Yardımlaşma ve dayanışma ruhu insan olmanın en önemli, en değerli hasletlerinin başında gelir. Bu ruhun cisimleşmesinin en somut örneklerinden birisi vakıflardır. Özü itibariyle bir sosyal sorumluluk projesi ve yükümlülüğü olan vakıflar, insana, insanlığa, sanata, toplumsal ve fiziksel çevreye hizmet etmenin yanısıra iyiliğin yayılmasına ve yaygınlaşmasına da önemli katkılarda bulunurlar, bulunmuşlardır.

Çok yalın bir tanımla, ‘bir malın veya bir gelirin, kişinin bireysel mülkiyetinden çıkarılarak, belirli şartlarla ve amaçlar için bir hayır hizmetine tahsis edilmesi’ demek olan vakıf kurumu, sadece günümüzde değil, maddi ve manevi mirasçısı olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu döneminde de önemli ve değerli toplumsal işlevleri yerine getirmiştir.

Vakıf hukukuna, özellikle Osmanlı dönemi vakıf kurumuna ve uygulamasına ilgi duyanlara kaynak olur düşüncesiyle 05.10.1993 tarihinde, yani 22 yıl önce hazırladığım bilirkişi raporunu siz değerli takipçilerimle paylaşmak istedim.

Raporun içeriğinden de anlaşılacağı üzere rapora konu olan vakıf, Kanuni Sultan Süleyman tarafından genç yaşta vefat eden oğlu Şehzade Sultan Mehmet Han adına ve anısına kurulmuştur.

Sadece bilirkişilik görevini yerine getirmek adına değil, hukuki bir zevk ve keyif adına da hazırladığım rapor, eski vakıf hukukumuza ilgi duyanlara hizmet eder, kaynak olur düşüncesiyle gereğinden fazla uzun tutulmuş, bu amaçla raporda eski vakıf hukukunun temel bazı bilgilerine yer verilmiştir.

Raporun tamamı aşağıda sunulmuştur.

Kartal Asliye 3. Hukuk Mahkemesi’ne Sunulmak Üzere

Ankara Asliye 25.Hukuk Mahkemesi

Sayın Yargıçlığı’na

Dosya No: 1993/140 Tal.

Bilirkişi Raporu   –

Taraflar arasında görülmekte olan vakıf şerhinin terkinine ilişkin davanın yargılama aşamasında Sayın Mahkemece resen bilirkişi olarak seçilmem üzerine dosyanın içeriği tarafımdan incelenerek iş bu rapor üç örnek olarak hazırlanmıştır.

A- İddia –

Davacılar vekili 22.2.1990 tarihli dava dilekçesinde özetle; müvekkillerinin kayden maliki oldukları Kartal, Maltepe, Bağlarbaşı Mah. 34 paftada bulunan taşınmazların tapu kayıtlarında “zemini Şehzade Sultan Mehmet Vakfına mukataalı” şerhi bulunduğunu, bu şerhin müvekkillerinin taşınmazların mülkiyetini iktisap ettikleri 1961 – 1968 yılından çok sonra tapuya şerh edildiğini, satın alma aşamasında tapu kaydında böyle bir şerhin bulunmadığını, o nedenle 1982 yılına kadar olan el değiştirmelerde taviz bedeli ödenmediğini, 1982 yılında ise davalı idarenin vakıf şerhinin varlığını ileri sürerek taviz bedeli istediğini ve taviz bedeli ödenmeden tapuda satış yapılmasına izin vermediğini, dahası taviz bedelinin arsa değeri üzerinden değil üzerine bina yapılmış olması nedeni ile arsa ve binaların toplamının rayiç bedellerinin % 20’si olarak istenildiğini, bu isteğin haksız ve fahiş olduğunu, yine müvekkillerinin tapu siciline güvenerek satın aldıkları yerin üzerinde yıllar sonra vakıf şerhi vardır denilerek taviz bedeli istenilmesinin sicile güven ilkesini zedelediğini, diğer taraftan söz konusu vakfın tahsisat kabilinden olan vakıflardan olduğunu ve sadece aşar ile rüsumunun vakfedildiğini, hukuki tasarrufiyesinin vakfedilmediğini, Medeni Yasa hükümlerine göre mülkiyet hakkının tasarruf sahiplerine geçtiğini, o nedenle davaya konu taşınmazların 2762 Sayılı Vakıflar Yasası hükümlerine tabi olmadığını ileri sürmekte ve dava konusu taşınmazların tapu kaydında bulunan vakıf kaydının terkinine karar verilmesini istemektedir.

B-Savunma  –

Davalı vekili 10.5.1990 havale tarihli cevap layihasında özetle; dava konusu taşınmazların Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’ndan mükataalı olduğunu, o nedenle 2888 sayılı Yasa’nın 1. maddesi ile değişik 2762 sayılı Vakıflar Yasası’nın 27. maddesine göre taviz bedeli ödenmedikçe vakıf şerhinin terkin edilemeyeceğini, davacıların ise taviz bedeli ödemeden vakıf şerhinin terkinini istediklerini, yanısıra davacıların dava konusu taşınmazların üzerinde kayıtlı olan vakfın tahsisat kabilinden olup sadece aşar ve rüsumatı vakfedilen vakıflardan olduğuna ilişkin iddiasının gerçek olmadığını, aksine Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’nın sahih vakıf olduğunu, bu vakfa ait taşınmazların zemininin vakfa ait bulunduğunu, mülkiyetinde vakfa intikal ettiğine ilişkin kesinleşmiş yargı kararının olduğunu savunmakta ve davanın reddine karar verilmesini istemektedir.

C- Saptanan Veriler   –

Dosyanın incelenmesinden:

  • Sayın Mahkemece 20.9.1990 tarih, 1990/182 E. 1990/1056 K. sayılı karar ile davanın “dava konusu taşınmazların sicilinde mevcut şerhe konu vakfın mazbut bir vakıf olup tahsisat kabilinden bir vakıf olmadığı, o nedenle taviz bedeli ödenmeden vakıf şerhinin terkin edilemeyeceği” gerekçesi ile reddedildiği,
  • Davanın reddine ilişkin bu kararın Yargıtay 1. HD.nin 25.2.1991 tarih, 1990/ 16911 E. 1991 /2401 K. sayılı kararı ile ve “taşınmaza ilişkin tapu kaydı (ilk tesisinden itibaren) ile şahsiyet ve vakfiyet durumlarını gösterir kayıt ve varsa öteki belge (vakfın icareteyn ve mukataa hesap ve sarf defter) örnekleri ilgili mercilerden getirtilmeli, ayrıca Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nden ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden kayda işaret edilmiş vakfın türü hakkında bilgi alınmalı, toplanan delillerden vakfın tavize tabi olduğunun kesin biçimde anlaşılması halinde 2762 sayılı Yasa’nın 2888 sayılı Yasa ile değişik 27. maddesi hükmü gözetilerek belirlenecek taviz bedeli üzerinden şerhin silinmesine karar verilmelidir. Dosyaya getirtilen bilgi ve belgelerden sonuca varılamadığı takdirde, konunun uzmanı kişilerden seçilecek bilirkişi veya bilirkişiler kuruluna inceleme yaptırılmalı, kendilerinden ayrıntılı rapor alınmalı ve ondan sonra tüm deliller raporla birlikte yeniden değerlendirilerek bir hüküm kurulmalıdır” gerekçesi ile bozulduğu,
  • Sayın Mahkemece içeriğine değinilen bu bozma ilamına uyulduğu,
  • İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün 10.5. 1993 tarih, B. 02.1. VGM.. 1.13. 00. 10/989/11319/3109 sayılı yazısında; davaya konu 16 adet taşınmazın Şehzade Mehmet Han Vakfı’ndan mukataalı olduğunun, o nedenle taviz bedeli ödenmesi gereken yerlerden bulunduğunun, vakfiye örneğinin içeriği ile de vakfın kurulduğu tarihteki yasal düzenlemelere uygun biçimde kurulduğunun ve yanısıra hem aşar ve rüsumunun, hem de hukuki tasarrufiyesinin vakfedildiğinin bildirildiği,
  • Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 11.5.1992 tarih, B.02.1. VGM. 0.15.00.01 312 (34) 92.1601 sayılı yazısında; davaya konu taşınmazların mazbut Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’ndan olduğunun, 953 Hicri, 1546 Miladi tarihli vakfiye metninden vakfın sahih vakıf olduğunun anlaşıldığının ifade edildiği,
  • Dosyaya sunulu Nizamettin Ergün imzalı bilirkişi raporunda; dava konusu taşınmazların tesis kaydının Ağustos/1296 tarih, 329 no olduğunun, bu kaydın gittilerinin Eylül/1326 tarih, 83 nolu kayıt olduğunun, Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı kaydının sicilde yazılı bulunduğunun, cinsinin tarla, vakıf nevinin mazbut, taşınmazın tapuda kayıtlı miktarının 257 dönüm, 1 evlek 200 zira olduğunun, iktisabının Yorgi veledi Akam’ın kati satışından olduğunun, malikinin Şükrü Beyefendi bini Mehmet Arif Bey olduğunun, bu kaydın ifrazen Eylül/1336 tarih, 142 ve 349 nolu kayıtları oluşturduğunun, kaydın gittisinin kadastro 461 ve 484 ada olduğunun, tesis kaydı olan Ağustos/1296 T.239 nolu kaydın okunamadığının belirtildiği,
  • İstanbul ili, Kartal ilçesi 2. Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü’nün 10.12.1991 tarih, 34162/ 1386-1197 sayılı yazısında; kadastroca Eylül/1336 tarihli, 51 cilt, sahife 41220 vs. nolu tapu kayıtlarına istinaden Tabayı Osmaniye Erkanı miralaylarından Şükrü Bey Efendi bini Mehmet Arif namına kayıtlı tapulara istinaden Mehmet oğlu Mehmet Şükrü Sagun adına Şehzade Mehmet Sultan Han Vakfı’na mukataalı olarak tespit ve tescil edilen 1461 ada, 1 parsel ile 5 parsel ve 462 ada 1 parsel ile 9 parsel ve 463 ada, 1 parsel ile 10 parsel, 464 ada, 1 ile 12 parseller, 465 ada,1 ile 10 parseller, 466 ada, l ile 3 parseller, 467 ada,1 ile 10 parseller, 468 Ada, 12 parsel, 469 ada,1 ile 12 parseller, 470 ada, l ile 12 parseller, 471 ada, l ile 3 parseller, 472 ada, l ile 6 parseller, 473 ada,1 ile 12 parseller, 474 ada, 1 ile 12 parseller, 475 ada, 2 ile 12 parseller, 477 ada, 1 ile 15 parseller, 478 ada, 1 ile 17 parsellere, 479 ada, 1 i1e 12 parseller, 480 ada, 1 ile 12 parseller, 481 ada, 1 ile 7 parseller, 482 ada, 1 parsel, 483 ada, 1 parsel, 484 ada, 1 ile 2 parsel sayılı taşınmazların malik Mehmet oğlu Mehmet Şükrü tarafından 09.09.1954 tarih, 2851 yevmiye no ile 1255 ada, 1 parsel ile 2985 ada 1 parselin 80 m2. miktarlı olarak tevhit ve aynı yevmiye no ile yukarıda maddeler halinde yazılı taşınmazları da kapsayan 438 adet 1 parsele ifraz edildiğinin, ifraz işlemi sırasında, ifraz edilen parsellere vakıf şerhinin sehven işlenmediğinin farkına varılmasından sonra vakıf şerhinin sicile işlendiğinin bildirildiği,
  • 613 numaralı defterin 1.sayfa, 1.sırasında kayıtlı Şehzade Mehmet Sultan Han Vakfı’na ait 65 kasa nolu vakfiyenin, yeni harflere çevrilmiş dosyaya sunulu örneğinin içeriğinden; vakfın Kanuni Sultan Süleyman tarafından genç yaşta vefat eden şehzadesi Sultan Mehmet’in anısı için kurulduğu, cami, imarat vs. gibi kuruluşların işletilip yaşatılması, buralarda yapılan hayri ve sosyal hizmetlerin yerine getirilebilmesi için birincisi Rumeli tarafında, ikincisi Adalarda ve üçüncüsü Anadolu tarafında bulunan taşınmazların ve bunların gelirlerinin vakfa tahsis edildiği, somut olaya konu taşınmazın vakfedilen arazilerin üçüncü kısmında, yani Anadolu tarafında ve Karye-i Maltepe’de bulunduğu,
  • Dosyaya sunulu kesinleşmiş yargı kararları ile emsal nitelikteki Yargıtay kararlarının ve yanısıra bu yargı kararlarında hükme esas alınan bilirkişi raporlarının içeriğinden; Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’nın kapsamında olan ve vakfa tahsis edilen Adalar arazisinin menşei mülk olan araziden olmadığı, tahsisat türü kabilinden olup sahih vakıf niteliğinde bulunmadığı, hukuki tasarrufiyesinin vakfedilmediği, sadece aşar ve rüsumunun vakfedildiği, rekabesinin (kuru mülkiyetinin) devlete ait olduğu, mülkiyetinin mutasarrıfına geçmediği, vakıf kapsamındaki Adalar arazisinin üzerinde Vakıflar İdaresi’nin ayni bir hakkının bulunmadığı ve tavize tabi olmadığı,

anlaşılmaktadır.

D- Değerlendirme  –

Dava, dava konusu taşınmazların tapu kaydında yazılı bulunan vakıf şerhinin terkini isteğine ilişkindir.

Davacı taraf dava konusu taşınmazların tapu sicilinde mevcut olan vakıf şerhine konu Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’nın sahih vakıf olmadığını, tahsisat türü kabilinden bir vakıf olduğunu, sadece aşar ve rüsumunun vakfedildiğini, hukuki tasarrufiyesinin vakfedilmediğini ileri sürmekte, davalı idare ise, Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’nın sahih vakıf olduğunu, vakfa ait taşınmazların zemininin vakfa ait olmasından dolayı mülkiyetinin de vakfa intikal ettiğini, taviz bedeli ödenmeden sicildeki vakıf şerhinin terkin edilemeyeceğini savunmaktadır.

Gerek davanın açıklanan niteliği ile tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, gerekse Sayın Mahkemece hükmüne uyulan Yargıtay 1.HD.nin bozma ilamının kapsamına göre somut olayın çözümü yönünden;

  • Dava konusu taşınmazların tapu sicilinde kayıtlı bulunan Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı’nın ne tür bir vakıf olduğunun,
  • Bu bağlamda sahih vakıf ya da gayr-i sahih vakıf olup olmadığının,
  • Gayr-i sahih vakıf ise; hukuki tasarrufiyesinin veya aşar ve rüsumunun mu; yoksa aşar ve rüsumu ile birlikte hukuki tasarrufiyesinin de vakfedilip edilmediğinin

araştırılması, bu araştırmanın sonucuna göre taviz bedeli ödenmesinin gerekip gerekmediğinin saptanması gerekmektedir.

Sayın Mahkemenin malumları olduğu üzere 2762 sayılı Vakıflar Yasası’nın yürürlüğe girdiği 13.06.1935 tarihinden itibaren icare-i vahide ile yönetilen vakıf taşınmaz malların mukataaya ve icareteyne bağlanması usulü kaldırılmış, bu yasadan önce icareteyne ve mukataaya bağlanmış olan ve kişilerin tasarrufu altında bulunan taşınmaz malların 20 senelik icare ve mukataa tutarlarının taviz olarak ödenmesi ve bu taviz karşılığı olarak vakıf şerhinin ortadan kalkması ve sırf mülk olarak maliklerine intikal etmesi esası kabul edilmiştir.

Gerek buna, gerekse 2762 sayılı Yasa’nın 27. maddesi hükmüne göre;

  • İcareteynli olarak tasarruf edilen taşınmazlar, (icareteyn muaccel yani peşin, müeccel yani seneden seneye verilecek ücret, icareteynli vakıf ise ihtiyaca bağlı olarak süresiz icar olunan vakıf akarlar) kıymetlerine yakın peşin ve seneden seneye verilmek üzere müeccel cüz’i bir ücret karşılığında icar olunan müsakkafat ve müstegallatı mevkufe, yani vakfın geliri inşaatın yapılmasına veya tamire elverişli olmadığı takdirde, değerine yakın peşin muaccele adı ile para alınıp tamir olunan akarın senelik cüzi bir ücretle temliki suretiyle ve kira alınmak şartıyla kişilerin tasarruflarına bırakılan taşınmazlar,
  • Yine icarei vahideli olarak yönetilmekte iken mutasarrıfları namına tapuda tescil edilerek tedavüle tabi tutulmuş taşınmazlar, (mütevelliler veya o makama kaim olanlar tarafından ay ve sene gibi muayyen ve kısa süreli olarak icare oluna gelen vakıf akarlardır)
  • Sahih vakıftan olan kadim mukataalı veya sonradan icarei vahideli veya icareteynli bir arsa üzerine özel izin ile ve usulü dairesinde yapılmış inşaat nedeni ile tahsis edilmiş olan mukataalı yerler,

mutlak olarak tavize tabidirler.

Hemen ifade etmek gerekir ki; mukataa, arsası vakıf ve üzerindeki bina ve ağaçlar mülk olan akarda mutasarrıf tarafından arsa vakfına verilmek üzere arsa için kat’ ve tayin olunmuş senelik ücrettir. Buna icare-i zemin/yer kirası da denilmektedir.

Mukataada esas olan, yani vakfa ait olması gereken mukataa bedelleri ancak sahih vakıflara münhasırdır.

Görüldüğü üzere Vakıflar Yasası’nın 27. maddesi sahih vakıflar yönünden, bunların kapsamında bulunan vakıf taşınmazların mutlak olarak tavize tabi oldukları konusunda açık bir düzenlemeyi içermekte, buna karşın sahih olmayan, yani gayr-i sahih vakıfların tavize tabi olup olmadıkları konusunda tam bir açıklık taşımamaktadır.

Şu kadar ki; Şurayı Devlet Tazminat Dairesi’nin 31.12.1937 tarih, 52/76 ve yine Şurayı Devlet Umumi Heyeti’nin 21.01.1938 tarih, 1918 ve Yargıtay 4. HD.nin 16.02.1988 tarih, 931/1459 sayılı kararlarında özetle; gayr-i sahih vakıflarda hukuki tasarrufiyesi veya hukuku tasarrufiyesi ile birlikte aşar ve rüsumatı vakfedilıniş olup da icareye veya mukataaya merbut bulunan yerlerin 2762 sayılı Vakıflar Yasası’nın 27. maddesi gereğince tavize tabi olduğuna, tapu sicilinden sadece aşar ve rüsumunun vakfedilmiş olduğunun kesinlikle anlaşılabildiği taşınmazların tavize tabi olmadığına, bu noktaların kesinlikle anlaşılamadığı durumlarda bu kabil yerlerin temellük ve tasarruflarına ilişkin ilk mahiyetlerinin araştırılması ve bunun içinde vakfiyelere ve kuyudu kadimeye başvurulması gerektiğine işaret edilmektedir.

Durumun bu çerçevede değerlendirilmesinden önce konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle eski vakıflarla ilgili bazı temel kavramların açıklanmasında yarar ve hatta zorunluluk vardır. Buna göre:

1-Sayın Mahkemenin de malumları olduğu üzere, Osmanlı/İslam Hukukunda vakfetme işleminin konusunu esas itibarı ile taşınmazlar oluşturur. Nitekim Ömer Hilmi Efendi, Ahkam-ul Evkaf isimli eserinin mesele 58’inde “Kal-i mevkufun akar olması şarttır/Vakfedilen malın gelir getiren taşınmaz olması şarttır” demektedir.

2- Diğer taraftan Osmanlı Hukuku’nda gerçek anlamda bir vakfetme işleminin sonuç doğurabilmesi, bu bağlamda sahih vakıf meydana gelebilmesi için, vakfedenin mülkiyet hakkı kendi malvarlığına dahil bir “ayn’ı” vakfetmesi gerekir.

Nitekim Ömer Hilmi Efendi Ahkam-ul Evkaf madde 63’de “Mevkufuthin-i vakıfda vakfın malı olması şarttır. Binaenaleyh bir kimse diğer kimsenin malını bila iznin fuzulen vakf itse sahih olmaz” demektedir.

3- Yine Ahkam-ul Evkaf mesele 1’de “vakıf, menfaati ibadullaha aid olur vechile bir aynı Cenab-ı Hakkın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten mahsus ve memnu kılmaktır” biçiminde tanımlanmaktadır. Buna göre sahih vakıfta, vakfetme işleminin sonucu; vakfedilen mal üzerindeki mülkiyet hakkının başka bir malvarlığına girememesidir.

4-Aslında özel mülkiyet kapsamında olmayan ve olmaması gereken bir malın veya kamu hukuku alanında söz konusu olabilen bir gelir kaynağının sürekli bir amaca tahsisi işlemine de “tahsis kabilinden vakıf/irsad-i vakıf” veya “gayr-i sahih vakıf” adı verilmektedir. .

Ne var ki burada özel hukuk anlamında bir vakıf işlemi mevcut olmayıp, bir çeşit kamu hukuku tahsisi vardır.

Türk/İslam Hukuku’nda toprak mülkiyetinin devlet lehine sınırlandırılmış olması ve esas itibarı ile toprak üzerinde kişilere değil de, devlete mülkiyet hakkının tanınmış bulunması, “miri arazi” düzeni ile vakıf kurumu tatbikatının çatışmasına neden olmuş ve bu çatışma “gayr-i sahih vakıf” kurumunu doğurmuştur.

5- Ali Haydar Efendi’nin Tertib-i Sunuf madde 354’de; “Bu muamele hakikaten vakıf değildir. Çünkü mevkuf bulunan arz Sultanın mülkü olmayıp Beyt-ul Mal’in mülküdür. Belki bu muamele irsad kabilinden, yani Beyt-ul Mal’e aid bir malı bazı mustahikkine tayin ve bunların Beyt-ul Mal’den bulunan bazı haklarına vüsullerine ianeden ibarettir” biçimindeki açıklamalarından da anlaşılacağı üzere; gayri sahih vakıf, “batıl”, “hukuki yönden geçersiz” anlamında olmayıp “vakıf benzeri”, “sibh-ı vakıf” anlamındadır.

6- Yine Ahkam-ul Evkaf mesele 3’de “gayr-sahih vakıf”a, “irsad-i vakıf” denilmekte ve bu vakıf türü “emval-i Beyt-ul Mal’den olan bir mülkün, menfaati taraf-ı Padişahiden şer’an Beyt-ul Mal’den istihkakı olan kimseye tayin ve tahsisi olarak” ifade edilmekte ve aynı maddede ‘Vakf-ı irsâdi ile vakfolunan evkafa tahsisat itlak olunur” denilmektedir.

7- Osmanlı tatbikatında sahih vakıflar kadar gelişme gösteren gayr-i sahih vakıflar, özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde tam olarak zirveye ulaşmıştır. O nedenle Kanuni devri gayr-i sahih vakıflarla ilgili hukuki düzenlemelerin çok fazla ve eksiksiz olarak yapıldığı bir dönemdir.

8- Gayr-i sahih vakıfların konusunu, sadece aslı haraç arazi olan ve Beyt-ul Mal’e ait miri arazinin gelirleri oluşturduğundan gayr-i sahih vakıf denince akla arazi vakfı gelmektedir. Ancak her arazi vakfı gayr-i sahih vakıf demek değildir. Zira arazi vakfı da iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi sahih arazi vakfıdır. Bu daha önce de ifade edildiği üzere aslı mülk arazi iken malik veya malikleri tarafından şer’i hükümlere bağlı ve uygun olarak vakfedilen arazidir. Bunların hem rekabesi (kuru mülkiyeti), hem de her çeşit tasarruf hakkı vakfa aittir. İkincisi ise gayr-i sahih vakıflardır. Bu aslı haraç araziden olan, miri araziden ifraz edilerek Sultan veya onun izni ile başkalarının vakfeylediği arazidir.

Az yukarıda vurgulandığı üzere gerçekten vakıf olmasalar bile gayr-i sahih vakıflar da bir vakıf işlemi sayıldıklarından, bunlarda; vakfeden (vâkıf), vakfın konusu (mevkuf), vakıftan yararlananlar, yani vakfın gelirlerinin tahsis edildiği cihet (mevkufunaleyh) ve vakıf muamelesinin kuruluşu (şıyga) gibi temel konuları ve kavramları içeren ve hukuki sonuç doğuran tasarruflardır.

9-Sahih olsun, gayr-i sahih olsun vakıf işleminin konusunu arazi oluşturmakla, davaya konu uyuşmazlığın çözümü yönünden Osmanlı toprak rejiminin genel çizgileri ile incelenmesinde ve bu çerçevede hangi arazi çeşidinin sahih vakıfların, hangilerinin gayr-i sahih vakıfların konusunu oluşturduğunu, araziden elde edilen gelirlerin neler olduğunu, bu gelirlerin hangilerinin gayr-i sahih vakfın konusunu teşkil edeceğini tespit etmekte yarar vardır. Şöyle ki;

Osmanlı Hukukunda beş çeşit arazi vardır. Bunlar; Arazi-i Mevkufe, Arazi-i Mevat, Arazi-i Metrûke, Arazi-i Memlûke, Arazi-i Miriye’den ibarettir.

  • Arazi-i Mevkufe, hakkında vakıf hükümleri uygulanan, rekabesi veya miri geliri bir cihete vakf ve tahsis olunan ve imparatorlukta ki tüm vakıf araziyi kapsayan arazidir.
  • Arazi-i Mevat, ziraat edilmeyen, işlenemeyen, Mecelle’nin deyimi ile “aksa-yi umrandan bait”, yani uzak yerlerdeki, kimsenin tasarrufunda olmayan, herhangi bir köy veya kasabaya tahsis edilmeyen arazidir. Arazi-i Mevat, ihyasına izin verilebilen, eğer sultanın izni ile rekabesi Beyt-ul Mal’e ait olmak üzere ihya edilirse gayri sahih vakfın konusunu teşkil edebilen, yok eğer mülk olarak ihya edilirse sahih vakfın konusunu oluşturan, izinsiz olarak ihya edilir ise hiçbir hukuki sonuç doğurmayan arazidir.
  • Arazi-i Metruke, kamuya ve kamu hizmetlerine terk ve tahsis olunmuş arazi olup tescile tabi olmayan, tahsis şekline göre ve amacına uygun olarak kullanılması öngörülen, hiçbir şekilde üzerinde tasarruf ve temellük edilemeyen arazidir. Bunlar yol, mera, yaylak; vs. gibi yerlerdir.  Metruk arazi asla vakfa konu teşkil etmez.
  • Arazi-i Memlüke, mülk arazi niteliğinde olmakla bunlarda mülkiyet hükümleri geçerlidir. O nedenle malikleri bu çeşit arazi üzerinde her türlü tasarrufta bulanabilirler, bu bağlamda alım, satım, bağışlama, rehin, vakıf gibi işlemlerin tümünün maliki tarafından yapılması mümkündür.
  • Arazi-i Miriye, Osmanlı uygulamasında mülk arazi ile ayrımı zor olan arazidir. O nedenle mülk arazileri ayrı ayrı belirlemek gerekir ki, bunlar beş gruba ayrılır. Birinci grup, köy ve şehir içlerinde bulunan bütün arsalarla, köy ve şehirlerin kenarlarında olan yarım dönümlük (800 ziralık) yerlerdir. Bunlar öşür ve haraçtan muaftır. Eve bitişik bir tarlanın yarım dönümü mülk, fazlası miri arazidir. Bu gurup tamamen sahih vakfın konusunu teşkil eder. Arsaların sadece köy ve kasaba içlerinde bulunması veya üzerinde bina ve ağaç olması bu gruba girmesi için yeterli değildir. Miri arazinin üzerinde köy ve kasaba teşkili yahut bina veya ağaç yapılması orayı ınülk haline getirmez. Aslında miri arazi iken ifraz edilerek ve şartlarına uyularak sahih temlik ile mülk haline getirilen arazidir. Öyle ki miri arazi sahih temlik ile mülk arazi haline gelince, sahih vakfın konusunu teşkil eder. Ne var ki sahih olarak vakfedilen araziden de öşür ve haraç alınmaya devam edilir. Bu şekilde temlik edilen mülk araziyi maliki sahih olarak vakfettiğinde, vakıf mütevellisi öşür veya haracını Beyt-ül Mal’e verir. İşte bu öşür ve haraç geliri Sultan veya Sultanın izni ile bir başkası tarafından irsadi olarak vakfedilebilir. O zaman bu arazi üzerinde sahih ve gayr-i sahih vakıf beraber bulunmuş olur. Arazinin aslı sahih vakfın, miriye ait gelirleri ise gayr-i sahih vakfın konusunu teşkil eder. Üçüncü grup öşür arazidir. (Arazi-i öşriye) Fetih esnasında gazilere tevzi ve temlik olunan yerleri kapsar. Hicaz ve Basra arazisi öşür arazidir. Dördüncü grup haraç arazidir. (Arazi-i haraciye) fetih esnasında gayr-i müslim ahali elinde bırakılan ve kendilerine terk olunan yerlerdir. Irak ve Şam arazileri haraç arazidir. Beşinci grup mülk arazi ise, izn-i sultani ile ihya edenin mülkü olmak üzere ihya edilen mevat (ölü) arazidir. Bu da sahih vakfın konusunu oluşturur. Görüldüğü üzere mülk arazi sahih vakfın konusunu teşkil etmektedir. Sadece öşür ve haraç gelirleri gayr-i sahih vakıf yapılabilmektedir. Arazi-i Miriye, yani miri arazi ise rekabesi (kuru mülkiyeti) Beyt-ül Mal’e ait bulunan ve tasarruf hakkı devlet tarafından mutasarruflara ihale ve tefviz edilen arazidir. Bunlar aslında haraç arazidir. Osmanlı Devletinde çift akçesi (muaccele) diye alınan harac-ı muvazzaftır. Öşür adına alınan ise harac-ı mukassemedir. Ziraate elverişli olmayan yerlerden bedel-i öşür, icare-i zemin veya mukataa adıyla kira mahiyetinde bir ücret alınır. Ayrıca örfi vergilerde vardır. Arazi-i miriyenin, yani miri arazinin vakfına gelince; miri arazinin gayr-i sahih olarak vakfı, yani gelirinin (menâfünin) belli bir hayır cihetine tahsisi olanaklıdır. Ancak sahih olarak vakfedilmesi mümkün değildir. Bunun bir tek istisnası vardır; o da şer’i hükümlere uygun olarak temlik-i sahih ile temlik edilir ve malikinin eline “mülkname-i hümayun” verilirse, o zaman sahih olarak da vakfedilebilir. O halde temlikin sahih olması gerektiğine göre temlikleri de ikiye ayırmak gerekmektedir. Temlik-i sahih ile temlik olunanlar sahih vakfın, diğerleri ise gayr-ı sahih vakfın konusunu teşkil etmektedir.
  • Bunlardan sahih temlikleri incelersek şunları ifade etmemiz gerekir; Miri arazide tasarruf hakkına sahip olan devlet reisidir. Yani İslam Hukuku’nda İmam, Osmanlı’da Sultan’dır. Devlet reisini İslam hukukçuları yetimin vasisine benzetmişlerdir. Yetimin vasisi her tasarrufunda nasıl yetimin durumunu ve yararını düşünmek zorunda ise, devlet reisi de her çeşit tasarrufunda müslümanların durumunu ve yararını düşünmek zorundadır. Her ne kadar ilk dönemdeki Hanefi hukukçulardan bazıları devlet reisinin her zaman devlete ait bir malı satabileceğini ileri sürmüş iseler de, sonradan gelen Hanefi hukukçularının tamamı bunun için bazı koşullar aramışlardır. Örneğin Ömer Hilmi Efendi, “Arazi-i emiriyyeden bir kıt’a-i müfreze taraf-ı saltanat-ı seniyyeden bir kimseye temlik-i sahih ile temlik olunup da o kimse dahi ol kıt’ayı bir cihet-i hayra vakf eylese ol vakıf evkaf-ı sahihadan olur” demektedir. (Ahkamul Evkaf/Mesele-127)
  • Beyt-ül Mal’e ait bir arazinin temlik edilebilmesi için iki önemli şart vardır. Birinci Şart: Kamu yararını ihlal etmemesi gerekir. Bu şart Ömer Hilmi Efendi tarafından Ahkam-ul Evkaf mesele 129’da “Arazi-i emirriyenin temliki maslahat-ı amme ile mûkayyed ve meşnutdur. Binaenaleyh arazi-i emirriyyenin temliki maslahat-ı ammeyi ihlal ettiği takdirde asla temlik caiz değildir” biçiminde ifade edilmektedir. İkinci şart, miri arazinin mülkiyetinin Beyt-ül Mal’deki başka bir şahsa nakledilmesi için şer’i bir gerekçe, yani kamu yararı bulunması şarttır.
  • Temlikde şeri gerekçe bulunan haller ise şunlardır. Birinci hal: Beyt-ül Mal’in maddi açıdan sıkıntıya düştüğü zamanlarda semen-i misli ile Beyt-ül Mal’e ait arazi satılıp temlik olunabilir. Talibine temlik olunur iken, alıcının rayiç bedeli ödemesi gerekir. Aşırı derecede noksan bir bedelle temlik olunmaz. İkinci hal: Temlik esnasında Beyt-ül Mal’da maddi sıkıntı (müzayaka) yoksa, temlikin geçerli olması için iki kat bedelle satılması gerekir. İki kat kıymetinden aşırı derecede noksan bir bedel ile satılırsa temlik sahih olmaz. Üçüncü hal: Rekabesi de tasarrufu da Beyt-ül Mal’e ait olan miri arazinin giderleri gelirlerinden fazla olunca da hakiki kıymeti ile temlik olunabilir. Harap olmasından korkulan miri arazinin de değer fiyatı ile satılması mümkündür. Bütün bu koşullara uyularak temlik olunan miri arazi sahih olarak vakfedilebilir.
  • Gayr-i sahih temliklere gelince; yukarıda özetle açıklanan koşulları taşımayan temlikler sahih temlik değildir ve dolayısı ile sahih vakfa konu olamazlar.

10-Tahsis edilen gelirler yönünden gayr-i sahih vakıfların konusunu incelediğimizde denilebilir ki; gayr-i sahih vakıflarda vakfın konusu miri arazinin rekabesi değil gelirleridir. Arazinin gelirleri ise iki çeşittir: Birincisine rüsûmu şer’i ye denir. Öşür adına alınan 1 / 10, 1 /8 gibi harac-ı mükasemedir. Ziraate elverişli olmayan yerlerden bedel-i öşür denilen nakit bir ücret alınır. Buna mukataa veya icare-i zemin de demek mümkündür. Çift resmi veya tasma akçası da denen ve arazinin haraç-ı muvazzafını karşılayan şeyde bu gruba dahildir. İkincisi ise rüsum-u örfiye adıyla anılır ve bunlar yaylak, kışlak resimleri ve benzerleridir. Ayrıca arazi mahlul olarak tekrar tefviz edilirken alınan tapu resmi (muaccele), tapu hakkı sahiplerinden alınan bedel-i misil, ferağ harcı intikal harcı, tefviz harcı, taksim harcı gibi gelirlerde araziye ait gelirler arasında yer alır. Bu gelirlerin bir kısmı ise devlete ait vergilerdir.

Miri arazi gayr-i sahih olarak vakfedilince, rekabesi Beyt-ül Mal’e ait olduğundan vakfa iki şey kalır. Birincisi devlete ait vergi gelirleri, diğeri ise tasarruf haklarıdır. Bu açıdan gayr-i sahih vakıfları Ömer Hilmi Efendi’nin Ahkam-ul Evkaf mesele 13’de yaptığı gibi dörde ayırmak gerekir.

Birincisinin hem rekabesi, hem de tasarruf hakları Beyt-ül Mal’e aittir. Sadece şer’i ve örf rüsumatı (aşar ve rüsümat) yani devlete ait vergi gelirleri vakfedilmiş olur. Ferağ resmi de vakfındır. Bu tıpkı miri arazi gibidir.

Ikincisinin aşar ve rüsumatı yani vergi gelirleri Beyt-ül Mal’e aittir. Sadece tasarruf hakları vakfa tahsis edilmiştir. Bu arazi vakıftan yararlananlar tarafından işletilir veya işlettirilir. İşlettiği takdirde elde edilen gelirlerden şer’i vergi olan öşür alınır, gerisi vakfa kalır. İşlettirildiği takdirde ise, bu çeşit araziye iki başlı denir. Araziyi işleten hem vakfa kira bedelini, hem de devlete vergisini öder.

Üçüncüsü hem tasarruf hakları ve hem de a’şar ve rüsumatı vakfa tahsis edilmiş olan arazilerdir ki  müstesna vakıflar buna örnek teşkil eder.

Dördüncüsü öşür ve haraç arazilerdir ki bunlardan  elde edilen gelirler vakfa tahsis edilebilir. Bu arazi sahiplerinin mülkü olur; öşür ve haraç geliri vakfa ait olur.

Bunlardan ikinci ve üçüncülerde Arazi Kanunu geçerli değildir. Birincide ise geçerlidir.

Gayr-i sahih vakıflarda vâkıf (vakfeden) herkes değildir. Bizzat devlet reisi (sultan) veya onun izni ile arazinin mutasarrıfıdır, ikisi de caiz ve mümkündür. İzinsiz olarak mutasarrıfların yaptıkları vakıflar geçersizdir.

11-Gayr-i sahih vakıflarda vakıftan yararlananlar (mevkufunaleyhler) yani tahsisin yapılacağı cihetin Beyt-ül Mal’da hakkı bulunan bir cihet olması gerekir. Yani Beyt-ül Mal’ın harcama fasıllarında bir hayır ciheti olmalıdır. O nedenle tahsisler yani gayr-i sahih vakıflar iki kısımdır.

Birincisi sahih tahsislerdir. Bunlar Beyt-ül Mal’dan istihkakı bulunan bir harcama faslına tahsis edilir. Medreseler, camiler, ilim öğrencileri gibi. Bunlar dini ve umuma ait hizmetler olduğundan bunların giderlerini, ammeye ait beytülmal arazisinden temin etmek caizdir.

İkincisi Beyt-ül Mal’dan istihkakı bulunmayan bir cihete yapılan tahsistir. Buna gayr-i sahih tahsis denir. Beyt-ül Mal’dan istihkakı bulunmayan özel şahıslara yapılan tahsisler gibi.

Bu iki tahsis şekli arasındaki en önemli hüküm şudur: Birinci grup tahsislerin iptali caiz değildir. İkincilerin ise hem şartlarının değiştirilmesi, hem de iptali izn-i sultanî ile olursa caizdir. (Ahkam-ul Evkaf/mesele-138)

12-Osmanlı hukukçuları gayr-i sahih vakıfların da tıpkı sahih vakıflar gibi kurulabileceğini, bu konuda İmam-ı Azam’ın görüşünün uygulanabileceğini ifade etmişler ve ifade ettikleri şekilde de uygulamışlardır.

13- Gayr-i sahih vakıflar, uygulanacak hükümler açısından miri arazi hükümlerine, yani Arazi Kanunu’na tabidirler. İntikal, ferağ ve benzeri işlemlerde çok az farklar bulunmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak işaret etmek gerekir ki, tahsisat kabilinden olan gayr-i sahih vakıflarda vakıfların şartlarına riayet vacip değildir.

Sahih kabul edilen irsadi vakıfların şartlarını devlet reisi (sultan) kamu yararı bulunmak şartıyla değiştirilebilir ama bunları iptal etmesi mümkün değildir.

Kura (köyler-karyenin çoğulu), mezâri (mezranın yani tarlanın çoğulu) tabiri Osmanlı Hukukunda gayr-i sahih vakıfların sembolüdür. Bununla birlikte sadece şehir dışında bulunması gayr-i sahih vakıf olduğunu göstermez. Bunun için vakıf senetlerinin de incelenmesi gerekir.

Gayr-i sahih vakıflar mazbut vakıflardır. Evkaf Nezareti tarafından idare olunurlar. Bunun tek istisnası müstesna vakıflardır.

14-Yapılan bütün bu açıklamalar ve tespitlerle, vakfiye ve tapu kayıt örneği ile dosyada mevcut diğer kanıtlar göz önüne alınarak somut olay değerlendirildiğinde denilebilir ki;

a- Yukarda raporumuzun (D/3) nolu maddesinde işaret ve ifade edildiği üzere, dava konusu taşınmazın tapuda yazılı olan cinsi tarladır. 1274 Hicri tarihli Arazi Kanunnamesi’nin 3. maddesinde “Arazi-i Miriye rekabesi canibi Beyt-ül Mal’e ait olarak ihale ve tefvizi tarafı devlet-i aliyeden icra oluna gelen tarla ve çayır ve yaylak ve kışlak ve korular ve emsali yerlerdir….” denilmek sureti ile tarla ve benzeri tarımsal toprakların “arazi-i miriye” den olduğu belirtilmektedir. Bundan hareketle dava konusu arazi mülk arazi niteliğinde olmayıp arazi-i miriye nevindendir.

b- Yine mübrez vakfiyeye göre Anadolu’da ve Karye-i Maltepe’de bulunan dava konusu taşınmazın tapuda yazılı olan miktarı 257 dönüm, 1 evlek, 200 ziradır. Mülk arazinin köy ve şehir içlerinde bulunan bütün arsalarla, köy ve şehirlerin kenarında olup yarım dönümle sınırlı olduğu dikkate alındığında, bu miktar tarlanın sahih vakfın konusunu teşkil eden mülk araziden olmayıp miri arazi niteliğinde olması gerekir.

c- Diğer taraftan dosyada bir örneği bulunan vakfiyede de; vakıf kapsamında ve Anadolu’da Karye-i Maltepe’de bulunan dava konuşu taşınmazların vakıf kurucusu Kanuni Sultan Süleyman’ın kendi özel mülkü olduğuna ilişkin bir hüküm yoktur.

d- Bütün bu verilere göre dava konusu arazi miri arazi niteliğinde olup bu arazi üzerinde tesis olunan vakıf da bir “gayr-i sahih’ vakıftır. Nitekim dosya içinde bulunan kesinleşmiş yargı kararlarına göre, aynı vakıf kapsamında olan İstanbul Büyükada, Heybeli ve Burgaz Adalarındaki vakıflarda tahsisat türü kabilinden olup sahih vakıf değildirler. Yani bunlarda gayr-i sahih vakıftır.

e- Rekabesi (kuru mülkiyeti) Beyt-ül Mal’e ait bulunan bu nitelikteki arazi Tanzimat’tan sonra ve Arazi Kanunnamesi’nin 4. maddesi ile de miri arazi ahkamına tabi tutulmuştur. 1274 Hicri tarihli Arazi Kanunnamesi’nin 4. maddesinin 2. fıkrasında belirtildiği üzere, Osmanlı Sultanları ya da onların izni ile başkaları miri araziden üç türlü “tahsis ve irsad” yapabilirlerdi ve dolayısı ile miri arazi mevkufenin üç nev’i söz konusu olabilirdi. Osmanlı Sultanları miri arazinin aşar (toprağın öşrünün onda biri) gibi vergi ve resimlerini bir hayır cihetine tahsis edebilirlerdi. Osmanlı ülkesindeki arazi-i emirriye-i mevkufenin, yani tahsis ve irsad kabilinden gayri sahih vakıfların çoğu bu türdendir. Osmanlı Sultanları, arazi-i emirriyenin yalnızca tasarruf hakkını bir hayır cihetine (gayr-i sahih vakfa) tahsis edebilirlerdi. Bu durumda tasarruf hakkı gayr-i sahih vakıfta kalıp fertlere devir edilemeyeceğinden gayr-i sahih vakıf aşarı devlete ödemekle yükümlüdür. Osmanlı Sultanları, arazi-i emirriyenin hem tasarruf hakkını ve hem de aşar gibi vergi ve resimlerini bir hayır cihetine, bu bağlamda gayr-i sahih vakfa tahsis edebilirlerdi.  Bu durumda gayr-i sahih vakıf arazinin tasarruf hakkına sahip olduğu gibi devlete de aşar ya da başkaca vergi ve resim ödenmez. Yukarıda ilk şıkta işaret olunduğu üzere Osmanlı ülkesindeki araz-i emirriye-i mevkufenin (tahsis ve irsad kabilinden gayr-i sahih vakıflar) çoğu yalnızca aşar gibi vergi ve resimlerinin bir hayır cihetine tahsis olunduğu birinci çeşitten olup arazinin tasarruf hakkı fertlerde bulunmaktadır. Muhtemelen dava konusu arazide bu türdendir. Ne var ki bunu vakfiyeden anlamak mümkün olmamıştır.

f- O nedenle burada önemli olan; dava konusu taşınmazın bedel-i öşr mukataası’na bağlı miri arazi niteliğinde mi, yoksa hukuki tasarrufiyesi de vakfedilmiş arazi niteliğinde mi olduğu hususunun tespitidir Değil ise somut olaya konu vakfın “gayr-i sahih vakıf” olduğu hususu açıktır.

g- Tapu kaydında “mukataa” sözcüğünün yer alması bu konuda belirleyici ve sorunun çözücü nitelikte değildir. Zira ve her ne kadar mukataada esas olan yani vakfa ait olması lazım olan mukataa bedelleri ancak sahih vakıflara münhasır ve mukataa arsası vakıf ve üzerindeki bina ve ağaçlar mülk olan akarda mutasarrıfı tarafından arsa vakfına verilmek üzere arsa için kat’ ve tayini olunmuş senevi ücret ve buna icare-i zemin yani yer kirası denir ise de, mukataa “bedeli öşr mukataası” anlamında da kullanılabilir. Bu durumda yine miri arazi hükmüne tabi bir arazi söz konusu olacağından taviz bedeli ödenmesi gerekmeyecektir. Zira bu durumda aşarın ilgası ile bedel-i öşr mukataası da mülga olmakla dava konusu arazi de sair miri arazi hükmünü kazanır.

h- Ne var ki dava dosyasındaki bilgi, kanıt ve verilerden bütün bunları anlamak mümkün olmamıştır. Öyle ki dosyaya sunulu vakfiyede aşar ve rüsumunun vakfedildiğine ya da tasarruf hakkının vakfedildiğine veya her ikisinin birden vakfedildiğine ilişkin bir açıklık olmadığı gibi dava konusu taşınmazların geldilerine ilişkin tapu kayıt ve tedavüllerinden de bir sonuç çıkartmak mümkün olmamıştır. Öyle ki tapu kayıtları üzerinde inceleme yapan bilirkişi tarafından dava konusu taşınmazların ilk tesis kaydı okunup tercüme edilmiş (Ağustos/1296 tarih, 239 nolu kayıt) ve ilk malik olan Yorgi veledi Akam’ın dava konusu taşınmazın mülkiyetini ne şekilde ve kimden iktisap ettiği araştırılıp tespit edilmiş değildir.

ı- Yine vakfın icareteyn ve mukataa hesap ve sarf defterinin olup olmadığı saptanmış ve yanısıra aşar ve rüsum defteri incelenmiş ve kadim kayıtlar (kuyudu hakani) getirtilmiş değildir.

i- Sözü edilen kayıt, belge ile defterler getirtilmeden ve incelenmeden davaya konu uyuşmazlığı sağlıklı biçimde çözmek mümkün değildir. Nitekim bu davaya konu olan Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı kapsamında olup Adalar’da vakfedilen arazilerin, hukuk-i tasarrufiyesinin değil, sadece aşar ve rüsumunun vakfedilmiş olduğu hususu, Temyiz Mahkemesi Birinci Hukuk Dairesi Reisi A. Cevad Gücün imzalı ve 17.6.1943 günlü hakem kararında bilirkişi tayin edilmiş Kemal Ogan tarafından verilen rapora atıf yapılarak ve Hakem’in selefi olan zat’ın incelediği aşar ve rüsum defterindeki meşruhata dayanılarak bulunmuştur.

SONUÇ: Sunulan nedenlerle;

1-Dava konusu taşınmazların tapu sicilinde kayıtlı bulunan, Şehzade Sultan Mehmet Han Vakfı gayr-i sahih vakıf niteliğindedir. Zira vakıf kapsamında bulunan İstanbul’da Anadolu yakasında ve Karye-i Maltepe’de olan dava konusu taşınmazlar, vakıf kurucusu Kanuni Sultan Süleyman Han’ın kendi mülkü olmayıp, rekabesi (kuru mülkiyeti) Beyt-ül Mal’e ait olan arazi-i miriyedendir.

2- Dava konusu taşınmazların taviz bedeline tabi olup olmadıklarının tespiti için; aşar ve rüsumunun mu, hukuki tasarrufiyesinin mi, yoksa her ikisinin birden mi vakfedildiğinin tespiti gerekmektedir. Ne var ki mevcut kayıt, kanıt ve bilgilerden dava konusu taşınmazların aşar ve rüsumunun mu, tasarruf hakkının mı ya da her ikisinin birden mi vakfedildiğini saptamak mümkün olmamıştır.

3- O nedenle, dava konusu taşınmazların ilk tesis kaydı olan Ağustos/1296 tarih, 239 nolu kaydın getirtilip tercüme ettirilmesi ve malik olduğu anlaşılan Yorgi Veledi Akam’ın dava konusu taşınmazları nasıl ve kimden iktisap ettiğinin saptanması; Vakfın icareteyn ve mukataa hesap ve sarf defterinin olup olmadığının araştırılması, var ise getirtilmesi; Vakfın kadim kayıtlarının (kuyudu kadime/kuyudu hakani) ve yanısıra aşar ve rüsum defterinin getirtilmesi gerekmektedir.

Takdiri Sayın Mahkemeye ait olmak üzere saygı ile sunulur. 05.10.1993.


(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)