Bazı meslektaşlar bana güncel konular hakkında yazmamı tavsiye ediyorlar. Esasında tüm yazılarım güncel, fakat biraz siyasetten ve polemikten uzak anlaşılan. Malum konular hakkında bıkıp usanmadan hep yazdım, konuştum ve fikirlerimi ortaya koydum. Hukukla, yargı ve adaletle oyun olmaz, hukukun üstünlüğünü koruyalım, siyaseten ve güç odaklarından uzak duralım, şeklen değil özü itibariyle Türk Milleti adına hareket edip, “hukuk devleti”, “eşitlik” ilkeleri ile dürüst yargılanma ve hukuk güvenliği haklarına sadık kalalım dedik, temelde bu ve benzeri sözleri herkes söyledi, ama ne zaman? İğne kendisine veya sempati duyduğu kişilere battığında. Sonuçta ne oldu? Kaybettik, Türk Yargısı ve adalet kaybetti, hesaplaşma kültürü oluştu, siyaset ve gücü elinde tutan kazandı. Kimse kızmasın gerçek bu ve biz bu gerçeği görmeyip hatalardan ders almak yerine yine bildiğimizi okumak suretiyle insanları “saf” zannetmeye devam edersek kendimizi kandırmış oluruz, yargı ve adalet adına da olumlu hiçbir mesafe alınamaz.

Bugüne kadar yazdığım kitap ve makalelere bakıldığında, iddia ediyorum ki en azından Ceza Hukuku adına güncel tartışmalarla ilgili yazılmayan konu kalmamıştır. Sonuç ve etkisi ne? Anlaşılan sıfır, sorunlar aynı hızla devam ediyor. Dibine kadar siyasete batmış, seçime odaklanmış ve siyasetten çıkacak sonuca göre pozisyon almaya ve aldırılmaya hazırlanan yargı ile karşı karşıyayız. Yargı işi gücü bırakmış, seçim sonuçlarından ve oluşacak siyasi yapıdan medet bekliyor. Sanki siyaset yargıyı kurtaracak, hedef yargının kurtulması ve düzlüğe çıkması ise bu kafa ile daha çok bekleriz. Kanaatimce beklenti, güç ve destek elde etme, bu yolla da yargıda etkinlik kazanma olarak gözüküyor. İşte sonsuz yanlışlık burada var ve bu yaklaşım, yargı ve adalet sorunlarından kurtarılması hedeflenen Türk Hukuku’na fayda sağlamaz.

Tablo, hangi cepheden bakarsak bakalım budur. Üç maymunu oynamaya gerek yok, ne yazarsak yazalım ve konuşursak da konuşalım yaşanacakları göreceğiz. Zihniyet değişmedikçe bu tablo devam edecektir, ancak sürdürülebilir olamayacaktır. Herkes konuşacak, bildiğini okuyacak, hukukun evrensel ilke ve esasları kitaplarda duracak, ya sonra ne olacak? Sıranın birilerine daha gelmesi beklenecek ve hep böyle sürüp gidecek. Söyledim bu bakış açısı ve yöntem sürdürülemez. Yargıyı siyasetten ve sübjektiflikten kurtarmanın vakti çoktan geldi, aynı hatalarla ve hukuki dayanaktan uzak uygulamalarla yola devam edilemez.

Hayatta iki hareket tarzı vardır; ilki önünü görüp tedbirini alırsın ve ikincisi de, tecrübe edip sonucuna katlanırsın.

Bugüne kadar; hukukun evrensel ilke ve esaslarından, bir tedbir olan tutuklamanın inadına yanlış ve somut gerekçeden uzak uygulamalarından, uzun tutukluluğun ve yargısız infazların hayatlar kararttığından ve bunun “suçu ve suçluyu arıyoruz, yargılama yapıyoruz” gerekçesiyle açıklanamayacağından, suç veya terör örgütü adlı garip suç tipine mütemadi, yani neticesi devam eden suç nitelendirilmesi yapılmak suretiyle tatbik edilen yakalama ve gözaltına almanın, sabah vakti ev ve işyerlerine baskın yapmanın, “siyasi suç” adı altında fikirleri ve bağlı oldukları görev suçunun tuhaf bir şekilde daraltılarak “kamu görevlisi örgüt üyesi mi olur” yorumunun, Başsavcının CMK m.10/1 ile o tarihte yürürlükte olan m.250/3’e rağmen tutuklanıp Yargıtay’da yargılanmasının önüne geçilmeye çalışılmasının yanlışlıklarından, tüm haklı itirazlara rağmen inatla usul hatası yapmaya devam etmenin ortaya çıkaracağı arızalardan, sırtınızı sıvazlayan siyasetin bir gün sizi terk edip yalnız bırakacağından, yargının “bumerang” etkisinden ve ne söylerseniz söyleyin samimi görülmeyeceğinizden, insanların araç olarak kullanılan hukuk ve yargı karşısında çaresiz bırakılamayacağından, dinlemenin, teknik takibin, gizli tanığın, dijital verilerin, toplu davaların hatalı örneklerinden, keyfi ve uzun tutuklulukla birleşen soruşturmanın basına açılan, fakat savunmaya kapatılan yüzünün tuhaflığından, İnsan hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarına rağmen tutuklamaya sevk edilen veya tutuklanan şüpheliye ve avukatına gösterilemeyen dosya içeriklerinden, normlar hiyerarşisinin tepesinde olan ve herkesi bağlayan Anayasa m.38/6 uyarıncahukuka aykırı delilerin kullanılamayacağından, manevi cebirle Hükümete darbe yapılamayacağından, savunma hakkı kısıtlanamayacağından, adı üstünde “tutuklu”, yani “suçlu olduğu mahkemenin kesinleşen hükmü ile sabit oluncaya kadar masum kişi” tanımının terki mümkün olmayan bağlayıcılığına rağmen yıllarca kapalı cezaevlerinde sorgusuz sualsiz, suçlu algısı oluşturularak insanları tutmanın, soruşturma ve davaları çeşitli bahanelerle uzatmanın acayipliğinden, açıklanamaz vaziyetinden, tabii hakim ve mahkeme güvencesinin özüne yapılan müdahalelere karşı sessiz kalmanın neden olabileceği tehlikelerden, dürüst yargılanma hakkının sözde kalmaması gerektiğinden, özel savcı, hakim ve mahkemelerle olağan hukuk düzeninde yol alınmayacağından bahsettik de ne değişti?

O zaman da kimse dinlemiyor, ya tebessüm ediyor veya hukuka aykırılıkları dile getirenlere kızıyordu. Kağıda yazılmayan gerekçe hep aynı idi; “sizin söylediğiniz şekilde sonuç elde edilemez, siz olağan hukuk düzeninden bahsediyorsunuz, evet o düzen şeklen var, ama burada işlemez”.

Ülkede hukuk güvenliği hakkını rafa kaldıranlar, hukukun evrensel ilke ve esaslarını kağıt üzerinde bırakanlar; hukuk ve yargıda gelinen aşamayı, dibine kadar siyasete batmanın sebeplerini, yargı mensuplarının seçim sonuçlarına odaklanmak zorunda bırakılma gerekçelerini iyi düşünüp hesaplamalıdır. Belki kendilerine göre, maddi hakikat ve adalet için çalıştılar, öyle zannettiler veya zannettirildiler.

Yanlış yaptılar. Türk Hukuku’nun bütün değerlerini alt üst ettiler, ceza yargılamasının araçlarını amacı dışında ve yanlış kullandılar, usul hatalarını, masumiyet/suçsuzluk karinesinin kabulü imkansız ihlallerini görmezden geldiler, hatalı uygulamaları teamül haline dönüştürdüler, yazılı hukuk sistemini izleyen Türk Hukuku’nun bağlı olduğu ilke ve esaslar ile kuralları terke zorladılar, yanlışlığa alıştırdılar. Hukukun temel taşları olup herkesçe bilinen ilke, esas ve kurallar tüm uyarılara rağmen terk edildi ve tren raydan çıkarıldı. Şimdi anlatsan da yazsan da kimse samimi bulmuyor, sahi bunlar, yani hukukun evrensel ilke ve esasları var mı idi veya öyle icap ettiği için unutulup tekrar hatırlanması mı gerekiyordu?

Bana soruyorlar; 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 88. maddesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Ben de diyorum ki; bu ve benzeri konuları yazdım ve hukukçu olan herkes de cevabını biliyor. Hakim veya savcı, adi suçlar hariç görevi ile ilgili, yani görevinden doğan veya görevi sırasında işlediği iddia edilen suçlardan dolayı yakalanamaz, gözaltına alınmaz, aranamaz ve tutuklanamaz.
 
2802 sayılı Kanunun 88. maddesine göre; “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü halleri dışında suç işlediği ileri sürülen hakim ve savcılar yakalanamaz, üzerleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez. Ancak, durum Adalet Bakanlığına derhal bildirilir.
 
Birinci fıkra hükümlerine aykırı hareket eden kolluk kuvvetleri amir ve memurları hakkında yetkili cumhuriyet savcılığı tarafından genel hükümlere göre doğrudan doğruya soruşturma ve kovuşturma yapılır”.
 
Bu madde açık olup, tatbikinde de bir tartışma olamaz. Ancak uygulamada, “terör örgütü yöneticiliği veya üyeliği iddiası görev kapsamında incelenemez, yargı mensubu veya kamu görevlisi hakkında bu iddia ile görevin ne ilgisi var, terör veya suç örgütü suçlamaları neticesi devam eden suçlardan olup şüpheli veya sanık her zaman yakalanıp gözaltına alınabilir” denilmişse, bundan dolayı Başsavcı derdest edilmişse, ne söyleyebilir ve bugün yapılanların yanlışlığına insanları nasıl ikna edebiliriz?
 
Doğru “batıla kıyas cari olmaz” ve sonuna kadar hukuku savunmaya devam edeceğiz. Ancak Anayasa m.148/7 ve o tarihlerde yürürlükte olan CMK m.250/3 ile 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu m.10/2 uyarınca Yüce Divan’da yargılanması gerekirken, yukarıda açıkladığımız türden gerekçelerle dosyası Yüce Divan’a gönderilemeyen Genelkurmay eski başkanının uğradığı haksızlığı, burada yapılan usul hatasını nasıl anlatacağız? “Burası Türkiye olur böyle vakalar” mı diyeceğiz? “Bırakın görev tartışmasını, iddianın görevle ilgili olup olmadığı tartışmasını yüksek görevli Yüce Divan yapsın” demiştik. Ne oldu, karşılık buldu mu? Elbette hayır.
 
Söylenen şu idi, “kamu görevlisi terör örgütü yöneticisi veya üyesi olur mu, bunun görevle ilgisi yok”. İddianın acımasızlığını, ağırlığını, gerçekliğini bir kenara bırakalım ve “kimse şüphe basit dahi olsa CMK m.160/1 gereğince soruşturma açan savcıyı bu nedenle suçlayamaz, savcıdan hesap soramaz” mantığından hareketle, izlenen usulün doğru olup olmadığına bakalım. İddiayı hatırlarsak; kamu görevlisi bu iddianın içine herhalde karakaşı karagözünden dolayı dahil edilmedi. Rüşvet almak, zimmete para geçirmek görevle ilgili oluyor da, nasıl olup Genelkurmay Başkanının görevinden kaynaklanan yetkisini kötüye kullandığı ve bu sıfatını kullanarak terör örgütünü yönettiği iddiası görevle ilgili olmuyor, ne yani terör örgütü yöneticisi olduğu söylenen kamu görevlisinin bu sıfatı için ayrılmış saatleri mi var? O tarihlerde söyleyip yazdığım aynen bu idi. “Usulü bu kadar zorlamayın, hata üstüne hata yapılıyor, maddi hakikate ve adalete ulaşma gerekçesi bu yanlışları ortadan kaldırmaz” dediğimizde de kimse bizi dinlemedi.
 
Ya tutukluluk? Bırakalım makul sürede tutuklunun yargılanmasını, her şüpheli ve sanığa göre tutukluluğun bireyselleştirilmiş şartları ve somut gerekçeleri kararlarda yer almadı ve bu hatalı uygulama, “somut gerekçe gösterilirse ihsas-ı rey olur” şeklinde meşruluktan ve yasal dayanaktan uzak açıklamalarla normalleştirildi. “Efendim geldim” diyen insanlar bile, “suçun vasfı ve katalog suçlardan sayılması, verilecek cezanın ağırlığı, kaçma ve delil karartma şüphesinin varlığı” gibi soyut ve basmakalıp gerekçelerle aylarca, yıllarca tutuklu kaldılar. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları başta olmak üzere Ceza Muhakemesi Kanunu’nun açık hükümleri gözardı edilirken, tutukluluk konusunda yaşanan bu tuhaflıkların oluşturacağı kötü hukuk kültürü ve ağır travma hiç düşünülmedi.
 
Sonuç olarak; değişen ne var? Yalnızca zaman ve süjeler, ancak konular, hukukun evrensel ilke ve esasları ve hatta birçok kanun aynı.
Biz nasıl böyle ayrıştık, farklılaştık, hukuk kurallarını uygularken zamana ve kişiye göre hareket ettik, hukuku siyasete kurban ettik?
 
Verdiği karar nedeniyle tutuklandığını, Hakimler ve Savcılar Kanunu’nda gösterilen yargılama usulünün uygulanmadığını söyleyen hakim ile yaklaşık beş yıl tutuklu kalan, uğradığı haksızlıkları anlatan ve bunun sorumlusu olarak da hakimi ve o döneminin zihniyetini sorumlu tutup suçlayan avukat meslektaşımız bir internet sitesinde yazıyor. Her ikisi de haksızlığa uğradığını söylüyor, bir farkla birisi diğerini suçluyor ve samimi bulmuyor, neden tutuklanıp beş yıl kapalı cezaevinde tutulduğunu ve serbest bırakılmadığını soruyor, yaşadıkları ile ilgili açıklama bekliyor. Gel de burada hukukun evrensel ilke ve esaslarını, yargı kararlarının bağlayıcılığını, yargılama usullerini, hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını, “kuvvetler ayrılığı”, “hukuk devleti” ve “eşitlik” ilkelerini anlat.
 
Umarım doğruyu buluruz, bunun yolu da hukukçuların birleşip hukukun üstünlüğünü sağlamalarından geçer.
 
Karla gelen eriyerek gider…
                

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)