Deniz Güçer / VATAN  Foto: Burak KARA


 Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen Anayasa hukukçularından, Venedik Komisyonu üyesi Prof. Ergun Özbudun, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık sistemi önerisini, “sakıncalı” olarak değerlendirdi.

Özbudun, Erdoğan’ın yeniden gündeme taşıdığı Başkanlık sistemi ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi konularında VATAN’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. Özbudun’un sorularımıza yanıtları şöyle:

“AK Parti sivil diktaya gidiyor” yönünde eleştiriler son dönemde arttı. Bunlara katılıyor musunuz?

Abartılı buluyorum. İktidar partisi, kapatma davası başının üstünde Demokles’in kılıcı sallanan bir parti. Kapatmadan bir oyla kıl payı kurtulmuş. 11 üyeden 10’nun oyuyla laiklik karşıtı haline geldiği ifade edilmiş. Kararı çok hatalı buluyorum ama her an yeni bir kapatma davasıyla karşılaşabileceği, lider kadrosuna siyasi yasak gelebileceği bir durumda. Yaptığı bir çok iş -anayasa değişikliği dahil- haksız biçimde Anayasa Mahkemesi’nden dönüyor. Böyle bir partinin sivil dikta kurabileceğini düşünmek çok abartılı.

Başbakan Erdoğan’ın Başkanlık Sistemi sözleri bu söylentileri tırmandırıyor?

Bu meselenin şu anda gündeme gelmemesini şahsen tercih ederdim. Çünkü zaten mevcut olan korkuları daha da alevlendiren bir beyan oldu.

‘Sıcak bakmıyorum’

Hemen sorayım o zaman; 2007’de hazırladığınız, büyük emek verdiğiniz taslak hala beklerken Sayın Erdoğan’dan “Başkanlık sistemine sıcağım” mesajı geldi?


Ben kendi adıma konuşayım, sıcak bakmıyorum. Başkanlık sistemini de, yarı başkanlık sistemini de ben Türkiye için sakıncalı buluyorum. Başkanlık sisteminin dünyada başarıyla işlediği tek ülke ABD’dir. Onu taklit eden Latin Amerika, Afrika ve bazı doğu Asya ülkelerinde bu sistem başarılı işlemiyor. Kriz üretmeye çok müsait bir sistem. Aynı şeyi yarı başkanlık sistemi içinde söyleyebiliriz. Şahsi tercihim, mevcut parlamenter rejimi daha demokratik, daha işler kılacak değişikliklerdir. Türkiye’nin siyasi rejimini tümden değiştirecek bir değişikliğe kalkışmamaktır.

Kaldı ki getirisinden daha çok götürüsü olacağı kanısındayım. Bizim hazırladığımız taslakta da rejimin parlamenter sistem ilkelerine göre düzenlenmesi noktasından hareket edilmişti. Cumhurbaşkanın bugün bile çok fazla olan yetkilerinin büyük bölümü budanmıştı. Taslakta tasavvur edilen cumhurbaşkanlığı makamı, parlamenter sistemlerde genelde olduğu gibi sembolik, ciddi siyasal yetkileri olmayan bir makamdı. Ama şimdi bunun tam tersi gündeme gelmiş bulunuyor.

Aslında bu sadece Sayın Erdoğan’ın önerisi de değil.

Hemen akla Turgut Özal geliyor?

Geçmişte bütün merkez sağ liderler, başkanlık veya yarı başkanlık sistemini savunmuşlardır. Rahmetli Özal, Sayın Demirel de. Demek ki bizim merkez sağ parti liderlerinin gönlünde böyle bir aslan yatıyor. Ama bu tabii bugün telaffuz edildi yarın gerçekleşecek diye bir durum yok. Uzun uzun tartışılacak bir konu ve netice olacağı kanısında değilim.

Sakıncaları nedir? Özellikle Latin Amerika’da böylesi bir güç başkanlıktan diktatörlüğe geçişi kolaylaştırıyor mu?

O eleştiride bulunan arkadaşlarımız var ama diktatörlüğe dönme mutlaka olabilecek bir şey değil. Ben daha teknik düzeyde, başka sakıncalarını görüyorum. Sistemde kilitlenmelere neden olabilir. Mesela ABD’de, başkan bir partiden, kongre çoğunluğu başka bir partiden olduğu taktirde çıkarılacak kanunlar, bütçe gibi konularda ihtilaflar olduğunda bunu çözebilecek bir makam yok. Çünkü başkan ayrı olarak halk tarafından seçiliyor, yasama organı da ayrı olarak halk tarafından seçiliyor. ABD kendine özgü bir toplum ve sistem yürüyor. Ama bizde ve Avrupa’daki gibi siyasi partiler yok. Gayet gevşek yapılı, disiplinsiz, bir nevi 50 federe devlet partisinin konfederasyonu niteliğinde partiler. Bazen bu durumda bile Başkan kendi partisine mensup kongre üyelerinin desteğini sağlamakta zorlanıyor. En yakın örneği Obama’nın sağlık reformunu geçirmekte ne kadar zorlandığı. Buna mukabil bu sistemin uygulandığı Latin Amerika’da çoğu zaman sistem kriz yaratmıştır. Başkan ve yasama organı arasında kilitlenmelere yol açmıştır. Yakın zamana gelinceye kadar bu anayasal krizler de askeri darbeleri davet etmiştir, “Madem siz çözemiyorsunuz biz çözeriz” mantığıyla. Sorunlu bir sistem. Türkiye’nin bundan kazanacağı bir şey olduğu kanaatinde değilim.

2007’de bu çalışmayı yaparken Başkanlık Sistemi gündeme gelmiş miydi?

Hayır. Tam tersine AKP’nin 2007 seçim beyannamesinde devlet organları arasındaki ilişkinin parlamenter sistem ilkelerine göre düzenleneceği vaadi vardı. Parlamenter sistem sorumsuz ve yetkisiz bir devlet başkanını, monarşiden söz ediyorsak Kral’ı gerektirir. Biz de o vaat çerçevesinde parlamenter sisteme uygun bir cumhurbaşkanlığı yaratmaya çalıştık. Mevcut yetkilerin çok büyük kısmını kaldırılmasını önerdik. O zaman kesinlikle bir başkanlık sistemi arzusu ve iması yoktu.

YÖK’ü kabul edilebilir şekilde düzenlemek gerek

Ümit ederim ki eğer tümüyle yeni bir anayasa projesi gündeme gelirse, YÖK konusunda daha demokratik, toplumca kabul edilebilir bir çözüm bulunur. Bizim taslağımızda YÖK yetkileri fevkadele sınırlı bir koordinasyon organı düzeyine indirilmişti. Halen savunduğum sistem elbette budur. YÖK bir vesayet mekanizması olarak 1982 Anayasası’na girmiş bir kurum. Madem bu vesayet mekanizmalarını tasfiye etmeyi amaçlıyoruz, YÖK’ü de çok daha kabul edilebilir şekilde düzenlemek gerekir.

Habur’da yapılan hukuken yanlış değil

Lüzumsuz bir tartışma yaşadık. Kürt açılımı zarar gördü. Üzülmemek mümkün değil. Orada savcı ve hakimlerin kararını hatalı bulmuyorum. Etkin pişmanlıkla ilgili TCK’ya baktığınızda kendi iradesiyle teslim olanlardan bir pişmanlık beyanı aranmıyor. Yapılan bir defa hukuken yanlış değildi, siyaseten hiç yanlış değildi. Bir yandan dağdakilerin gelmelerini ve normal vatandaş gibi yaşamalarını istiyorsunuz -şiddet eylemine karışmamış insanlar- öte yandan onların beyanda bulunup geçmişlerini inkar etmelerini veya 7-8 sene hapis yatmalarını istiyorsunuz. Bu olacak şey değil. Eğer bu açılım ciddiyse, yapılan doğrudur. Bugün bakıyoruz ki, o şahıslara soruşturma açılıyor, izah etmek mümkün değil. ”Sen gel silahını bırak, ama 8 sene hapis yat“ diyemezsiniz insanlara.

Asker, askere müessir fiilde bulunursa...

Asker kişilerin, asker kişiler aleyhine işlediği suçların askeri mahkemelerin görev alanında olmasına yönelik bir değişikliğe gidildi. İlk öneride mevcut değildi. Lüzumsuz yere askeri yargının görev alanını genişleten bir hüküm, bugün mevcut. Mesela bir askeri şahıs, Kızılay’da, bir başka askeri şahsa kişisel bir nedenle müessir fiilde bulunsa, bunu askeri mahkemede yargılıyorsunuz. 1982 Anayasası’nın kabul ettiği 145. madde hiçbir batı demokrasisinde örneği olmayacak derecede geniş bir görev alanı tanıyor askeri yargıya. Demokratikleşmenin bir boyutu da askeri yargının görev alanının münhasıran askeri suçlar ve disiplin suçlarıyla daraltılmasıdır. Öneri çok olumlu ama komisyonda yapılan bu değişiklik keşke olmasaydı diyorum.

Uzlaşmayı beceremiyoruz

Hiçbir dönemde Türkiye’de siyasi uzlaşma hemen hemen becerilemedi. DP döneminde de, Demirel-Ecevit çatışmasında da. Bazı istisnalar var; 1995, 2001, 2004 anayasa değişiklikleri olumlu örneklerdi. Ama son 60 yılın genel tablosuna baktığınızda, uzlaşma Türk siyasi hayatının öne çıkan bir unsuru değil.

Gül’ün görev süresi 5 yıl

Tartışmalı bir konu da Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresi. Sizce Sayın Gül’ün görev süresi kaç yıl?


Görüşüm baştan beri 5 yıl. Bir defa daha seçilmeye imkan veren 5 yıl daha olduğu yönünde. Devam etmekte olan kamusal statülerde müktesep hak olmayacağı yönünde genel bir hukuk kuralı var. Şu anda yürürlükte olan kural 5 artı 5’tir. Sayın Gül’e de uygulanması gerekir. Seçildiği zaman bu sürenin 7 yıl olması, o konuda bir müktesep hak kazandırmaz. Aynı şekilde TBMM yasama dönemi de 5 değil, 4 yıldır.

Ailelere bile bölündü

Toplumdaki kutuplaşmayı siz de hissediyor musunuz?


Çok büyük düzeyde. Kutuplaşma sadece siyaset kurumunda değil, bütün toplum kuruluşları içinde, halkta, hatta ailelerde. Aile fertleri arasında bile bu bölünmüşlüğü hissediyoruz. Bu fevkadale üzüntü verici bir durum. Çok yakında ortadan kalkacağı izlenimini de vermiyor. Bunu bir şekilde aşmamız lazım. Aşabilmek içinde karşınızdakini ötekileştirmemek, empatiyle bakabilmek gerek. Bu her sağduyulu insanın yapabileceği temenniler, ama bu işler temenniyle olmuyor her zaman.

Temenniler değil yumruklar konuşuyor?

Fevkadele üzüntü verici olaylar. Herkese “geçmiş olsun” diyorum, üzüntülerimi iletiyorum.

Aktif demokrat pasif laik

Pasif laiklikten sonra pasif demokratlığa mı geçeceğiz?


Aktif demokrat, ama pasif laik olalım, kasıt buydu ama büyük fırtına yarattı. Bütün batı demokrasilerinde olan evrensel laiklik standartları vardır. Devletin bütün din ve mezhepler ve buna tabii inançsızlar da dahil eşit mesafede olması, din ve mezhep temelinde ayrımcılık gütmemesi ve belli bir dini kendi halkına benimsetmeye çalışmaması. Ama bizde mevcut laiklik anlayışında dinin kamusal görünürlüğüne tamamen karşı olan, dini ancak bireysel vicdanlara ve mabetlere hapseden bir anlayış var. Bunun bir benzeri Avrupa’da yok. Madem o ailenin bir üyesi olmaya çalışıyoruz, o zaman onların normlarını mümkün olduğu kadar benimsemeye, en azından ona yaklaşmaya çalışmalıyız. Laikliğin altının oyulması veya tahrip edilmesi anlamında söylenmemiştir. Bunu temenni edecek en son insanlardan biri ben olurum.


Vatan