ortaokulu’nun son sınıfındaydım. Olayı çok iyi hatırlıyorum. Batan denizaltımızın mürettebatı hemen şehit olmamışlardı. Denizaltımızın subay, astsubay ve erleriyle telsiz yoluyla bağlantı kuruldu. Günlerce denizcilerimizin kurtarılacağını ümit ettik. Denizcilerimizin, “kurtarıldılar” haberini duyabilmek ümidiyle günlerce radyo dinledik. Ancak kurtarılmaları mümkün olmadı. Son olarak radyodan, denizcilerimizin kurtuluş ümidi kalmadığı[s1]  duyuruldu. Şehit olacaklarını anlayan denizcilerimizin son sözleri; “Vatan sağ olsun, milletimiz var olsun” olmuştu. Denizcilerimizin, şehit olacaklarını anladıklarında, telsizle ilettikleri son sözlerini, Türkiye Radyoları duyurdu. Üzüldük, milletçe şehitlerimizin yasını tuttuk.

1953 yılında 23 Nisan Bayramı Perşembe gününe rastlamıştı. Okul idaresi Cuma gününün tatil olması sebebiyle Gelibolu ve Çanakkale’ye gezi düzenlemişti. Hocalarımız çok çalışkan ve milli konularda çok duyarlıydı. Matematik öğretmenimiz Şaban Arslanbakan, Türkçe öğretmenimiz İlhan Özalp, Fizik öğretmenimiz Ayşe Özkul, Tarih, Coğrafya öğretmenimiz Ali Bey, bizim iyi yetişmemiz için fazladan mesai yaparlardı.

Dumlupınar denizaltımız, Nisan ayında batmıştı. Çanakkale’ye giderken denizcilerimizin acısı devam ediyordu. Öğretmenlerimiz yola çıkmadan önce, bize büyük bir çiçek buketi hazırlatmıştı. Gelibolu’dan Çanakkale’ye giderken, denizaltımızın Nabolaland şilebiyle çarpıştığı ve battığı yerin karşısında otobüsümüz durdu. Öğretmenlerimiz ve bütün öğrenciler otobüsten indik.[s2]  Önceden hazırladığımız çiçekleri, merasimle denize bıraktık, şehitlerimize yolladık. Ruhları şad olsun, Allah rahmet eylesin.

O günler, başka günlerdi. Milli konularda hassastık, milletçe üzülür, milletçe sevinirdik.

1951 yılında Kore’ye bir tugay asker göndermiştik. Kore’de, askerimizin gösterdiği kahramanlık, göğsümüzü kabarttı, askerimizin kahramanlığına sevindik. Kunuri Savaşlarında, Mehmetçik, ABD ordusunu yok edilmekten kurtarmış, ancak biz de çok şehit vermiştik. Mehmetçikle gurur duyduk, şehitlerimize üzüldük.

Kıbrıs, doğulusu ve batılısıyla, milletimizin meselesiydi.

Dediğim gibi, o günler, başka günlerdi ama güzel günlerdi. O günlerde hiçbir siyasetçi; ”Bana Serok Ahmet diyorlar” demezdi. Hiçbir siyasetçi, konuşma yapacağı topluluğa; ”Bakıyorum da, Kürt, Çerkez, Abaza, Laz, Boşnak, Türk… Her etnik guruptan vatandaş var” demezdi. Türk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran milletin adıdır.

Cumhuriyeti kuran Atatürk; ”Bugünkü sınırları içinde cumhuriyeti kuran halkın adı Türktür” demiştir.

Şimdi o günler için, “eski Türkiye” diyorlar. Başbakan bir konuşmasında “Eski Türkiye’yi, yedi kat yerin dibine gömdük“ diyor. “Yeni Türkiye” dediği, bugünkü Türkiye’den çok memnun herhalde.

Yeni Türkiye’ye, yeni anayasa yapmak istiyorlar. Mevcut anayasaya, darbe anayasası diyorlar. Anayasa, 12 Eylül döneminde yapılmıştır. Bugüne kadar yüzden fazla maddesi değiştirilmiştir. Değiştirilen maddelerinin çoğu, insan hak ve özgürlükleri ile ilgilidir. Değişikliklerle, insan hak ve özgürlükleri genişletilmiş, Anayasa teminatı altına alınmıştır.

Anayasaya, darbe anayasası demek doğru değildir. Hele bütün yetkilerini Anayasadan alan siyasiler için hiç doğru değildir.

Yeni Türkiye’nin sayın yöneticileri demokrasiyi insan hak ve özgürlüklerini yanlış yorumluyorlar.

Sınırlarımız içinde yaşayan hiçbir etnik gurubun, kendi özyönetimini, kendi silahlı gücünü oluşturmak, kendi mahkemelerini kurmak, kendi diliyle eğitim verdirmek gibi hakkı yoktur. Oysa bize bunlar etnik gurupların demokratik hakları gibi anlatılıyor ve dayatılıyor. Doğru değildir.

Devletlerin sınırları içinde yaşayan etnik gurupların bireylerinin insan hak ve özgürlükleri vardır. A.İ.H.S.’nde, kişi hak ve özgürlükleri düzenlenmiştir. Ne A.İ.H.S.’nde ne de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde gurup hakkından bahsedilmez. Gurup hakkı yoktur.

Yeni Türkiye yönetimi, tarihi de doğru yorumlayamamıştır. T.C. Devleti’ni Türk Milleti kurmuştur. Cumhuriyet’ten Osmanlı Devleti, ondan önceki Selçuklu Devleti de Türk devletleriydi. Yurdumuza Türkiye adını, 13 asırda ticaret için, Türkiye’ye gelen İtalyan tüccarlar takmıştır. Neden Türkiye demişlerdir? Çünkü ticaret yaptıkları bütün insanların Türkçe konuştuklarını, Türk olduklarını görmüşlerdir.

Tarihe biraz ilginiz varsa açın okuyun. Bizden önce bu toprakların sahibi Bizans’tı. Biz, bu toprakları, Türkiye’nin tamamını, Bizans’tan aldık.

Anadolu’da yaşayan Ermeniler, Bizans hâkimiyetindeydi. Anadolu’nun sahibi, Selçuklular yani Türkler olunca Ermeniler de Türklerin tebaası oldu. Bizans idaresi Ermenilere zulmetmişti. Bugün bizi Ermenilere soykırım yapmakla suçlayan Ermenilerin, o günkü dedeleri, Türk idaresinden çok memnundu. O devirde yaşamış Ermeni tarihçilerinin yazdıkları kitaplarında, Türklerin adaletli idaresi çokça övülmüştür.

Ermenilerden başka, bugün vatandaşımız olan etnik guruplardan hiçbiri, bizden evvel Türkiye’de yaşamıyordu. Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk boyları arka arkaya Anadolu’ya göç etti, kısa zamanda Anadolu’da nüfus çoğunluğu Türklere geçti. Asırlar boyu savaşlar ve başka sebeplerle diğer etnik guruplar da Türkiye’ye göç etti. Milletimiz, göçle gelen Müslüman kardeşlerine kucak açtı, onlarla bütünleşti. Kimse onların Türk olmadığını söyleyemez.

15. asırda ve 16. asrın başlarında doğu ve güneydoğu bölgelerimizde, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türk devletleri vardır. Diyarbakır, Akkoyunlu Devleti’nin başşehridir. Yani 15. ve 16. Asırlarda, doğu ve güneydoğu bölgelerimiz Türk yurdudur.

Diyarbakır, Yavuz Sultan Selim zamanında Şah İsmail’den alınmış, Osmanlı topraklarına katılmıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında, Diyarbakır ve bağlı sancaklarında araştırma yapılmış ve çıkan sonuçlar deftere kaydedilmiştir. Yapılan araştırmanın kaydedildiği Osmanlı’dan kalma tahrir defterinde, Diyarbakır ve bağlı sancaklarında 18 Kürt köyü bulunduğu yazmaktadır. Diyarbakır dahil, diğer bütün yerleşim bölgelerinde Türkler oturmaktadır. Yerleşim bölgelerinin isimleri de Türkçe isimlerdir. Bazılarının iddia ettiği gibi Kürtler doğu ve güneydoğu bölgelerimizin bizden önceki sahipleri değillerdir. Doğu ve güneydoğu bölgelerimize, bizden sonra gelmişler asırlarca bizimle birlikte yaşamışlar, kız almışlar, kız vermişler, bizimle kaynaşmışlar, ayrılmaz parçamız olmuşlardır.                                                   
Türkiye’nin yeni yöneticilerinin yukarda anlattığım tarihi gerçekleri iyi bilmesi ve düşünmesi gerekir.

Türkiye’nin yeni yöneticilerinin T.C. Devleti’nin kuruluş ilkelerini benimsemedikleri, kendi düşüncelerine göre bir yol izledikleri anlaşılmaktadır. Ama gidiş doğru değildir. Türkiye’nin geleceğinden endişe duyuyorum. Endişeli olan, Türkiye’de olanlara bakıp üzülen yalnız ben miyim? Gündemi takip eden vatandaşlarımızın çoğu, olanları endişe ile izliyor.

Terör örgütü ile çözüm süreci adı verilen bir anlaşmaya varıldı. Terör örgütü, verilen sürede silahlarını bırakacak, Türkiye’yi terk edecekti. Karşılığında, terör örgütüne bazı haklar verilecekti. Yöneticilerimiz, anayasal yetkileri olmadığı halde, terör örgütünün istediği, kendi yönetimlerini, silahlı güçlerini kurmak gibi bazı haklar vermeye çalışacaktı. Ama terör örgütü sözünde durmadı. Çözüm sürecini, şehirlerde örgütlenmek, şehirlere silah yığmak, hendek kazmak, muhtemel çatışmalara hazırlanmak için fırsat saydı. Bütün bunlar, elleri kolları bağlanan güvenlik güçlerimizin gözleri önünde oldu. Nihayet yanlış yapıldığı anlaşıldı. 24 Temmuzdan beri askerimiz ve polisimiz, Türkiye kırsalını ve şehirlerini teröristlerden temizlemeye çalışıyor. Ama neyin pahasına? Arkalarında gözleri yaşlı yüzlerce ana, baba, kardeş ve yetim çocuklar bırakmak pahasına.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniter ve milli devlet olarak kurulmuştur. Kuruluş ilkeleri, çağın şartlarına göre belirlenmiştir. Dış politikada, dünyanın o günkü şartları ve en önemlisi Türkiye’nin yararı gözetiliyordu. Türkiye komşuları ile iyi geçinmeliydi. İran, Irak ve Suriye ile yapılan anlaşmalar, Balkan Paktı, dünyanın o günkü şartlarında, Türkiye’nin yararı da gözetilerek yapılmıştı. Komşularımızla iyi geçinmeliydik ama sınırlarımızı da korumalıydık.

Bugün Irak, Suriye, Mısır ve hatta İran ile ilişkilerimiz iyi değil. Bunlara bir de Rusya eklendi. Beşar Esat, belki de Türkiye’ye öfkelenmesi sebebiyle, P.Y.D.’yi serbest bıraktı. P.K.K.’nın tam kendisi olan P.Y.D., Fırat’ın batısına geçemeyecekti, geçmeye kalktığında, P.Y.D.’yi vuracaktık. Bu, bizim kırmızı çizgimizdi. Ama P.Y.D. Fırat’ın batısına geçti, biz seyrettik. Artık kırmızı çizgimiz de kalmadı. Bu olanlar, Türkiye için iyi midir? Tabii ki iyi değildir. Türkiye, içerden ve dışardan kuşatılmış tehdit edilmektedir. Türkiye’nin bütün komşuları ile ilişkilerinin bozulmasının, orta doğuda yalnız bırakılmasının sebebi nedir, bütün bunlar neden olmuştur? Cumhuriyetin kuruluş felsefesini benimsemeyen Türkü herhangi bir etnik topluluk gibi gören, bugünkü Türkiye yönetiminin, Dünya ve Türkiye gerçeğinden uzak saplantılara dayanan politika izlemesi bu sonuçları getirmiştir. Bu anlayış terkedilmeli, Türkiye gerçekçi politikalara dönmelidir.


Talat ŞALK
Emekli Cumhuriyet Savcısı

(Bu köşe yazısı, sayın Talat ŞALK tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)