SAMİ SELÇUK
Profesör Doktor, eski Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi


Sayın Başbakan, 
Onca işinizin arasında size seslenmeyi ülkeme ve hukuka karşı bir yükümlülük olarak görüyorum. 
Bu satırları yazarken olasılıkla komisyon, değişiklik yapan tasarıyı görüşüyor olacak. Hiç önemli değil. Seçim sisteminin çarpıklığı yüzünden milletin vekilleri, özünde, nasıl olsa genel başkanlarının vekilleri. Onların içinde en son sözü söyleyecek olan da sizsiniz. Çünkü sayısal çoğunluğun başı sizsiniz. 
Her şey sizin elinizde. 
Unutmayınız ki, Sayın Başbakan, bir topluluğun toplum; bir toplumun ulus; bir ulusun uygar-ulus olabilmesi için kimi koşullar ve süreçlerden geçmesi gerekir. İnsan yığınından oluşan bir topluluk, ancak yurt, tarih, dil bilincine ulaştığında bir topluma, bir ulusa dönüşebilir. Bunun ardından, hukuk bilincine ulaşabilirse, işte o zaman da uygar bir ulus olur. 
 
Çağ gerisi düzenlemeler 
Türk hukuku, çağcıl değerlere yaslanan Batı kaynaklıdır; benimseme yolu ile alınmıştır. Ancak Batı değerlerini, özellikle temel Batılı kavramları/terimleri/kurumları/ilkeleri henüz yaşama geçirememiştir. 
Bunlardan biri de ‘izin’ kavramı ve kurumudur. 
İlkin yürürlükteki 1999/4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Yasa’ya ve bunda öngörülen ‘izin’ kavramına değinmek isterim. 
Sayın Başbakan, 
Hukuk tarihi boyunca kamu görevlisinin nasıl yargılanacağı konusunda iki büyük sistem yaşanmıştır. 
Birincisi, sadece Osmanlı’nın hukuku ve özellikle erkler ayrılığı ilkesini dışlayan buluşuydu. Bunlardan 1872 tarihli ‘Nizamname’ye göre, yargılamanın her aşamasını yönetim yürütüyor; Memurîn Muhakematı Hakkında Kanun-u Muvakkat ise kamu görevlisi hakkında dava açma tekelini yönetime veriyordu. 
İkincisi, 1999/4483 sayılı yasaya göre şu anda bizde de geçerli olan yöntemdi. Buna göre davaya savcılar el koyacak, soruşturma açacaklar, ancak kovuşturmanın başlaması, iddianamenin düzenlenmesi için yetkili merciden izin isteyeceklerdi. 
Her şeyden önce şunu hemen belirtmek isterim: Devletin hukuk içinde kalmadığını çağrıştıran ‘hukuk devleti ilkesi’ne değil, ‘hukukun üstünlüğü ilkesi’ne yaslanan, hukuk karşısında birey ile devleti aynı düzeyde gören anglosakson hukuk anlayışının egemen olduğu ülkelerde, böyle bir sistem hiçbir zaman olmamıştır. 
Bizim de içinde bulunduğumuz Kara Avrupası hukuk anlayışında ise yasama organları, tıpkı sizin de içinde üyesi olduğunuz yasama organı gibi düşünmüş, 18. ve 19. yüzyıllarda kamu görevlilerini, dolayısıyla devleti korumak amacıyla, birçok ülkede bu sistem benimsenmişti. Ancak uygulamada merciler, yine bizdeki gibi, izin yetkisini sürekli kamu görevlisini koruma ve onu ayrıcalıklı kılma biçiminde kullanıyordu. Sonraları bu sistemi Fransa 1870’te, Belçika da 1831 anayasasıyla kaldırdı. Belçika bu sistemin geri getirilmesini, gelecek yasama organlarını bağlayacak biçimde, anayasal boyutta yasakladı (madde 24, 1994 anayasası, madde 31). Bu sistem, Kara Avrupasında Almanya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Çekoslovakya, Romanya ve Rusya’da yoktur. Latin Amerika’da 1861’e dek sadece Bolivya’da vardı. Afrika’da da sadece dar bir kadro için Togo’da vardır. 
Kısacası, 1999/4483 sayılı yasanın getirdiği izin sistemi, günümüzde hemen hiçbir uygar ve demokratik ve de gelişmekte olan ülkede yoktur. Olanlarda da geçen yüzyıllarda tarihe karışmıştır. 
Bugün uygar dünyada benimsenen, yargısal güvence dizgesidir. Buna göre soruşturmayı da kovuşturmayı da yargı yapacaktır. Bu konuda kimseye ayrıcalık tanınmamaktadır. 
Bu durumuyla AB’ye girmek isteyen Türkiye, AB hukukuyla bütünleşmek şöyle dursun, hızla bu hukuktan uzaklaşmakta; tasarı ise bunun bir örneğini daha vermektedir. Belçika’nın 181; Bolivya’nın 151; Fransa’nın 142 yıl gerisindedir. 
 
Hukuk sadece sizin değil 
Sayın Başbakan, 
AB’ye girmek isteyen 21. yüzyıl Türkiyesi’ne yakışmıyor bu tür çağ gerisi düzenlemeler. Yönetimin saydamlığı, hesap verebilir olması, eşitlik, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ilkeleriyle çatışıyor. Devleti de yargıyı da kamu görevlisini de küçük düşürüyor. 
Buna karşın iktidarınız, tasarı ile 1983/2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı yasasının 26. maddesini bu yasa doğrultusunda değiştirerek, bu çağ gerisi sistemi şeddeli biçimde pekiştiriyor. Aslında buna gerek yok. Çünkü 1999/4483 sayılı yasanın maddeleri bu yasadaki boşlukları doldurmaktadır. Ancak her iki yasada öngörülen ‘izin; ‘denetlenebilen bağımlı değerlendirme yetkisi’ içindedir. Dolayısıyla aleyhine itiraz edilebilen, izin verence hukuksal inceleme sonucu gerekçe gösterilmesi zorunlu, denetlenebilen bir izindir. 
Buna karşılık TCY’nin 301. maddesindeki izin, yasalarda bir elin parmak sayısı kadar azdır. Gerekçe göstermeyi gerektirmeyen ve denetlenemeyen ‘tam özgür değerlendirme yetkisi’ içindedir. Bu suçlarda devletin iddia makamı kamu davasını açmak isterse, Cumhurbaşkanı ya da bakandan izin ister. Bu makam, savcının işlemlerini denetlemez. Sokrates, Thomas Moore, Voltaire, Emile Zola, Jean Paul Sartre, Yahya Kemal, Orhan Pamuk hakkında dava açılması (açık duruşma yapılması), kamunun/ülkenin yararına mı yoksa zararına mıdır sorusunun yanıtını arar. İzin verir ya da vermez. Asla tartışmaya yol açacak bir gerekçe gösteremez. Yasalaşmadan önce İHAM kararları yüzünden ülkemin yaşadığı güçlükleri gözeterek, TCY’nin 301. maddesindeki izni ben de önermiştim. Ancak adalet bakanları, bu yetkinin özünü iyi kavramadılar. Anayasayı çiğneyerek (madde 9, 138/3) kullandılar, yargıçların yerine geçerek hüküm bile kurdular. Sözgelimi, bir bakanımız, “Ben devletime sövdürmem” diyerek gerekçesini duyuruverdi. Yani ‘yetki gaspı’yla sakat izinler verdiler 
Sayın Başbakan, 
Sokrates, Eski Yunan yasalarına göre suçluydu. Bizde de olsa savcı, hakkında dava açardı. Sokrates’i yargılayan 502 yargıçtan hiçbiri günümüzde bilinmiyor. Fakat “Sokrates hâlâ konuşuyor”; dünya Atina demokrasisini lanetliyor. O dönemde izin sistemi olsaydı, elbette bugün Atina lanetlenmezdi. Sartre dışında, öbür yazarlar için de durum aynıdır. Dünya ağlıyor. Fakat “Voltaire yargılanamaz” diyerek Sartre’ın yargılanmasına da izin vermeyen Charles de Gaulle takdirle anılıyor. 
Sayın Başbakan, 
Yargıya güveniniz. 4483 sayılı yasayı bütünüyle, anayasanın 129/son ve 1983/2937 sayılı yasasının 26. maddelerini hemen yürürlükten kaldırınız. Bu bir. 
Biz DGM’leri Fransa’dan aldık. Canı çok yanan Fransa 1981’de bunu kaldırdı. Biz ise özel yetkili mahkemeler diye adını değiştirerek dünyayı aldatmaya kalktık. Görevlilerine aşırı yetkiler verdik. Onulmaz sıkıntılar yaşıyoruz. Lütfen bu mahkemeleri de bu gece kaldırın. Türkiye de rahatlasın, siz de. İHAM da devletimizi sık sık mahkûm etmesin. Bu iki. 
Kişilere özgü kınanası yasal düzenlemelerden de vazgeçin. Hukukun sütunlarından biri olan ‘yasal kuralların kişi dışılığı (gayrişahsiliği) ilkesi’ni çiğnemeyin. İttihat ve Terakki’nin “Yok yasa, yap yasa” anlayışını reddedin. Bu üç. 
Sayın Başbakan, 
Hukuk sadece sizin değil, peygamberlerin bile üzerindedir. Kureyş’ten hırsızlık yapan biri el kesme cezasına çarptırılınca, aile Hz. Peygamber’in çok sevdiği bir sahabeyi kendisine şefaat için yollar. Hz. Muhammed şu yanıtı verir: “Sizden öncekiler şeriata (hukuk, fıkıh) uymadıkları için yok oldular. Kızım Fatıma bu suçu işleseydi, yine elinin kesilmesine karar verirdim.” 
Nizam-ül Mülk’ün bir özdeyişiyle sözlerimi bitirmek isterim: “İyi sultanlar, bilginlerle düşüp kalkanlardır. İyi bilginler, sultanlarla düşüp kalkmayanlardır.” 
Bu yüzden ‘Aydınlanma’nın iki büyük devlet yöneticisi Kral Büyük (II.) Friedrich ve Çariçe II. Katerina, sürekli olarak bilginlerle düşüp kalktılar. Geleceğe, hukuk dahil, çok güzel şeyler bıraktılar. 
Bu yüzden Ebu Hanife, onca zor kullanılmasına ve işkencelere karşın Tağuti sisteme, Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur’un İslam’a aykırı fetva isteğine boyun eğmemiştir. Ebu Hanife ticaretle, yoksullukla boğuşan Spinoza gözlükçülükle uğraşmış, devlet yönetiminde görev almayı reddetmişlerdir. Seçim sizin... 
Saygılarımla.