Koç Üniversitesi, Prof. Dr. Fuat Keyman öncülüğü’nde yeni Anayasa çalışmalarının ele alındığı bir dizi seminer düzenledi. Çok sayıda bilim insanının katılarak görüşlerini açıkladığı seminerlerin bir ayağını Radikal - Koç Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen tartışma oluşturdu. AKP için 2007’de yeni anayasa taslağı hazırlayan ekibin başkanı olan Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Ergun Özbudun’un bu toplantıda yaptığı konuşma:
1982 Anayasası’nı yapan güç nedir? Beş tane darbeci general ve beş tane darbeci generalin atadığı 160 tane bürokrat. Hiçbirinin en ufak bir temsilci sıfatı yoktu ve bürokratik- askeri ağırlıklı bir meclis söz konusuydu. Bu kompozisyon ve siyasi irade Anayasa’nın ruhuna da yansıdı. Bu ruhun yasakçı, otoriter, vesayetçi ve devletçi olduğu da herkesin ittifak ettiği bir husus. Dolayısıyla bu Anayasa kabul edildiği ilk günden beri toplumsal ve siyasal eleştiri konusu olmuştur.

1987’de geçirdiği ilk değişiklikten itibaren de, o da dahil olmak üzere 15 değişiklik geçirdi. Bu da bu Anayasa’nın toplumun beklentilerini karşılamaktan ne kadar uzak olduğunun bir delilidir. Bu 15 değişikliğin bir kısmı daha önemliydi, en azından değindiği madde sayısı itibariyle 1995, 2001 ve 2004 değişiklikleri böyleydi. Ama bazen bir maddelik değişiklikler de önemli iyileştirmeler yaratmıştır. Mesela radyo ve te-levizyondan devlet tekelinin kalkması hakkındaki anayasa değişikliği gibi... Şüphesiz bu 15 değişikliğin toplam sonucu Türk siyasi sisteminde inkâr edilemeyecek bir liberalleşme, sivilleşme ve demokratikleşmedir. Bunu inkâr etmek kanımca hakkaniyete uygun değil. Öte yandan büyük çoğunluğun görüşü, bütün bu reformların 1982 Anayasası’nın temelinde yatan vesayetçi ve otoriter ruhu tasfiye etmeye yetmediği yolundadır. Dolayısıyla karşımıza yeni bir anayasa arayışı çabası çıkıyor.
Ancak burada görüşler çeşitleniyor. Bir görüş, 1982 Anayasası’nı olduğu gibi savunmak yakışık almadığı için değişmesi gerektiğini söylüyor, fakat kozmetik değişiklikler diyebileceğimiz birtakım hususları ileri sürüyor. Mesela dokunulmazlıkların sınırlandırılması, yüzde 10 barajının indirilmesi veya kaldırılması, Siyasi Partiler Kanunu’nun değiştirilmesi dile getiriliyor; ama bunu söyleyenler Siyasi Partiler Kanunu’nun çağdışı yasaklarına değinmiyor. Genelde liderin oligarşisine engel olunmasını dile getiriyorlar. Hepsi üzerinde tartışılacak hususlar, fakat Avrupa’da Hollanda hariç yasama dokunulmazlığını tümüyle kaldıran bir ülke yok bildiğim kadarıyla. İngiltere de kaldırdı sayabiliriz çünkü sadece hukuk davalarına inhisar ettirmektedir. Onun dışındaki bütün kara Avrupası ülkelerinde şu veya bu şekilde yasama dokunulmazlığı mevcuttur.

‘Dokunulmazlık sınırlanmasın’ demek istemiyorum, fakat detaylar üzerinde oynadığımızı söylemek istiyorum. Aynı şekilde, evet yüzde 10 baraj oranı yüksektir, buna hiç kuşku yok. Fakat birçok Avrupa ülkesinde baraj vardır. Almanya’da, Macaristan’da, Polonya’da, İsveç’te, vs... Ancak barajın yüksekliğini tartışabiliriz.

Lider oligarşisi yerleşmiş
Siyasi Partiler Kanunu’nun değiştirilerek liderlik oligarşisinin ortadan kaldırılmasına gelince - ben bunun yasama yoluyla mümkün olabileceği kanısında değilim- bu durum çok büyük ölçüde Türk siyasi kültürünün sonucudur. Siyasi Partiler Kanunu’na ne hüküm koyarsanız koyun, Türkiye’de kişisel oligarşik liderlik olgusunu değiştirmek güç görünmektedir. 60 senelik çok partili siyasi hayatımızda hemen hemen bütün partiler lider partileri olmuştur. Yani birinci pozisyon, tabiri caizse, ‘hiç değiştirmeyelim’ demeden birtakım kozmetik değişikliklerle durumu idare etmek.

Anayasa ideolojik olmaz
İkinci bir pozisyon, anayasadaki ideolojik ve vesayetçi karakteri zayıflatacak veya tasfiye edecek değil, büsbütün artıracak değişiklikler yapılması yönünde. Mesela Türkiye Barolar Birliği’nin 2007 tarihli çalışmasında, Anayasa Mahkemesi’ne anayasa değişikliklerini esastan da denetleme yetkisi veriliyor. Bu bizim ‘jüristokrasi’, yani ‘hâkimler hükümeti’ diye vasıflandırdığımız hususun daha da ileri bir aşamaya taşınması. Bu taslak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan (HSYK) bakanın ve müsteşarının çıkarılmasını öngörüyor, bunun yerine temsili bir yapı getirmiyor. Yani mevcut jüristokrasiyi daha da ileriye taşımak istiyor. Aynı zamanda anayasaya daha da ideolojik bir renk veriyor. Anayasanın aydınlanmacı bir yaklaşımdan hareket etmesi gerektiğini söylüyor ki, liberal hukukçuların savunduğu görüş, anayasaların ideolojik değerlerden mümkün olduğunca arındırılması yönündedir. Bunu tartışabiliriz ama demokratik, liberal bir anayasa anlayışında çok çeşitli fikirler, anayasanın öngördüğü hukuki çerçevde barışçı olarak yaşama ve rekabet etme hakkını bulmalı. Anayasanın bir ideolojiye bağlanması, isterse aydınlanmacı ideoloji olsun, siyasi açıdan da hukuki açıdan da savunulabilir bir şey değil.

Tabii 1982 Anayasası’nın doğurduğu problemler bundan ibaret değil ve son birkaç ayın anayasal tartışmalarını hatırlarsanız, biz hemen hemen her gün, her hafta bir anayasal sorunu tartıştık. Bir gün cumhurbaşkanı kişisel işlemlerinden dolayı yargılanabilir mi sorusunu; ertesi gün DEP’li vekiller sorgulanabilir mi, kovuşturulabilir mi sorusunu; ertesi gün HSYK’nın yetkileri nedir ne değildir, kompozisyonu ne olmalıdır, ne olmamalıdır sorusunu; daha ertesindeyse askeri yargıyla adli yargı arasındaki görev bölüşümünü tartıştık.

Ben hiçbir sağlıklı demokrasinin hergün sabah akşam anayasa konularını tartıştığını zannetmiyorum. Ancak Türkiye öyle bir ülke ki, hergün anayasa sorunları gündeme geliyor ve hepsi üzerinde de gayet kutuplaşmış bir atmosfer var. Taraflar birbirlerinin 180 derece zıttı olan pozisyonları savunuyor. Bunun da çok sağlıklı bir atmosfer olmadığı, yani pekişmiş bir demokraside görülen bir durum olmadığı bir gerçek.

Belli başlı problem alanlarından biri siyasi partiler rejimi; yani siyasi partilerin tabi olduğu yasaklar ve kapatılma konusunda izlenen süreç. Gerek yasaklama sebepleri, gerekse davanın prosedürü bakımından Türk standartlarının Avrupa standartlarının uzağında olduğuna kuşku yok. Venedik Komisyonu geçen sene sadece Türkiye’ye has olmak üzere Türkiye’de siyasi partilerin yasaklanması rejimi üzerinde bir rapor yayımladı. Bunu TESEV Türkçe’ye çevirdi. Fakat maalesef ana akım medyada pek fazla yankı uyandırmadı. Türkiye’deki siyasi partiler rejimi hem yasakların çokluğu bakımından, hem de parti kapatmada takip edilen usül bakımından çok ciddi olarak eleştiriliyor.

Yasakları az çok biliyoruz diyelim; peki Venedik Komisyonu’nun usül bakımından gördüğü sorun nedir? Türkiye’de dava açma yetkisi sadece atanmış ve hiçbir politik hesap verirliği olmayan bir bürokratın insiyatifinde: Cumhuriyet Başsavcısı. Almanya’da ya hükümetin, ya da meclislerden birinin talebi üzerine bu dava açılır, başsavcı kendi insiyatifiyle açamaz. İspanya’da da benzer bir durum vardır; ya hükümetin isteğiyle, ya da meclislerden birinin isteği üzerine ama yine hükümetin talebiyle dava açılabilir. İspanya’da savcıya tekabül eden ‘ministerio fiscal’ var ki, o da bizdeki gibi bir şahıs değil, hükümetin bütün savcılar arasında seçerek atadığı politik bir makam sahibidir. Dolayısıyla hükümetten çok farklı bir tutum izlemesi de mümkün değil.

Bunun nedeni ne? Acaba Avrupalılar demokrasiyi bizim kadar bilmiyorlar mı? Buradaki gerekçe şu: Bir partinin kapatılmasının istenmesi, o ülkede siyasi istikrarı ciddi şekilde etkiler. İlk teşebbüsün yapılmasının siyasi makamlara bırakılmasının bir anlamı vardır. Birileri bu adımın siyasi sorumluğunu alır. İcap ederse de halk önünde bunu savunur; ‘ben şu partinin kapatılması için şu nedenlerde başvuruda bulundum’ der, halk da hükmünü verir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Başsavcısı’nın böyle bir hesap verirliği yok. Halkın karşısına çıkıp ben AK Parti’nin kapatılması için şu delilleri ileri sürdüm, şu talepte bulundum deme ve halkın onayına sunma durumu yok. Sonuç olarak, problem alanlarından biri gerek maddi hukuk, gerekse usüli hukuk bakımından siyasi partiler rejimi.

Bir anlaşmaya varmamızın çok güç olduğu başka sorunlar da var; örneğin vatandaşlık tanımı. Ne kadar zıt tepkiler uyandıran bir sorun olduğunu hepimiz biliyoruz. Laikliğin daha militan ve daha pasif anlaşılışı arasındaki farkın doğurduğu problemleri biliyoruz. Asker-sivil ilişkilerinin ortaya koyduğu problemleri biliyoruz. Gönül isterdi ki, bütün bu temel sorunlar üzerinde Türkiye’de bir konsensüs imkânı, yüzde 100 olmasa da ciddi bir yakınlaşma mümkün olsun. Fakat bugünkü manzara öyle gösteriyor ki, bu konularda iktidar partisiyle muhalefet arasında yakınlaşma ihtimali düşük. Ana muhalefet partisinin bir sözcüsü ‘AK Parti mecliste çoğunluğu muhafaza ettiği sürece Anayasa’yı değiştiren bir görüşe hiçbir şekilde yanaşmayacaklarını çünkü kediye ciğerci dükkânı emanet edilemeyeceğini’ söylemiş.

Türkiye ‘yarı demokrasi’
Böyle bir durumda konsensüs yaratma çabaları fevkâlade saygıdeğer ama acaba en azından şu politik konjonktürde imkânı var mı? Vesayet yetkilerinin tasfiyesi konusunda iktidarla ana muhalefet partisi anlaşabilir mi? Vatandaşlık, kültürel çoğulculuk konusunda iktidar partisi ve iki muhalefet partisi anlaşabilir mi? Ancak bütün bunlarda da bir sonuca varmadan Türkiye’nin normal sağlıklı bir demokrasi olması güç görünüyor. Dünyanın en önde gelen demokrasi rating kuruluşlarından Özgürlükler Evi (Freedom House), Türkiye’nin temel ve siyasi haklardaki ratinglerini 3 ve 3 olarak nitelendiriyor. Bunun tekabül ettiği kategori, ‘kısmen özgür’ veya ‘yarı demokrasi’ statüsü.
Dolayısıyla önümüzdeki tercih, Türkiye’nin yoluna yarı demokrasi olarak düşe kalka devam etmesiyle, sağlıklı ve normal bir Batı tipi demokrasi haline gelmesi arasında. Herhalde burada gerçek yurtseverlik, Türkiye’nin dünkü komünist ülkelerden geri kalmasını temmenni etmez. Yine Özgürlükler Evi ratinglerine göre, 2009 rakamları kapsamında Endonezya bizden daha iyi bir pozisyonda; ratingleri 2 ve 3.

Değiştirilemez maddeler değiştirilebilir
Prof. Özbudun, kendisinden önce yaptığı konuşmada yüzde 10 barajla seçilmiş bir yasama meclisinin Anayasa’yı tümüyle değiştirmesinin demokratik olmayacağını savunan Prof. Andrew Arato’ya da şu yanıtı verdi: “Ben, normal seçilmiş bir yasama meclisinin de kurucu iktidarın sahibi olarak tümüyle yeni bir anayasa yapabileceğine inanıyorum. ‘Değişmez ve değiştirilmesi teklif edilemez’ diye üstüne de şeddede bulunarak ifade edilen hükümlerin de manevi bir değerinin olduğu, ama hukuki değerinin olmadığı kanısındayım. Hele Türkiye açısından hiç, çünkü ilk üç maddeyi değişmez kılan irade, beş darbeci generalle 160 atanmış memurun iradesidir. Benim kaanatime göre, onların iradesinin gelecek nesilleri bağlamak konusunda ahlaken de, siyaseten de, hukuken de hakkı yoktur. Dolayısıyla normal seçilmiş bir yasama meclisinin, bu maddelere bağlı kalmaksızın da bir anayasa değişikliği yapmak konusunda yetkili olacağı kanısındayım.”


Radikal