HaberTürk'ten Kübra Par'ın Röportajı;

Adem Bey, Türkiye Ahmet Kural’ın Sıla Gençoğlu’na uyguladığı şiddeti konuşuyor. Eşine, sevgilisine şiddet uygulayan pek çok erkek elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşabiliyor, bir nevi yaptıkları yanlarına kâr kalıyor. Sorun hukuk sisteminde mi? Yani Türkiye’de kadına şiddet konusunda cezalar yeterli mi?

Türkiye’de sadece kadına yönelik değil, her bireye yönelik şiddet bakımından çok ağır cezalar var. Asıl sorunumuz cezaların ağırlığıyla ilgili değil, bu cezaların etkin olarak uygulanıp uygulanmamasıyla ilgili. Adliyede geçmişte kadın karşıtı bir zihniyet vardı. Tüm reformlara rağmen bu zihniyet yer yer hala var. Çünkü bizde 70 sene uygulanan Ceza Kanunu kadın karşıtıydı. Tecavüzcüsü ile evlenene cezasızlık maddeleri vardı. 10 kişi tecavüz eder, 1 kişi üstlenir ve hepsi affedilirdi. Bir erkek kardeş kız kardeşi namus gerekçesiyle öldürdüğünde neredeyse ceza verilmezdi. Yine fuhuşla iştigal eden kadına karşı bir cinsel saldırı işlendiğinde bu suça kanunen daha az ceza veriliyordu. Çünkü "iffetli" olmayan bir kadın suç mağduru olduğun da, adeta ikinci sınıf bir insandı. Dolayısıyla adliyemiz 70 yıl boyunca bu tür kanunları uyguladığı için kadın karşıtı olumsuz bir kültür oluştu. Asıl mücadele, reform kanunları ile bu kültür arasında. Zihniyet değişimi kolay değil.

Türkiye’de aile içi şiddette eşe karşı yaralama suçu eskiden şikâyete tabi bir suçtu. Yani kadınların şikâyette bulunması gerekiyordu. Kadınlar uzun yıllar boyunca şiddete maruz kalmalarına rağmen, korku ve çaresizlik gibi sebeplerle şikâyette bulunmuyorlardı. Şikâyette bulunsalar bile belli bir aşamada ailenin diğer bireyleri, yakın akrabalar devreye girip bu şikâyeti geri aldırıyordu. Kadınlar adeta şiddete mahkûm bir hayat geçirmek zorunda kalıyordu.

"KADINLAR ŞİDDET GÖRDÜKLERİ İLK SEFERDE GENELLİKLE ŞİKÂYETÇİ OLMUYORLAR"

Şöyle hikâyeler bile duyuyorduk: Kadın şikâyetçi olmak için karakola gidiyor, karakoldaki polis, kadının ifadesini bile almadan “Kocandır, yapar” deyip gönderiyor.

Evet, böyle bir anlayış vardı. Tabii ki bunun aileyi korumakla herhangi bir ilgisi yok. O nedenle Yeni Ceza Kanunu’nda, eşe yönelik yaralama söz konusu olduğunda bu suç artık şikâyete bağlı değil. “Bir kadın şiddete uğrar uğramaz hemen karakola gidiyor” diye düşünülüyor, ancak bu nadiren gerçekleşiyor. Kadınlar eşlerinden, sevgililerinden şiddet gördükleri ilk seferde genellikle, şikâyet veya suç duyurusunda bulunmuyorlar. Bunun utanma, çevre baskısı gibi çok çeşitli sebepleri var. Şiddet uygulayan ise bu durumu bir kabullenme gibi görüyor ve şiddet sürekli hale geliyor. Türkiye’de birçok vakada şiddet dayanılmaz boyutlara varınca resmi makamlara gidiliyor. Bazen de mağdur kadın hastaneye kaldırılınca, soruşturma başlıyor. Özellikle de kadın çalışmıyorsa, ekonomik açıdan bir desteği yoksa öyle kolay kolay ilgili makamlara gitmiyor. O yüzden ‘Aile İçi Şiddetle İlgili Kanun’da bu sorunları aşmak için çeşitli düzenlemeler getirildi. Ceza Kanunu’nda da “Eşe karşı şiddet varsa bu suça daha ağır ceza verilsin ve bu suç şikâyete bağlı olmasın” dendi. Bu düzenleme de kadın daha sonra etki altında kalıp şikâyetini geri almasın ve şiddete maruz kaldığı ortama geri dönmesin diye getirildi. Sadece aile içinde de değil; flört şiddeti veya herhangi bir ilişkide şiddet ortaya çıktığı zaman aslında o ilişkinin yürümeyeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Herkes şiddeti uygulayandan çok, “Acaba bir kabahati var mı?” diye kadına bakıyor; asıl büyük sorun burada. Bu zihniyet, bu anlayışta aslında şiddet mağduru kadını şikâyet etmemeye yönlendiren bir sebep.

Ya haksız tahrik indirimi? Karısını döven adam mahkemede “Beni tahrik etti” deyip ceza indirimi alabiliyor mu?

Şu an TCK 62. maddedeki ‘Takdiri İndirim Nedenleri’nde bazen hatalı uygulamalar ortaya çıkıyor. Yani bir kişi suç işledikten sonra hiç pişmanlık göstermiyor ve işlediği suçtan dolayı herhangi bir indirim hak etmediği halde, mahkemeye takım elbiseyle gelip uslu uslu durduğu için “duruşmadaki iyi hali" gerekçesiyle cezasında indirim yapılıyor. Türkiye’deki indirim sorunu burada, bu da haklı olarak eleştiriliyor. Buna uygulamada ‘kravat indirimi’ deniyor. Ama Yargıtay’ın bu tür indirimleri içeren kararları bozması nedeniyle, eskiye göre düzelme var.

“Sorun yasalarda değil, uygulamada” dediniz. Karısını veya sevgilisini dövenlere karşı yasalar ne tür cezalar veya tedbirler öngörüyor, pratikte ne oluyor?

Yaralama suçu ağırlığına göre 15 yıl hapis cezasına kadar varabilir. Ceza Kanunundaki cezalar yeterince ağır. Ancak asıl önemlisi Kadına yönelik ve aile içi şiddeti önleme Kanunu’ndaki tedbirler. Bunlar hem koruyucu hem önleyici tedbirler. Türkiye’de diğer ülkelerde olmayan bir ‘önleyici tedbir kararı’ var. Eğer mahkeme şiddet uygulayana karşı örneğin bir uzaklaştırma kararı vermişse ve buna uyulmazsa, kişi hemen tedbiren önleyici hapis olarak cezaevine konulur. Bu sadece Türkiye’de var. Yine diyelim ki bir kadın kocası tarafından dövüldü ve kapının önüne kondu. Böyle durumlarda çaresiz, parası ve barınacak yeri olmayan kadın için kanunda koruyucu tedbir var. Kanun ilgili mülki amire, kadına uygun miktarda para ve barınma yeri sağla diyor. Bunun için herhangi bir mahkeme kararına gerek yok. Sadece başvuru yapmak yeterli. Koruyucu tedbirlerde bir muhakeme yapılıp, şiddet var mı yok mu diye bakılmıyor. Şiddete uğrayan kadını korumak bakımından en acil ihtiyaçları gideriliyor. Koruyucu tedbirler birinci aşama, bir de önleyici tedbirler var. Bu ayrım gözden kaçırılıyor. Önleyici tedbirlerin de çok süratli alınması gerekir, bunlara sadece hâkim karar verebilir ve bu tedbirler yaptırım içerdiği için şiddet uygulandığına ilişkin delil gerekiyor. Uzaklaştırma kararı önleyici tedbirlerden en sık uygulananı. Bu karar verildiğinde, şiddeti uygulayan evden ayrılmak durumunda. Eski kanun dönemindeki gibi değil; eskiden koca şiddeti uyguluyor, koruma olarak kadın evden gidiyordu. Artık şiddet mağduru olan evde kalacak.

Uzaklaştırma kararının etkili olabilmesi için kanunda başka önlemler de var. Bu önlemlerin içinde elektronik kelepçe, çağrı butonu gibi araçların kullanımı var. Daha önemlisi, eğer hakikaten tehlike çok ciddi boyutlardaysa kadına koruma verilebilir, hatta kadının da rızası varsa kimliği değiştirilebilir, gerektiğinde işyeri değiştirilebilir. Tehlikeli hallerde mesela, ısrarlı takipçiler bakımından kadının izi bulunmasın diye tebligat adresi de değiştirilebilir. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen, kadına yönelik şiddet sorunun çözülmesini de bekleyemeyiz. Çünkü toplum olarak şiddet uygulamakla ilgili başka bir zihniyete geçmemiz gerekiyor. Kadına yönelik şiddet uygulanınca hâlâ kadının bunda bir kabahati olup olmadığını sorguluyoruz. Hala ilk seferde niye şikayetçi olmadı diyoruz. Özellikle aile içinde kadına yönelik şiddet, zincirleme etkisi olan bir suçtur. Yani o ortamda yetişen çocuklar bakımından da büyük sorunlar var. Ülkemizde öldürme, yaralama ve şiddet suçlarının fazla olmasının nedenini öncelikle aile içi şiddette aramak gerekiyor. Çocukların yetiştikleri ortamda annelerinin şiddete uğraması normal karşılanıyorsa, artık o çocuklar bakımından da şiddet uygulamak normal hale geliyor.

Sıla Gençoğlu, Ahmet Kural’ın kendisini darp ettiğine dair bir şikâyette bulundu, darp raporu aldı. Tanık yazışmaları da var. Adli tıp raporunda ‘yüzde ezilme, kafatasında ödem, ciltte ezikler’ çıkmış. Buna rağmen Ahmet Kural neden gözaltına alınmadı?

Türkiye’de kanunları arada bir uygulama rahatsızlığı var. Tıpkı aflarda olduğu gibi kanunlar her zaman aynı standart ve eşitlik içinde uygulanmıyor. Bir suç işlendiğinde gözaltı, tutuklama gibi tedbirlerin olayda kanuni koşulları varsa, herkes için geçerli olacak şekilde uygulanmalıdır. Sosyal medyadaki tepkilere veya kişinin sahip olduğu makam ya da şöhrete göre soruşturma yürütülmemeli. Tartışılan olayla ilgili şu an soruşturma halen sürüyor. Suç üstü olmadığına ve kişi ifadeden kaçmadığına göre gözaltı şart değil.

Sıla’ya sevgilisi değil de bir yabancı bu şekilde saldırsaydı onu bu şekilde dövseydi gözaltına alınır mıydı?

Saldırı sonrası kişi yakalanmışsa elbette göz altına alınır. Sadece bir sanatçıya değil, herhangi bir kişiye yönelik ciddi bir yaralama sonrası yakalanan herkes gözaltına alınır. Ama, böyle bir durum yoksa çağrıya uyup gelip ifade verecek kişiyi, göz altına almak gerekmez.

Göz altına alma veya tutuklamalarda, kişiye göre şöhrete göre uygulama durumu oluyor mu?

Suç üstü yoksa, mağdur suç duyurusunda bulunduğunda, savcı soruşturur, şüpheliyi ifade için çağırır, delil toplar. Koşulları varsa gözaltı yapılır hatta tutuklamaya da başvurulabilir. Yeterli delil olduğunda dava açılır. Ama Atatürk’e hakaret olayında olduğu gibi bazen adeta bir linç ortamı yaratılıyor ve bunu üzerine hemen tutuklama kararı veriliyor. Buna karşılık, meşhur biri olduğunda tutuklama olmayınca, niye farklı bir uygulama yapılıyor diye tepki gösteriliyor. Sorun aslında çok sık tutuklamaya başvurulması. Ama, benzer olaylarda faklı uygulama olunca, ceza adaletine güven sarsılıyor. Örneğin, en son uyuşturucu madde ve ağır suçlardan tutuklu Zindaşti'nin tahliye edilmesinde de böyle sarsılma oldu. Toplumda da "Demek ki Ceza Hukuku’na ilişkin kurallar eşit şekilde uygulanmıyor" kanısı oluşuyor. Gerekli olmadığı halde, hemen gözaltına alıp tutuklama yerine, çağırıp ifade alınsa, delil toplamaya devam edilse sorun olmayacak. Yani, Ahmet Kural için yapılan uygulama diğer insanlar için de yapılsa o zaman sorun olmaz, bu tartışma çıkmaz. Ancak doğru uygulama sadece belli kişiler için olunca sorun teşkil ediyor.

"KADINA YÖNELİK ŞİDDET İŞKENCE GİBİ CEZALANDIRILABİLİR"

Ahmet Kural’a mahkeme ne tür bir ceza verebilir?

Henüz soruşturma aşamasındaki bir olay ilgili bir şey söylemek doğru olmaz. Genel olarak şu söylenebilir: Yaralama suçunun cezası yaralamada bir cisim kullanılıp kullanılmadığına ve yaralamanın ağırlığına göre değişir. Öreğin cisim kullanılmışsa bu silah sayılır ceza artar, mağdurda ağır sonuçlar doğmuşsa yine ceza artar beş yıl hapis cezasına kadar varır. İki yıl hapis cezaları bakımından genellikle hükmün açıklanmasının ertelenmesi kararı verilmekte. Yani kişi cezaevine girmemekte. Kadına karşı sistematik şekilde insan onuruyla bağdaşmayan, acı çektirme aşağılayıcı davranışlar eziyet suçunu oluşturur. Nitekim Yargıtay’ın yeni kararında göre de, karısına sistematik olarak hakaret tehdit etmiş kocanın davranışlarını ‘eziyet suçu’ kapsamında değerlendirmiş ve bu suçun ağırlaşmış şeklinden ceza verilmesine hükmetmiştir. Eziyet suçu işkencenin suçunun, sivil kişi tarafından işlenmesidir. Görüldüğü üzere, her durumda ve ne tür olursa olsun kadına yönelik şiddet bakımından bir cezasızlık söz konusu olamaz.

"CEZAEVLERİNDEKİ DOLULUĞUN SEBEBİ BÜYÜK ÖLÇÜDE TUTUKLULAR"

Son dönemde ceza hukuku açısından çok konuşulan bir başka mesele de MHP’nin af teklifi. “Cezaevlerinde doluluk var, bu bir toplumsal sorun yaratıyor. Belli suçlar dışarıda kalmak üzere bir af çıkaralım” diyorlar. Bir ceza hukukçusu olarak Adem Sözer MHP’nin af teklifine nasıl bakıyor?

Anayasamızda genel af ve özel af Meclis’e verilmiş bir yetkidir. Elbette ki bu yetki Meclis tarafından kullanılır. Dolayısıyla MHP tarafından böyle bir af teklifinin yapılması, her siyasi partinin olağan bir yetkisidir. Burada affın yapılma koşullarının olup olmadığını ve yapılan önerilerin Anayasa’ya uygunluğunu tartışmak gerekiyor. Birinci gerekçe doluluk; peki, cezaevlerindeki doluluğun sebebi hükümlüler mi? Hayır, Türkiye’deki doluluğun sebebi büyük ölçüde tutuklular, yani henüz davası devam eden kişiler. Bu sorunu afla çözemeyiz. Eğer tutuklamalarda tutuklama yerine, kişiyi cezaevine koymadan konutta tutma, kefalet verme, yurtdışına çıkma yasağı gibi adli kontroller uygularsak doluluk diye bir sorun kalmaz. En son 2000 yılında Rahşan Affı çıkarılmıştı, orada da doluluk olduğu söylenmişti. “Çıkardığımız afla 25 bin kişiye af vereceğiz” dendi. Sonra Anayasa Mahkemesi onu genişletti ve 45 bin kişi serbest bırakıldı ve 3 yıl sonra cezaevleri yine doldu. Demek ki cezaevlerinin doluluk sorununu ortaya koyarken, doldurma noktasında bir yanlışlık olup olmadığının üzerinde durmak gerekiyor. Uyuşturucu ile etkin bir şekilde mücadele etmemiz lazım. Sırf bu yıl 20 bine yakın tutuklama söz konusu olacak. Ama her yıl böyle 20 bin kişi tutuklanırsa, sadece tutuklamalar için yeni cezaevleri yapmamız gerekecek. Bu tutuklamalar ne kadar yerinde, diye sormamamız, araştırmamız gerekir. Dolayısıyla, cezaevi doluluğu ile af ile çözülür diye bir görüş doğru değil. Bugün Türkiye’de bir af çıksın, tutuklamadaki bu aşırı uygulama devam ettiği sürece doluluk engellenemez. Teklifin başka bir gerekçesi de kumpas davalarında, paralel yapının adli sistemde hâkim olduğu dönemde veya 28 Şubat dönemindeki haksız mahkûmiyetler. Bu gerekçe çok doğru ama onun da çözümü bu tür bir af değil, çünkü teklifte önerilen şey belli suçlardan indirim yapılması. Fakat kişi, kumpas kurulup haksız şekilde mahkûm edilmişse, o taktirde bu cezanın tümüyle ortadan kaldırılması lazım. Ayrıca kapsam dışındaki suçlar bakımından da kumpas olabilir. İlk olarak, kimin kumpas sonucu mahkûm edildiğinin bilinmesi gerekiyor. Kumpas davalarında haksız mahkûmiyetlerle ilgili mutlaka bir çözüm bulunmalı, ancak bu af teklifi buna çözüm getirmiyor. Türkiye’de paralel yapı dönemindeki mahkemelerde dünyada eşi benzeri olmayan kumpaslar oldu. Mevcut yeniden yargılama sistemiyle bu işin içinden çıkamayız; Türkiye’de buna özgü bir kanuni düzenleme yapılmalı, yeniden yargılama yolu açılmalı. TBMM isterse bunu süratle yapabilir.

MHP’nin teklifinin içeriğine baktığınız zaman hukuken sıkıntılı gördüğünüz noktalar var mı?

Bir kere neden bazı suçlar af kapsamındayken bazıları değil, bunun ölçüsü ne? Burada bir karmaşa var. Af Kanunu yapacaksak, bunun adına “Af Kanunu” demeliyiz. Üstünü örterek “Şartlı Salıverilme Kanunu”, “Cezaların Ertelenmesi Kanunu” dediğimiz zaman ortaya daha büyük bir karmaşa çıkıyor. Nitekim Rahşan Affı dediğimiz afta da adı “Cezaların Ertelenmesi Kanunu”ydu ama Anayasa Mahkemesi, “Bu bana göre Af Kanunu’dur” dedi. Bir Af Kanunu’nda bazı suçlar kapsam dışı bırakılabilir ama bu makul bir gerekçe ve makul bir ölçüye dayanmalıdır. “Sadece terör suçlarını kapsam dışı bırakabilirim” diyebilirsiniz. Ama gasp suçu kapsama dahilken, sadece propaganda yapmış biri aftan yararlanmazsa arada büyük bir dengesizlik oluyor. O yüzden Sayın Cumhurbaşkanı, “Devlete karşı suçlar affedilebilir” dediğinde de öncelikle suç işlememiş örgüt üyeleri gibi kişiler gündeme geliyor. Buna karşılık devlete karşı suç işleyip de bir kişiyi öldürmüşse, yaralamışsa bunlar da aslında bu yönleri itibarıyla aslında kişilere karşı işlenen suçlardır. Dolayısıyla biz her zaman devlete karşı işlenen suçları da çok berrak bir şekilde ayıramayız. O yüzden geçmişteki tüm Af kanunlarından bazı dersler çıkararak ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına bakarak bu tartışmaya girişmeliyiz. Mağdurlar affa yönelik büyük bir karşıtlık içindeyken, onları hiç düşünmeyen bir Af Kanunu ceza adaleti bakımından son derece sakıncalı olur. Mağdurlara da “Evet, bu af yapılabilir” dedirtecek bir düzenleme yapmanız lazım. Aksi takdirde mağdurlar hukuka ve adalete güvenlerini kaybedecek ve bir kez daha mağdur olacak.

BBP, çocuk tacizlerini ve terör suçlarını kapsayan bir idam yasası çıkarılmasını istiyor. Çocuk tacizleri için idam çözüm müdür?

Ölüm cezasının hiçbir caydırıcılığı yok ve yanlış karar verilip uygulandığında, hiç bir şekilde düzeltilemez bir ceza. Türkiye, Avrupa Konseyi’nden ve ölüm cezasını kaldırmakla yükümlü olduğu bütün uluslararası sözleşmelerden ayrılıp, dünyada bambaşka bir yola gidecekse belki ancak o zaman ölüm cezasının geri getirilmesi gerçek bir gündem olabilir. Ama Türkiye’nin de kendi eksenini tümüyle terk etmesi düşünülemez. O yüzden, ölüm cezası Türkiye'de ölmüştür, geri getirilmesi mümkün değildir. Bunlar ağır suçlar sonrası yapılan popülist söylemlerdir.