İSTANBUL (AA) -SİBEL KARABEL- Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, belli zamanlarda belli akımların ve siyasi atmosferin katalizör olduğu bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bu minvalde, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki dinamikleri bir kenara koyarsak, günümüz Avrupasındaki aşırı sağın ivme kazanması, aslında 1970'lerden beri devam eden unsurların yansıması olarak görülebilir.

Tarihsel olarak bakıldığında, 1970’ler ve 80’lerde Avrupa’da yükselen sağın, 2000li yıllardaki, günümüzdeki aşırı sağla birtakım noktalarda ayrıştığını da belirtmek gerekir. Hedef kitlesi olarak daha geniş bir topluluğa sahip olan yeni aşırı sağ, popülizmin yeni kavramlarıyla da karşılaşınca, Avrupa siyaset sahnesindeki yerini farklı bir boyutta alıyor. Örneğin Fransa’daki Ulusal Cephe (FN), 2011 yılında Marine Le Pen liderliğinde, önceki dönemin anti-semitist söyleminden uzaklaştı, ancak yeni karşıtlık modelini bu defa İslam üzerine oturttu. Benzer şekilde Avusturya’daki FPÖ Partisi, önceki imajından tonunu değiştiren bir resme bürünerek AB karşıtlığı yerine göç karşıtlığını tercih etti.

Burada belirtilmesi gereken bir husus da gerek yaygın kullanımda gerekse akademik jargonda “popülizm” kavramının yekpare bir tanımının olmadığıdır. Analizin bütünlüğünü sağlamak adına, bu konuda en fazla atıf yapılan Cas Mudde’ın tanımını esas alıyoruz. Buna göre popülizm, toplumu “saf insanlar” ve “yozlaşmış elit” olarak birbirine zıt ve homojen iki gruba ayıran ve siyasetçilerin genel iradeyi temsil etmesi gerektiğini savunan bir ideolojidir.

Radikal sağ ve radikal solun popülizm ile kullandıkları metotların farklılık gösterdiği ve sağın popülizmle milliyetçilik, göç karşıtlığı gibi söylemleri yüzeye çıkardığı bilinir. Buna ek olarak, Avrupa’daki aşırı sağın ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üzerinden zemin tuttuğu ve popülist sağın güçlü liderlik vurgusuyla eşleştirildiğini de belirtmek gerekir.

Dolayısıyla Avrupa’da aşırı sağ/radikal sağ, zamana ve birtakım akımlara paralel bir biçimde evirilerek Avrupa siyasi ikliminde ivme kazandı. Bu yazıda Avrupa genelinde, özellikle son on yılda giderek artan bir meyille yükselişe geçen aşırı sağın yükselme sebepleri, seçmen davranışları ve radikal sağ söylemdeki ortak terminoloji irdelenecek.

Her ne kadar yalnızca yerel ya da AB Parlamento seçim sonuçlarıyla Avrupa’daki aşırı sağın gidişatı hakkında hüküm vermek, eksiklik içerse de, veriler genel tabloyu görmek açısından faydalı olacaktır. Bu bağlamda, yapılan araştırmalarda, son on yıllık zaman diliminde aşırı sağ partilerin Avrupa genelinde yaklaşık yüzde 10’luk bir artışla yükseldiği görülüyor. Benzer şekilde, 2008-2018 yılları arasında AB’ye üye devletler arasında aşırı sağ popülist partilere oy veren profilin araştırıldığı bir çalışmanın bulgularına göre, söz gelimi İtalya’da aşırı sağ partilere oy verme oranı 2008 yılında yüzde 8 iken 2018’de yüzde 50’yi buluyor. Polonya’da bu oran yüzde 32 ve yüzde 51, Fransa’da yüzde 13 ve yüzde 27, Almanya’da yüzde 10 ve yüzde 21, Yunanistan’da yüzde 17 ve yüzde 54 ve Macaristan’da yüzde 43 ve yüzde 65 olarak görülüyor.

Belirtilmesi gereken bir diğer husus da seçim sonuçlarının aritmetiğini Avrupa’nın siyasal iklimindeki değişikliklerle birlikte okuma gerekliliği. Dolayısıyla, 2008 ekonomik krizinin sebep olduğu ekonomik kayıplar ve güvensizlik hissi, 2015 yılında Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı göçmen krizi ve göçün güvenlikleştirilmesi, aşırı sağ partilerin yükselmesine ve aynı zamanda koalisyonlarda yer almalarına uygun zemini hazırladı. Avrupa siyasetinde kullanılan ırkçı, İslamofobik ve yabancı düşmanı popülist söylemlerle de süreç giderek birbirine eklemlenen bir durum halini aldı.

- Seçmen profili ve oy verme davranışı

Avrupa’da aşırı sağ partilere oy veren seçmenlere yönelik yapılan araştırmalarda, ortak bir kitle tipolojisine ulaşıldığını söylemek mümkün. Bununla beraber, AB’ye üye ülkeler arasında birtakım farklılıklar da gözlemleniyor. Genelleme yapmak zor olsa da, Avrupa’da aşırı sağ partilere oy veren seçmenin çoğunluğunun orta yaşlı, erkek yoğun, eğitim altyapısı zayıf ve genellikle orta sınıfa mensup bireyler olduğu, ilgili çalışmalardaki yaygın görüş. Ancak özellikle 2015 sonrası göç karşıtlığı ve toplumda oluşturulan endişe atmosferi, göçün güvenlikleştirilerek aşırı sağ partilerin hedef kitlesinin orta sınıftan sosyo-ekonomik statüsü farklı gruplara da sirayet etmesine neden oldu.

Bu çerçevede, aşırı sağ partilerin söylemlerinin, Avrupa seçmeninde değişik sosyo-ekonomik hedef kitleleriyle örtüştüğü gözlemleniyor. Dolayısıyla, ortak vaadin ekonomik iyileştirme ve göçün sınırlandırılması olduğu iddia edilebilir.

Ekonomi ve işsizlikle ilgili endişeler, özellikle 2008 krizinden sonra birçok AB üyesi devletin toparlanmakta zorluk yaşaması ve üye devlet vatandaşlarında oluşan güvensizlik duygusu da bir anlamda aşırı sağ seçmen profilini çeşitlendiriyor. Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi bu motivasyonla seçmen kitlesini genişletti. Nitekim krizden hemen sonra, 2009 yılında yüzde 0,9’luk oy oranı bulunan parti 2015’e gelindiğinde yüzde 7’leri gördü. Benzer başka bir örnekten gidilirse, Fransa’daki 2017 cumhurbaşkanlığı seçiminde seçmen davranışını şekillendiren temel unsurun, ülkede kronik hale gelmiş olan işsizlik sorunu ve ekonomik çekinceler olduğu belirtiliyor.

- Avrupa’yı birleştiren popülist söylemler: Göç ve AB karşıtlığı

Popülizm, üzerinde birbirine muhalif tanımlamaların olduğu bir kavram. Dolayısıyla popülist söylemi kullanan erk, tanımı da şekillendirebiliyor. Bu konuda çalışan uzmanların altını çizdiği nokta ise siyaset sahnesine giren kavramların da (bir anlamda popüler söylemi siyasete yaklaştırarak) aslında toplum yararına hizmet edebildiği. Ancak burada tanımların güvenlikleştirilmesi toplumu kutuplaştırma ihtimali doğurduğundan, “öteki”yi dışlayıcı bir etki de oluşturuyor. Günümüzün popülist söylemleri arasında, Donald Trump’ın Dünya Ekonomik Forumu 2017 konuşmasındaki küreselleşme karşıtı konuşması ile FN lideri Marine Le Pen’in Fransa 2017 cumhurbaşkanlığı seçim süreci boyunca kullandığı “küreselleşmeciler ve vatanperverler” retoriği en belirgin örnekler olarak sayılabilir.

Bu bağlamda, Avrupa siyasetinde popülist söylemde en çok metalaştırılan kavramın göç olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim İngiltere’deki Brexit referandumu bile retoriğini göç karşıtlığı ve AB karşıtlığı üzerine kurmuştu. AB nezdinde göç söylemini en çok kullanan bir başka ülke ise Avusturya. Avusturya’nın 2008 krizinden görece olarak en az etkilenen ülkelerden biri olmasına rağmen, FPÖ Partisi “Önce Avusturya” mottosuyla, göçmenlerin ve önceki yönetimlerin sorunlarda baş sorumlu olduğunu vurgulamıştı. Aynı şekilde Macaristan’daki Jobbik, göç karşıtlığı ve korumacı ekonomik politikalarla oy oranını yüzde 20’lere çıkardı.

Göç, Avrupa içinde son derece kritik bir mesele. Eurobarometer’in 2017 yılındaki güncel bir araştırmasına göre, AB vatandaşları arasındaki tehdit algısında, AB’ye dışarıdan gelen göç, yüzde 40 ila yüzde 82 arasında değişerek ilk sırada yer alıyor. Öyle ki bu durum, Angela Merkel’in özellikle 2015 sonrası bu konuda pragmatik politikalar takip etmesine ve hatta bir anlamda II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Bundestag’a giren ilk radikal sağ partiye kapıları açmasına sebep oldu. Almanya’da AfD, kurulduğu 2013 yılında avro karşıtlığıyla başlayıp, terminolojisine düzen ve göç karşıtı, AB karşıtı ve İslam karşıtı jargonu da ekledi.

Tüm bunların sonucunda, ortaya bu düzenekten beslenen farklı bir karşıtlık çıkıyor: Düzen karşıtlığı. İtalya’daki son seçimlere bakıldığında, düzen karşıtlığı söylemiyle beliren 5 Yıldız Hareketi’nin seçim başarısı buna örnek gösterilebilir. Dolayısıyla Avrupa’nın dönüşen siyasi iklimi, düzen karşıtı partilerin ve söylemlerin popülerleşmesine uygun bir zemin oluşturuyor.

Avrupa’nın yeni siyasi ikliminde dikkatleri çeken bir diğer unsur da “düzen karşıtlığının” artık eskinin klasik merkez sağ ve merkez sol fraksiyonlarının yerine eklemlenmiş olması. Yine örnek olarak Fransa 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, daha önce siyaset tecrübesi bulunmayan Emmanuel Macron’un önderliğindeki “En Marche” hareketi gösterilebilir. Le Pen seçildiği takdirde AB ile ilgili referandum yapacağını söylemişti. Benzer şekilde İtalya’da da son seçimlerde düzen karşıtlığı ve AB karşıtlığı prim yaptı. Burada aşırı sağ partilere oy veren seçmenin ekonomik sorunlar, işsizlik ve önceki yönetimlerden hoşnutsuzluklarını, denenmemiş ve endişelerini ortaya koyan partilere yönlendirdiği, diğer bir deyişle, önceki sağ-sol fraksiyonları bir anlamda cezalandırdığı söylenebilir.

Sonuç olarak, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi yeni bir fenomen olmaktan öte, II. Dünya Savaşı’ndan beri devam eden bir süreç. Avrupa siyasal ikliminde yeni aşırı sağ, önceki dönemlerle paralellik kuran ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobik söylemlere, göç-düzen ve AB karşıtlığı diskurunu eklemiştir. Siyasal partiler arasında aşırı sağ partilerin ivme kazanması ve siyasette daha çok yer bulması, aslında toplum içinde popülizmin yapmak istediği ayrışmayı da yansıtmaktadır. Avrupa’nın kurucu değerleriyle taban tabana zıt olan, bu çok-kültürlülüğe ters söylemler, son tahlilde en büyük zararı yine Avrupa bütünleşmesine ve derinleşmesine verecektir.

[Sibel Karabel Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (BİLGESAM) Avrupa Birliği ve Asya-Pasifik araştırmaları uzmanı olarak çalışmaktadır]