Ekonomik durumun bozulması, tüm sektörleri ve insanların sosyal hayatlarını etkilediği gibi, yargıyı ve hukuk düzenini de son derece olumsuz etkilemektedir. Bu tip durumlarda, halk arasında klişe olarak söylenen bir söz: “Ekonomi kötü olduğuna göre avukatların işi artmıştır.” sözüdür. Ancak durum tam olarak böyle olmamakla birlikte, ekonomi kötü gittiği zaman avukatların niceliksel anlamda iş durumlarından ziyade genel olarak yargının ve hukuk düzeninin geldiği halin tahlil edilmesi gerekmektedir. Nitekim bu yönde yapılacak inceleme, avukatların yanı sıra halkın durumunu ve adaletin tecelli etmesinin ne denli zorlu bir yola girdiğini ortaya koyacaktır. Adaletin tecellisinin zorlaştığı durumlarda avukatların da ekonomik olarak bu durumdan karlı çıkmayacağı açıktır.

Ekonomik durumun kötüleşmesi halinin hukuk camiasına etkilerini maddeler halinde özetlemek mümkündür:

1. YARGILAMA GİDERLERİNİN MİKTARI VE PEŞİN ALINMASI

Ekonominin kötüleşmesinin doğrudan sonuçlarından birisi, halkın; hakkı olan adaletin tecellisi için yeterli masrafları ayırmaktan çekinmesi ve bu sebeple haklarına kavuşamamalarıdır. Nitekim, her türlü tüketim ürünlerinin fiyatlarının arttığı bir ortamda; insanlar tasarruf yapmak, nakit paralarını olabildiğince harcamamak ve borçlanmamak üzerine kendi mali planlarını oluştururlar. Bu durumda, böyle durumlarda kişinin haklarını alabilmek adına yargı yollarına başvurması, birçok dava tipi bakımından mümkün olmamaktadır.

Bu durumun oluşmasının en büyük sebeplerinden birisi de 2011 yılında yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’yla hem dava harçlarının hem de gider avansı olarak adlandırılan yargılama giderlerinin davanın başında peşin olarak alınmasıdır.

Hukuk sistemimizde harç oranları oldukça yüksek olup, bunun yanı sıra dosyanın mutlaka bilirkişiye gönderileceği varsayılarak peşin olarak alınan gider avansları, daha davalar açılmamışken bile vatandaşların önüne 3.000,00 – 4.000,00 TL’lik masraflar olarak yansımaktadır. Bunun yanı sıra Avukatlık Kanunu gereği avukatlık ücretinin de vatandaşlara maliyet yaratması nedeniyle, bir kriz ortamında ne zaman sonuçlanacağı belli olmayan davalar için peşin olarak binlerce lira vermeye insanlar yanaşmamaktadır.

Elbette bu anlatılan hususlar, her dava tipi için geçerli olmayıp, yargılama giderlerinin düşük olduğu veya direk ekonomik krizin subjektif belirtilerini silmeyi amaçlayan davaların sayısında artış olabilmektedir. Buna rağmen, sade vatandaşın da ticari şirketlerin de tasarruf etmeleri gereken bir devirde oldukça yüksek yargılama giderlerini karşılamaktan çekinmeleri, büyük bir kısım davaların açılmasına engel olmakta, kişiler, haklarını mahkeme yoluyla kazanamamaktadır. Bu durum başta Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyetine ve yine Anayasa’nın 141/4. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesine aykırıdır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası açıkça: davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu düzenlemiştir.

Ancak ekonomik olarak problemli geçen dönemlerde, gerçek kişilerin ve özel kişilerin yargılama giderlerinin yüksek olması nedeniyle dava açmaktan ve hak aramaktan kaçınması, ülkenin hukuk devleti olduğuna yönelik iddiayla ters düşmektedir.

2. NAFAKA ARTTIRIMI, KİRA BEDELİNİN UYARLANMASI GİBİ DAVALARIN ARTMASI

Az yukarıda değinildiği üzere, genel anlamda vatandaşların dava açmaktan çekinmesinin yanı sıra, bazı davaların ise böyle dönemlerde daha fazla açıldığı gözükmektedir. Örnek olarak, Türk Medeni Kanunu’nun 176. maddesinin 4. fıkrası oldukça açık olup, tarafların maddi durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde nafakanın arttırılması davasının açılabileceği düzenlenmektedir.

Yargıtay içtihatlarında açıkça görüldüğü üzere, mahkeme tarafından verilen nafaka miktarı, mahkeme kararının verildiği tarihteki denge gözetilerek arttırılır veya arttırılmaz. Diğer bir deyişle mahkeme kararının verildiği tarihte mevcut olan taraflar arasındaki denge, halen korunuyorsa, nafakanın arttırılmaması esastır. Yani, tarafların ekonomik durumlarında bir değişme olmadığı takdirde, verilen mahkeme kararının korunması esastır. Ancak madde metnindeki “veya” ifadesi, taraflar arasında denge değişmese dahi hakkaniyet gereği de nafakanın arttırılabileceğini düzenlemektedir. Bu durum, ihtiyaçların maddi karşılıklarının artması, yani hayatın pahalılaşması durumunda dahi kişilerin söz konusu bu davalara rağbet edebileceklerini göstermektedir.

Kaldı ki, 3-4 sene önce bağlanan nafaka miktarına mahkemece belirli bir artış oranı belirlenmiş olsa dahi, hayatın pahalılaşma hızı, belirlenen artış oranından daha fazla olduğu takdirde, nafaka alacaklısının ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmesi söz konusu olacaktır. İşte bu durumdan ötürü, nafaka alacaklılarının ekonominin bozulduğu dönemlerde söz konusu nafaka artırımı davalarını açma konusunda oldukça istekli olmalarını ve bu davaların sayılarında artış yaşandığını göstermektedir.

Öte yandan bu tip dönemlerde açılma sayısında artış görülen bir diğer dava tipi ise, kira uyarlama davalarıdır. Uyarlama davaları; imzalanan kira sözleşmesinin sonradan değişen hal ve şartlara uydurulması talebi ile açılan davalardır. Kural olarak, kira akdinin kurulduğu sırada taraflar arasında dengenin mevcut olduğu kabul edilmekte olup, bu nedenle uyarlama davalarının,  sözleşmenin imzalanmasından sonra meydana gelen, toplumun büyük kısmını etkileyerek kişilerin sosyal ve ekonomik dengesini bozan olaylar sonrasında açılması söz konusudur. Bu tip olayların geçici nitelikte olması bu davaların açılmasının önünde engel teşkil etmekte olup, söz konusu değişimlerin taraflardan biri için edim ifasının katlanılamayacak hale gelmesi gerekmektedir. Edimin katlanılamayacak hale gelmesi, kira uyarlama davası açılması için şarttır. Ayrıca uyarlama davası açabilmek için meydana gelen olağanüstü olayın önceden öngörülemeyecek ve beklenilemeyecek bir olay olması gerekmektedir. Kısa süreli kira sözleşmelerinde ise enflasyon ve kur dalgalanması gibi hususların bilinebilir nitelikte olduğu kabul edilmektedir.

Yargıtay ise, ekonominin oldukça bozuk durumda olduğu ve döviz kurunda ciddi bir artış meydana gelen durumlarda kira uyarlama davasının açılabileceğini belirtmektedir. Konuya ilişkin örnek bir Yargıtay kararı şu şekildedir:

Davacı, davalının maliki bulunduğu taşınmazı 5.1.1993 tarihinde aylık net 3000 Amerikan Doları’na kiraladığını, kira parasının sözleşmenin kurulduğu tarihte Türk Parası karşılığının 26.106.000 TL. iken, yaşanan ekonomik kriz ve alınan devalüasyon kararlarıyla Dolar’ın 40.000 TL.sına kadar yükseldiğini, o nedenle 120.000.000 TL. kira parası ödemek zorunda kaldığında, sözleşmenin ifasının çekilmez ve katlanılmaz hale geldiğini, işlem temelinin çöktüğünü öne sürerek, sözleşmenin yeni hal ve koşullara uyarlanmasını istemiştir…

Tarafların dövize endeksli kira sözleşmesi yapmalarındaki gerçek ve ortak amaçlarının saptanması uyuşmazlığın çözümünde önem kazanmaktadır. Yurdumuzda eşya fiyatlarının her geçen gün şaşırtıcı ve beklenilen üstünde yükselmeler gösterdiği çok açıktır. Memleketin bu hususta yerleşmiş ekonomik durumu bireylerin yaşamını ağırlaştırarak huzursuzluk kaynağı olmaktadır. İşte bu açık olgu karşısında; kiralayan mal sahiplerinin enflasyonun rizikolarından korunmak amacıyla dövize endeksli kira sözleşmesi düzenledikleri, kiracıların da bunu kabul zorunda kaldıkları yaşanan bir gerçektir. Demek ki, dövize endeksli kira sözleşmelerinin kurulmasında tarafların gerçek ve ortak amaçları, sırf zaman zaman yükselen enflasyonun olumsuz etkilerinden kiralayanı korumak ve güvence altına almak iradesinden kaynaklandığının kabulü zorunludur (MK. md. 2/1; BK. md. 18). O nedenle; sözleşmenin in’ikadı anında ileride ekonominin aniden bozulacağını, Hükümetçe de bir dizi kararlar alınacağını tarafların tahmin edip, bunun olumsuz sonuçlarına yalnız kiracının peşinen katlanacağını kararlaştırdıkları şeklinde bir yoruma gidilmesi mümkün değildir. Kaldı ki; işlem temelini altüst edecek, çökertecek edimin ifası iktisadi bir yıkım olacak nitelikte fahiş bir durumun vücut bulması hallerinde de çıkar dengesi aleyhine bozulan borçlunun, MK. 2/1’deki kurallarından kaynaklanan “Clausula Rebus Sic Stantibus” (Sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması) ilkesi uyarınca, hakimden sözleşmenin edimler arasındaki bozulan dengesini dürüstlük ve hakkaniyete uygun bir durama getirmesini isteme olanağına sahiptir.

Görüldüğü üzere döviz üzerinden kira ödeyen kişilerin kira uyarlama davaları açmasında, belirli şartların gündeme gelmesi halinde bir engel bulunmayıp, birkaç ay içerisinde 2 katına çıkan kurlara karşın esnafın, bayilerin ve işletmelerin tutunabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle bu tip durumlarda kira uyarlama davalarının sayılarında da artış meydana gelmektedir.

3. İŞTEN ÇIKARMALARIN ARTMASI

Ekonomik durumun kötüye gitmesinin en doğal sonuçlarından bir diğeri işsizliğin artması ve hemen hemen her sektörde işten çıkarmaların artmasıdır. Bu durum, ilk bakışta iş davalarında da bir artış meydana gelebileceğini düşündürtse de, birinci maddede anlatılan yargılama giderlerinin yüksekliği, zaten işini kaybeden kişinin yargı yollarına başvurmasının önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır.

Nitekim, işten çıkartılan kişinin böyle bir ortamda yeni iş bulabilmesinin de zor olduğu göz önüne alındığında, ne zaman iş bulabileceğini tahmin edemeyen kişilerin elinde mevcut bir miktar nakti ne zaman sona ereceğini kestiremedikleri yargı yolarlına yatırması mümkün olmamaktadır.

Bu durumun sonuçları, avukatlık ücretinin iş bitiminde ödenmesine ilişkin müvekkil adayları tarafından avukatlara yapılan teklif ve hatta yargılama giderlerini dahi avukatın ödemesi yönündeki ısrarlarıdır. Ancak bu durum Avukatlık Kanunu’na açıkça aykırıdır. Öte yandan avukatın da peşinen müvekkil adına harcayacağı paraların, 2-3 sene sonra geri alındığı zaman enflasyon ve paranın değer kaybetmesi karşısında avukatın bu günkü harcamasına karşılık gelmeyeceği de açıktır.

Bütün bu hususlar, işten çıkartılan işçilerin de iş davalarını açamamalarına ve haklarına kavuşamamalarına yol açmaktadır. Ancak 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun getirdiği yeniliklerle, herhangi bir bedel ödemeden arabulucuya başvurma hakkı olan işçilerin arabulucuya başvurdukları, fakat anlaşamamaları durumunda iş davalarını açmaktan imtina ettikleri gözlemlenmektedir. Bu nedenle bu tip dönemlerde arabuluculuk yoluna başvuran kişilerin sayısında ciddi bir artış olduğu gözlemlenmektedir.

4. EKONOMİK ZORLUK YAŞAYAN AVUKATLARIN İŞ HACMİNİ ARTTIRMASI VE FİYATLARIN DÜŞMESİ

Bir avukatın özenli bir şekilde bakabileceği dosya sayısının elbette bir sınırı olsa da, piyasa şartları ve avukat sayısında meydana gelen anormal artışlar, avukatların iş alabilmesini hali hazırda zaten zorlaştırmaktadır. Bir yandan da ekonomik krizin etkileri de avukatların paraya olan ihtiyacını arttırdığında, avukatlık ücretleri piyasada kırılmakta ve avukatlar düşük ücretlere iş almaya başlamaktadırlar.

Bu durum vatandaş açısından ilk bakışta olumlu gözükse de işin aslı böyle değildir. Nitekim, avukatın düşük ücretle iş almaya başlaması, giderlerini karşılayabilmek adına daha çok iş almasını gerektirmektedir. Nitekim ofis ve yaşam giderlerini karşılamak gerekmekte olup, tek davayla bu giderlerini karşılayan avukatın o davaya göstereceği özen ile, 10 adet davayla rutin giderlerini karşılayan avukatın 10 davaya da ayrı ayrı göstereceği özen aynı değildir.

Dolayısıyla düşen avukatlık ücretleri, aslında vatandaşa olumsuz yansımakta, ekonomik krizin etkisiyle, düşük ücretle avukatla anlaşan vatandaş başta mutlu olsa dahi, gerekli özenin gösterilmemesi sonucunda elde edebileceği hakkı kazanamamakta ve zarar etmektedir. Olaya avukat açısından bakıldığında ise, zaten pahalılaşan ofis ve yaşam giderleri karşısında, düşük ücretle çok sayıda iş almak zorunda kalan avukat, daha çok çalışmak zorunda kalmakta, ancak yeterli parayı kazanamamaktadır. Bu durum, hukukta kalitenin düşmesinin doğrudan yansımasıdır.

5. GERÇEK KİŞİLERDEN TAHSİL KABİLİYETİNİN GİDEREK AZALMASI

Evvelce İcra ve İflas Kanunu’nda yapılan değişikliklerle hacze kabil olmayan malların değiştirilmesi ve özellikle ev hacizlerinde avukatların muhafazalı haciz yapma imkanlarının büyük ölçüde kalmaması, gerçek kişilerin borçlu olduğu dosyalarda tahsil kabiliyetini zorlaştırmıştır.

Bunun üzerine eklenen ekonomik kriz, kişilerin malvarlığında azalmaya yol açmakta, bankalarda para bulundurmayan, işten çıkartılan, araç ya da gayrimenkul sahibi olmayan ya da üzerinde oldukça fazla sayıda hacizler barındıran gerçek kişilere karşı tahsil kabiliyetinin azalmasına yol açmaktadır.

Dolayısıyla elinde kıymetli evrak bulunan, fatura ya da sözleşme bulunduran, hatta ve hatta mahkeme kararıyla alacaklı olduğu resmen tespit edilen alacaklıların alacaklarını tahsil edememesi söz konusu olmaktadır. Alacaklılar alacaklarını tahsil edemediği zaman, zincirleme bir şekilde kendi borçlarını ödeyememekte ve piyasa iyice tıkanmaktadır. Bu nedenle alacakların tahsil edilebilmesi, ekonomik hayatın güvenliği ve güvenilirliği açısından elzem olup, mevcut mevzuat hükümleriyle alacakların bir çoğu tahsil edilememektedir. Buna rağmen adliyelerde yığılı olan icra dosyalarında artış yaşanmakta, ancak tahsilat yapılamadığından kapanmayan dosyalarla icra memurlarının dahi iş yükü artmaktadır.

6. KAMU KURUMLARINDAN OLAN ALACAKLARIN GEÇ TAHSİL EDİLMESİ

Ekonomik krizin sonuçlarından bir diğeri, kamu kurumlarının ödeneklerinin azalması ve vatandaşa olan borçlarının dahi ötelenerek aylar sonrasında ödenmesidir. Bu durum, ülkenin kamu kurumlarına olan güveni azaltmakta olduğu gibi, adalete ve mahkemelere olan güveni de azaltmaktadır.

Nitekim bir kamu kurumu bünyesinde taşeron olarak çalışan bir işçinin işten çıkartılması sonrasında, kamu kurumunu da kapsayan bir dava açılıp, işçilik alacaklarını almaya hak kazanan işçinin söz konusu alacağını devletten kısa bir sürede alması gerekmektedir. Ancak yeterli ödeneğe sahip olmayan kamu kurumlarının mahkeme kararıyla hak sahibi olduğunu belgeleyen işçilere kısa sürede ödeme yapmaması, vatandaşların gözünde mahkemelerin işlevsizlik kazandığını ve devletin bile vatandaşın haklarına önem göstermediği izlenimini uyandırmaktadır. Bu durum da oldukça sakıncalıdır.

7. TÜZEL KİŞİLERİN İFLAS ERTELEME VE KONKORDATO YOLLARINI TERCİH ETMESİ

Özellikle ortakların malvarlığına başvurmanın nispeten mümkün olmadığı sermaye şirketlerinin içinin boşaltılması ve hatta paravan şirket kullanılması suretiyle başka bir şirketin borçlandırılması hallerinde tüzel kişilerden tahsilat yapmak zaten zorlaşırken, bir de ekonomik bozukluğun en doğal göstergelerinden olan iflas erteleme ve konkordato yollarının kullanılabilir olması, tüzel kişilerden tahsilat yapabilmeyi engellemektedir.

Söz konusu düzenlemeler, zaten borçlarını ödeyemeyecek olan şirketlere karşı bir anlamda kendilerini toparlama imkanı vererek alacaklıları da koruma amacı gütse dahi, ekonomik kriz döneminde ivedi şekilde para ihtiyacı olan alacaklıların söz konusu toparlanma süresini bekleyecek durumları olmamaktadır.

Bu durum da yine bir üst maddede açıklandığı şekilde zincirleme etki yaratmakta ve piyasaları tıkanıklığa sevk etmektedir.

8. KUR FARKI VE ENFLASYON NEDENİYLE ALACAKLARIN DEĞER KAYBETMESİ

Ekonomik dışa bağımlılık, bir takım ürün ve hizmetlerin doğrudan döviz üzerinden fiyatlanmasına yol açmaktadır. Hal böyle olunca, döviz üzerinden fiyatlanan ürünlerin fiyatlarının birkaç ay içerisinde 2’ye hatta 3’e katlanması karşısında, uzun yıllardır Yargıtay’da bekleyen ve yıllık yüzde 9 yasal faizle faizlenen alacakların, kur artışı karşısında değer kaybeden para birimiyle birlikte ufalması söz konusudur.

Vatandaş, dava açtığı esnada alacağına kavuşmuş olsa bir gayrimenkul edinebilecekken, yaşanan süreç ve paranın değer kaybetmesi karşısında alacağına kavuştuğu vakit gayrimenkul edinemeyecek konuma gelmektedir. Bu durum da yine vatandaşın adalete ve devlet kurumlarına güvenini zayıflatmaktadır.

9. BOZULAN EKONOMİNİN HALKI SUÇA YÖNELTECEĞİNE İLİŞKİN TEZLER

Yoksulluk ve ekonomi arasındaki ilişkinin doğrusal olup olmadığı noktasında özellikle 20. yüzyılda birçok bilimsel araştırma yapılmış olup, yoksulluğun doğrudan suç oranları arttırıcı bir nitelik taşıdığı ve hatta suç oranlarının artmasında temel faktör olduğu noktasında birçok tez mevcuttur. Bir ekonomist olan Gary Becker’e göre, insanın doğal yapısı, az emekle yüksek menfaat temin etmek üzerine kuruludur. Bu noktada edinilecek menfaatin az emekle kazanılmasında mevcut olan ahlaki yanlışlık karşısında insanlar fayda analizi yapmaktadır. 

Gelişmekte olan ülkelerde mevcut ekonomik dalgalanmaların suça olan eğilimi arttırdığı oldukça açıktır. Nitekim refah içerisindeki bir toplumda, suç ve suça olan eğilim azalmakta, ancak hayat şartları nedeniyle kendisine meşru ya da gayrimeşru bir yol arayan kişilerden oluşan toplumlarda suç ve suça eğilim artmaktadır. Bu durum istatistiklerle de sabittir.

Görüldüğü üzere ekonomik bozukluk, ceza yargılaması bakımından da önem arz eden bir kriter olup, uzlaştırmacılık kapsamına giren suçların sayısının arttırılması dahi ceza mahkemelerinin yükünü azaltmaya yetmemektedir. Ekonomik durumun bozuk olması halinde, halkın suç işlemeye yöneleceği ve hayatta kalmak ya da refaha kavuşmanın cazibesi karşısında cezai müeyyidelerin caydırıcı olamayacağı açıktır.

10. EKONOMİK ZORLUK YAŞAYAN HAKİMİN KARARLARININ NİTELİĞİ

Hukuk Fakültelerinde her daim konuşulan bir şehir efsanesi, İngiltere’de hakimlerin maaş almadığı ve limitsiz ödeme alma yetkisi içeren çek defterlerini istedikleri gibi doldurarak bankadan diledikleri miktarda para çekebildiklerine ilişkindir. Bu iddianın gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ya da şehir efsanesi olup olmadığı konusu, ayrı bir araştırma konusu olup, önemli olan söz konusu bu iddianın verdiği mesajdır.

Anayasa’nın 139. maddesinin hakimlik ve savcılık teminatı başlığıyla mevcut düzenlemesinin amacı, hakkı dağıtan ve adaletin tecellisi için uğraşan hakimlere bir takım teminatlar sağlanmasının önemini vurgulamaktadır. Bunun önemi, hakimlerin ekonomik bir refah içerisinde yaşayarak verdikleri kararların özel hayatlarından etkilenmesinin önüne geçmektir. Ne kadar iyi yetişirse yetişsin ya da ne kadar profesyonel bir düşünce yapısına sahip olursa olsun, neticede bir insan olan hakimin, ekonomik zorluklar içerisinde yaşarken vereceği kararların, refah içerisinde yaşarken vereceği kararlara oranla daha sağlıksız olma ihtimali mevcuttur.

Öte yandan hakimlerin yüksek refah seviyesine sahip olmaları, yüz kızartıcı şekilde tarafsızlıklarını kaybetmeyeceklerine yönelik bir inancın toplumda doğmasına sebep olur.  Nitekim ekonomik olarak refah içerisinde olan bir hakimin tarafsızlığı, toplumda sorgulanmaz ve hakimin yüz kızartıcı bir eylemde bulunmasına ihtiyacı olmayacağı düşünülür. Bu nedenle hakimlerin ekonomik refahı, toplumun bakış açısını bile değiştirebilecek nitelikte olup, adalete olan inancı arttırıcı niteliktedir.

Ekonomik durumun kötüye gitmesiyle hakimlerin ekonomik zorluğa düşme ihtimalleri, hakimlerin kendi özel hayatlarında yaşayabilecekleri düzensizliklerin etkisiyle kararlarını etkileyebilecektir. Elbette ki oldukça birikimli, bilgili ve idealist hakimlerin kararlarının ekonomik durumdan etkilenmemesi de söz konusudur. Ancak bu ihtimalde dahi, toplumda bozuk ekonomi nedeniyle hakimlerin bile bir şekilde tarafsızlıklarını kaybedeceklerine yönelik bir inanç doğmasına neden olabilir. Bu durum, Türk Milleti adına karar verilen ve bu özelliği nedeniyle yücelen bir makama karşı inancın ve saygının azalmasına neden olacağından oldukça sakıncalıdır.

11. MAAŞLI ÇALIŞAN AVUKATLARIN DURUMU

Yargının üç kurucu unsurundan biri olan avukat, tarih öncesi çağlardan beri saygı duyulan ve kutsal sayılan savunmayı temsil etmekte ve hakkını arayan vatandaşların hakkına kavuşması için çabalamaktadır.

Bu konumda olup oldukça önemli bir görevi ifa eden bu meslek grubunda, oldukça düşük maaşlı çalışan avukatların, ekonomik zorluklar karşısında geçinmekte zorlanacak hale gelmeleri, ülkenin başta vatandaşına verdiği değeri ortaya koyacaktır. Nitekim, avukat, vatandaş için hak aramakta ve avukatın şartlarının kötüleşmesi, avukatın yanı sıra vatandaşın hakkına kavuşmasına da darbe vurmaktadır.

Açıklanan nedenlerle ekonomik zorlukların avukatlara etkisinin yaratacağı olumsuzluklar, hukukta kalitenin düşmesi ve vatandaşların haklarının yanması anlamına gelecektir.