İSTANBUL (AA) -BORA BAYRAKTAR- İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un Osmanlı topraklarında Yahudilere devlet vaat eden meşhur deklarasyonunun 100. yılında, Filistin tarihi için son derece önemli bir deklarasyon daha yayınlandı. 6 Aralık Trump Deklarasyonuyla, tıpkı 100 yıl önceki Balfour Deklarasyonundaki gibi, üçüncü bir ülke bir başka ülkenin toprağını diğerine peşkeş çekiyor; Filistin’in başkentini İsrail’e hediye etmeyi amaçlıyor. Ancak bu karar öngörülemez pek çok unsuru da içinde barındırıyor. Trump bu kararıyla Ortadoğu’da yeni bir şiddet dalgasının fitilini ateşliyor.

“Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma vakti gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs'e taşıma talimatı veriyorum.” 45. ABD başkanı Donald J. Trump seçim kampanyası boyunca seçmenlerine verdiği sözü tuttu ve bu açıklamayla Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdı. Böylece ABD, İsrail'in Kudüs'ü işgalinden tam 50 yıl sonra, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıyan tarihteki ilk ülke oldu. Karar sadece Ortadoğu'da, Arap-İslam ülkelerinde değil, Avrupa'da da tepkilere yol açtı ve benimsenmedi. Konunun muhatabı Kudüs kenti başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında insanlar sokaklara döküldü, Amerikan elçiliklerinin önünde protesto gösterileri yaptı. Trump'ın aldığı kararın çok ciddi sonuçları olacağını söylemek için uzman olmaya gerek yok. İslam ve göçmen karşıtı söylemi ortadayken, ABD başkanının şu ya da bu sebeple bu adımı atmış olması da sürpriz değil belki. Şaşırtıcı olan, Amerikan devlet mekanizmasının buna direnmemesi ve engellemeye çalışmaması.

-Meşru zeminden gayrimeşru zemine

Arap ve İslam dünyasında ABD'nin kararına öfke büyük. Amerikan, İsrail bayrakları yakılıyor; sosyal medyadan kınama ve tepki mesajları yağıyor. Bir taraftan da olayların nereye varacağı anlaşılmaya çalışılıyor. Hemen hemen herkesin kafasında şu soru var: “Bundan sonra ne olacak?” Acı ve keder Arap sokağına hakim. Türkiye'de, İran'da, Pakistan'da, Endonezya'da insanlar kızgın. Kudüs davasının kaybedildiği düşüncesi insanların akıllarını kemiriyor. Ama aslında Trump'ın açıklamasıyla sahada değişen bir şey yok. İslam dünyası Kudüs uğruna gözyaşı dökmek için Trump'ın bu açıklamasını beklediyse, zaten ortada büyük bir yanılgı var demektir. Çünkü Kudüs bugünlere bir anda gelmedi. Tam 100 yıl önce 9 Aralık 1917'de İngilizler, bundan 50 yıl sonra ise 7 Haziran 1967'de İsrail, kenti işgal etti. İsrail parlamentosunu, başkanlık konutunu, başbakanlık ofisini, yüksek mahkemeyi ve daha nice hükümet binasını Kudüs'e kurdu. Uluslararası hukuka aykırı olarak, kent yıllardır İsrail tarafından fiilen başkent olarak kullanılıyor. 1980'de alınan kararla Kudüs İsrail'in "ezeli ve ebedi başkenti" ilan edildi. Ancak hiçbir ülke bu kararı tanımadığı için, İsrail'in bu adımları uluslararası toplum nezdinde gayrimeşru olarak kaldı. Üstelik İsrail son 50 yıldır kentin dokusunu kasıtlı olarak bozarak, Yahudileştirme politikasıyla Filistinlileri göçe zorlayarak büyük mesafe aldı. Trump'ın Kudüs'ü başkent olarak tanıma kararı ise bu işgali ve Yahudileştirme politikasını meşrulaştırma yolunda atılmış bir adım olarak öne çıkıyor. Tabii, şu soruyu da sormak gerekiyor: Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararıyla ABD mi İsrail'i meşru zemine taşıyacak, yoksa İsrail mi ABD'yi gayrimeşru zemine çekecek?

- Artık ABD barış ortağı değil

Sahadaki durumu değiştirmese de, ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımasının kuşkusuz pek çok sonucu olacak. Bunların ilki ve en belirgini, Amerikan yönetiminin 1993’te imzalanan Washington Anlaşması ile resmi olarak yürütülen İsrail-Filistin barış sürecinin “adil arabulucusu” rolünün sona ermesi. Bu doğrultuda ilerleyen barış sürecinin kesin olarak sona ermesi. Aslında geride kalan 24 yıl boyunca da ABD’nin “adil” bir arabulucu olduğu söylenemez. Gerek Oslo barış süreci döneminde, gerek Camp David’deki tarihi üçlü zirvede ve sonrasında Amerikan heyetlerinin ikinci bir İsrail heyeti gibi çalıştığı, konuyu bilenlerin malumu. Bill Clinton’ın Ortadoğu özel temsilcisi Dennis Ross’un “Missing Peace” adlı kitabını okuyanlar bunu açıkça görecektir. Amerikan yönetimi, Kudüs başta olmak üzere, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı ve sınırlar gibi konularda hep İsrail’in güvenlik kaygılarını öncelemiş, tavizi Filistin tarafından beklemiş, baskıyı Filistinli liderlerin üzerinde uygulamıştır. 2000 yılı Temmuz ayındaki Camp David görüşmelerinde Arafat “Kudüs’ü veren Arap lider ben olmayacağım” diye masadan kalktığında, Başkan Clinton İsrail ile birlikte hareket ederek başarısızlığın suçunu Arafat’a yüklemiş, İsrail’i aklamıştı. Sonraki dönemde ABD başkanı Bush, El Aksa hamlesiyle 28 Eylül 2000’de ikinci intifadanın fitilini ateşleyen, böylece iktidara gelen Ariel Şaron’u desteklemiş, İsrail’in Filistin kentlerini yeniden işgaline, duvarlarla sınırları tek taraflı belirlemesine, Filistinlilerin topraklarının istimlakine göz yummuştu. Her ne kadar iki devletli çözümden söz eden ilk ABD Başkanı olsa da, George W. Bush Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının hayata geçirilemeyeceğini de savunarak en az Trump’ın Kudüs kararı kadar tartışmalı bir açıklamaya imza atmıştı.

Trump’ın açıklamasından sonra, ABD’nin arabulucu gibi davranarak Filistinlilere teslim belgesi imzalatmaya yönelik sözde barış süreci kesin olarak son bulmuştur. Bu karar, olumlu tarafından bakılacak olursa, herkesin zoraki rol aldığı kötü bir tiyatro oyununda perdenin inmesini sağlamıştır. Filistin lideri Mahmud Abbas “Kararı reddediyoruz” diye başladığı açıklamasında “ABD bu kabul edilemez kararıyla, bilinçli bir şekilde tüm barış görüşmelerinin altını oymaktadır. ABD artık Ortadoğu barış sürecinde üstlendiği arabuluculuk rolünü terk etmiştir” diyerek bu durumu kesinleştirmiştir.

- İki devletli çözümün sonu mu?

Peki, ABD’nin arabuluculuk rolünün sona ermesi bu kararla birlikte ne anlama geliyor? Sorunun cevabı açık: İki devletli çözüm formülünün ABD ve İsrail tarafından çöpe atılması. Bu zaten başından beri İsrail’in karşı çıktığı, olmaması için elinden geleni yaptığı bir formül. Biri Yahudi diğeri Arap iki devlet, 1947’de Birleşmiş Milletler’in (BM) 181-II sayılı kararla kabul ettiği bir çözüm. 67 Savaşı sonrası kabul edilen 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı da bu formülün dayanak noktalarından biri. Karar, taraflara savaş öncesi duruma dönmeleri çağrısında bulunuyor. Bu da İsrail’in Doğu Kudüs’ü terk etmesi anlamına geliyor. 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devleti uluslararası hukukun, barış sürecinin temelini oluşturuyor. Kudüs’ü “İsrail’in başkenti” olarak tanımak bu kararları yok saymak anlamına geliyor. Ortada hukukun gücü yerine güçlünün hukukuna dayalı, tek taraflı bir çözüm arayışı var. Arafat’a ve Mahmud Abbas’a teslim belgesini imzalatamayacağını anlayan İsrail-ABD ikilisi, bu oldu bittiyle iki devletli çözüm fikrini ezmek istiyor. Bu kararın yıkıcı etkilerini azaltmak ve yok etmek için dünyanın geri kalanı, Avrupa, Arap dünyası, İslam dünyası bir araya gelerek bu formüle inancını ve desteğini sürdürmek zorunda.

- Karar ABD’yi bağlar

Aslına bakılırsa Trump’ın kararı sadece ABD’yi bağlıyor. Halihazırda İsrail Kudüs’ü zaten başkenti gibi kullanıyor. Sahada bu anlamda değişen pek bir şey yok. İsrail zaten Filistinlileri göçe zorlayarak demografik yapıyı değiştirmeye çalışıyor. Zaten kentin dört bir yanı Yahudi yerleşimleriyle çevrilerek Batı Şeria’dan koparılmaya çalışılıyor. Duvar Filistin topraklarıyla Kudüs’ü büyük ölçüde ayırmış durumda. Ama bütün bunlar uluslararası hukuka, BM kararlarına aykırı. ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanıması, tüm bu hukuk ihlallerini meşru görmesi ve bu durumu tüm dünya nezdinde meşrulaştırmaya çalışması anlamına geliyor. Karar sadece Amerikan yönetimini bağlıyor. Uluslararası kurum ve kuruluşlar ve devletler nezdinde karar “yok” hükmünde. ABD “süper güç” olmanın verdiği rahatlıkla, zorbalıkla bu işgali tüm dünyaya kabul ettirmek istiyor.

- Arap dünyası için karar anı

Peki, ABD bu amacına ulaşabilir mi? Bütün bir İslam dünyasına, Arap dünyasına rağmen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul ettirebilir mi? ABD’nin 14 yıllık Irak, 16 yıllık Afganistan performansına bakıldığında, “süper güç” bile olsa Washington yönetiminin mutlak bir güce sahip olmadığı görülüyor. Afganistan’da amacına ulaşamayan, Irak işgalini elini yüzüne bulaştıran Amerikan yönetimi, sağlam bir dirençle karşılaştığında geri adım atmak zorunda kalacaktır. Bu meselede sonuç, Arap-İslam dünyasının kendi içindeki anlaşmazlıklara son vererek, bu hassas konuda ortak tavır takınmasına bağlı. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ABD-İsrail çizgisindeki politikalarını sürdürmesi, Kudüs kararından sonra zor görünüyor. Çünkü sokak, Kudüs konusunda İsrail ile hareket eden bir yönetimi sarsmaya başlayacaktır. Körfez ülkelerinin rejim güvenliği büyük ölçüde Kudüs davasına sahip çıkılmasına bağlıdır. Müslüman Kardeşler’e yönelik kovuşturma dolayısıyla ABD-İsrail-Körfez çizgisinde ilerleyen Mısır yönetimi Kudüs’ün ilhakına göz yumacak mıdır örneğin?

Trump’ın Kudüs deklarasyonu Arap dünyası için karar anıdır. Tarihte bu anlarda ciddi hatalar yaparak kutsal kenti önce İngilizlere sonra İsrail’e teslim eden Araplar bu kez doğru kararı vermek zorundadır. Çünkü artık geriye atacak adım mesafesi kalmamıştır. Bir adım sonrası uçurumdur. Türkiye’nin çağrısıyla yapılacak Kudüs toplantısı bu açıdan bir sınav olacaktır. Arap dünyasının, İslam ülkelerinin temsilcilerinin tam kadro İstanbul’da ya da belirlenecek başka bir yerde bir araya gelmesi, güçlü bir mesaj vermesi, ABD ve İsrail’e yönelik adımlar atması Kudüs kararını tersine çevirebilir. Kınama kararlarının bir anlamı olmadığı tecrübeyle sabittir. Aksi takdirde işler kontrolden çıkabilir, yönetimlerin atmadığı adımları sıradan insanlar atmaya çalışır ve şiddet olayları tüm bölgeyi etkisi altına alabilir.

- Üçüncü intifada kapıda mı?

Son yıllarda hemen hemen herkesin aklındaki soru şu: Yeni bir intifada başlayacak mı? Sorunun sorulmasına neden olan ise müzakerelerle sonuç alınamayacağının anlaşılması, işgal koşullarının ağırlaşması ve Filistinlilerin başka çaresinin kalmadığının düşünülmesi. İlk iki intifada da (1987 ve 2000) benzer koşullarda ortaya çıkmıştı. Son Filistin halk ayaklanması, Ariel Şaron’un 28 Eylül’deki Mescid-i Aksa ziyareti ile patlak vermişti. Bölgedeki son gerilimin kaynağı yine Temmuz ayında Kudüs’te Haremüşşerif’te İsrail’in yeni güvenlik kontrol noktaları oluşturması kararıydı. Kudüs söz konusu olunca Filistinliler canlarını ortaya koymaktan çekinmiyor. Trump’ın kararından sonraki ilk Cuma namazı sonrası başlaması muhtemel protesto gösterileri devamlılık kazanabilir ve insanlar bir kez ayaklandıktan sonra onları yeniden oturtmak zaman alabilir. Kudüs meselesinden çıkacak bir ayaklanma, başta Lübnan ve Ürdün olmak üzere komşulara, oradan da Mısır’a uzanabilir. Bu durumda şiddet kaçınılmaz olacaktır. İşgal koşulları devam eder, müzakere masası dağıtılırsa üçüncü intifadanın başlayıp başlamayacağı sorusunun yanıtı “acaba” değil, “sadece bir zaman meselesi” olacaktır.

- Avrupa ile ABD’nin arası açılıyor

Trump deklarasyonu dünya siyaseti açısından da büyük önem taşıyor. Karar ABD ile Avrupa ülkelerinin arasını iyice açacak gibi görünüyor. Avrupa Birliği’nin (AB) önde gelen ülkeleri Fransa ve Almanya karara karşı çıktı. Birlik kararı uluslararası hukuka aykırı bulduğunu açıkladı ve soruna BM kararları çerçevesinde çözüm bulmaya odaklanılmasını istedi. ABD başkanının NATO ile ilgili yaptığı açıklamalar, AB’yi yeni bir güvenlik yapılanması olan PESCO’yu imzalamaya kadar götürdü. Trump’ın İran ile nükleer anlaşmadan çekilme açıklaması da Avrupa tarafından kabul görmemişti. İngilizlerin de son günlerde Suriye, Suudi Arabistan ve Irak politikaları dolayısıyla Trump yönetiminden uzaklaşmakta olduğu görülüyor. Kudüs kararı bu ayrılığı iyice derinleştiren, Avrupa ile Atlantik arasındaki ittifakı sarsan yeni bir adım oldu.

Sonuç olarak, 6 aralık Trump Deklarasyonu tüm yönleriyle Filistin sorunu ve Ortadoğu için yeni bir dönüm noktasıdır. Bu işin sonunun ne olacağı kesinleşmiş değil. İsrail yönetimi ABD’nin kararından memnun ve bu kararı sonuçta işgalin meşruiyet kazanması yönünde önemli bir adım olarak görüyor. Ancak bu karara karşı oluşacak tepki gelişir, olaylar kontrolden çıkarsa, İsrail kendini hiç istemediği çok boyutlu bir savaşın ortasında bulabilir; uzun bir yalnızlık sürecine girebilir. Her zaman yakındığı “Arap denizinde bir ada” olma söylemi gerçeğe dönüşebilir. Burada belirleyici olan, büyük ölçüde Körfez ülkelerinin tavrı olacaktır. Trump’ın kuyuya attığı taşla uzun vadede kazananın olmayacağı bir süreç başlıyor.

[İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Bora Bayraktar, 'Hamas' kitabının yazarıdır]