FADİME ÖZKAN

Reşit yaştaki kız öğrencilerin diledikleri kıyafetle üniversitede eğitim göremeyeceği, görürse laikliğin ve Cumhuriyetin tehlikeye düşeceği iddiasıyla işletilen bir yasağı bir türlü aşamayan bir ülke Türkiye. Aşamadığı için de demokratikleşme, modernleşme, ilerleme, gelişme iddiaları haliyle komik kaçıyor. Mecliste grubu bulunan üç parti yasağın kalkmasında hemfikir. Fakat, genel başkan olduğundan bu yana "Türban sorununu biz çözeriz" diyen Kemal Kılıçdaroğlu ile partisinin ikircikli tutumları tam bir tutarsızlığa dönüşüyor ve çözümü kilitliyor. Üstüne bir de Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya'nın yayınladığı 'bildiri' ile "yetkisi ve haddi olmayan bir konuda" görüş-uyarı-tehditde bulunması yaşanılan yasal olmayan yasağı saçmalığa dönüştürüyor.

Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi, Türkiye'nin en iyi anayasa hukuku profesörlerinden Ergun Özbudun ile konuştuk. AK Parti'nin sivil anayasa dediği anayasa taslağını hazırlayan akademik kurulun başkanlığını yapan Ezbudun'un 'Demokrasiye Geçiş Sürecinde Anayasa Yapımı', 'Türkiye'nin Anayasa Krizi', 'Çağdaş Türk Politikası Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller', 'Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi', 'Türkiye'de Demokratikleşme ve Anayasa Yapımı' ve 'Türkiye'de İslamcılık, Demokrasi ve Liberalizm, AKP Olayı' dahil yayınlanmış çok sayıda kitabı bulunuyor.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu referandum sürecinde "Türban sorununu biz çözeriz" dedi. Referandumun ardından da tartışmalar başladı ve YÖK'ün bir öğrenci itirazına binaen aldığı inisiyafle birlikte başörtüsü üniversitelerde fiilen serbestlik kazandı. Ancak sorunun kalıcı çözümü için Hükümetin siyasi partilerle görüşmelere başlağı gün Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya yaptığı açıklama ile bunun olamayacağını 'bildirdi'. Biz yasamayı denetleme yetkisinin sadece Anaya Mahkemesine ait olduğunu, bunun da şartlara bağlı olduğunu biliyoruz fakat Yargıtay Başsavcısı bilmiyor olabilir mi, böyle bir açıklama yapma yetkisi var mıdır Başsavcının?

Kesinlikle yoktur. Bu açıklama, siyaset sürecine yetki dışı müdahale niteliği taşıyor. Bir defa, eğer Başsavcının muhatabı üniversite yöneticileri, rektörler ise, yürütmeye dahil unsurlar üzerinde herhangi bir denetleme uyarma yetkisi yoktur. Eğer siyasi partiler muhatapsa, onlar üzerinde de bir uyarı yetkisi yoktur. Onun yetkisi, şartları uygunsa, kapatma davası açmaktan ibarettir. Ama o zaman da, bütün partiler ilke olarak böşörtüsü yasağının kaldırılmasına taraftar olduğuna göre, bütün partilere kapatma davası açılması lazım. Bu da herhalde dünya demokrasi tarihinde görülmemiş bir olay olur.

CHP 27 NİSAN SONRASI GİBİ

Bu bildiriye CHP hariç diğer siyasi partilerden güçlü bir tepki geldi zaten.

AK Parti'nin, Milliyetçi Hareket Partisi'nin ve Barış ve Demokrasi Partisi'nin bildiriye karşı açık bir tutum almalarını son derece yerinde buluyorum. Cumhuriyet Halk Partisi'nin tereddütlü tutumunu ise üzücü buluyorum. Bu manzara bana 27 Nisan muhtırasından sonra bazı CHP sözcülerinin saklayamadıkları sevinç gösterilerini hatırlatıyor.

Ürkek bir tutumdu CHP'nin tutumu...

Ürkeklikten öte "Bu bizi ilgilendirmez, biz zaten kanunlara uyuyoruz, başsavcı haklıdır" tarzındaki beyanları demokrat olduğunu iddia eden bir parti bakımından son derece hayal kırıcıdır. Bunun dışında Başsavcının yasama sürecine de müdahale etmeye hiç bir şekilde hakkı ve yetkisi yok. Onun yetkisi şartları mevcutsa kapatma davası açmaktır.

BAŞSAVCININ YETKİSİ YOK

Başsavcının açıklamasında partilere yönelik bir yaptırım, bir tehdit vurgusu vardı... 

Tehdit vurgusuyla yaptırımda bulunma yetkisi de yoktur.

Yani uyarı bile yapamaz...

Yapmaması lazım. Kanun ve anayasa ona uyarı yetkisi vermiyor. Sadece kapatma davası açma yetkisi tanıyor ama orada da karar yetkisi Anayasa Mahkemesi'ne aittir. Fakat Türkiye demokrasisinin geldiği noktada Anayasa Mahkemesinin bu kadar sudan gerekçelerle bir veya birden fazla parti hakkında kapatma kararı verilebileciğini de hiç tahmin etmiyorum.

Zamanlamasını manidar buldunuz mu?

Zamanlaması da çok ilginç. Bu mesele tam çözüm yoluna girer gibi göründüğü bir anda, bu tür bir açıklama vesayetçi zihniyetin bir ürünüdür. CHP'nin de maalesef buna karşı durmaması, onun da vesayetçi sistemden pek şikayetçi olmadığının bir belirtisidir. Demokrasimiz bakımından memnuniyetle karşılanacak bir durum değil elbette.

AİHM KARARI ÇARPITILIYOR

Yalçınkaya, başörtüsü yasağının hem Danıştay ve Anayasa Mahkemesi'de hem de AİHM'de onaylandığını belirtmişti. Bu mahkemelerden çıkan kararlarda yasak hükmü var mıdır?

AİHM'den başlayalım. Bu karar çarpıtılıyor. AİHM'in kararı, böyle bir yasağın olması gerektiği yönünde bir karar değildir, her ilgili üye devletin bu konuda, diğer öğrencilerin hak ve hürriyetlerine bir tecavüz olup olmadığını takdir yetkisine sahip olduğunu söylemiştir. Sözleşmeye aykırı bulmamıştır, ama bizde sanki AİHM bu yasağı onayladı tarzında yorumlar var. Bu tamamen yanlış. AİHM'in burada yaptığı, milli otoritelerin, makamların konuyu takdir etmeleri gerektiğidir. Yoksa AİHM üniversitelerde türban yasaklansın dese, bunun bütün Avrupa ülkeleri bakımından geçerli olması lazım. Oysa Avrupa Konseyi'nin 47 ülkesi içinde üniversite düzeyinde böyle bir yasağı sürdüren tek ülke Türkiye'dir.

AYM YASAĞI ONAYLAMIYOR

Ya Anayasa Mahkemesinin kararları?

Orada da çarpıtılan bir durum var. AYM 1991'de verdiği kararda şu an yürürlükte olan kararı iptal etmemiştir. Yürürlükteki hüküm YÖK Kanunu 17. maddedir. Buna göre, "kanunlara aykırı olmamak kaydıyla yüksek öğretimde kılık kıyafet serbesttir". Dolayısıyla yürürlükte olan bir kanun var. Bu kanun bir yasak getirmiyor. Yasak, bazılarının yorumuna göre, Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinden çıkıyor. Çünkü gerekçede kanunu iptal etmemekle birlikte AYM kendi yorumuyla ve daha önceki 1989 tarihli kararına atıfta bulunarak yasağın devam etmekte olduğunu söylemiştir. Oysa hukukçuların çoğunun üzerinde mutabık olduğu husus, mahkeme kararlarının ancak hüküm kısmının bağlayıcı olmasıdır, gerekçelerin değil. Bunun daha iyi anlaşılması için bir örnek vereyim: Bazı hallerde çoğunluk gerekçesi farklı gerekçelerden oluşuyor. Mesela siz üç türlü değişik gerekçelerle bir kanunun iptaline veya iptal isteminin reddine karar veriyorsunuz. Gerekçe bağlayıcı dersek, o zaman bu üç farklı gerekçeden hangisi bağlayıcı? Burada pek çok hukukçunun kabul ettiği husus sadece mahkeme kararlarının hüküm fıkrasının bağlayıcı olmasıdır, bence de doğru olan budur. AYM'nin kararının hüküm fıkrasında da, mevcut yürürlülükteki kanunun iptaline dair bir hüküm yok. Iptal talebi reddedilmiştir. Dolayısıyla burada da AYM'nin kararlarına riayet edilmemesi, çiğrenmesi gibi bir durum söz konusu değil.

Peki bu belirsizlik, kargaşa nereden kaynaklanıyor?

Ortada şöyle bir belirsizlik var. Üniversite yöneticilerinin bir kısmı yürürlükte olan mevzuatı ve YÖK'ün bu konudaki tutumunu dikkate alarak türban yasağını uygulamıyorlar. Bir kısmı ise AYM kararının gerekçesindeki fikirlere dayanarak yasağı uygulamaya devam ediyor. Dolayısıyla ortada garip bir durum var. Türkiye üniversitelerinin bir kısmında yasak uygulanıyor bir kısmında uygulanmıyor.

Inisiyatife bırakılmış durumda yani, bu da hukuksuzluk yaratıyor.

Ama bu sakıncalı bir durum, bu kadar temel bir konu üniversite yöneticilerinin takdir ve inisiyatifine bırakılamaz.

SORUN KANUNLA ÇÖZÜME KAVUŞUR

Siz ne öneriyorsunuz kargaşanın bitmesi ve sorunun çözümü için?

Benim önerebileceğim çözüm, CHP'nin de katılımı sağlanabilirse bu konuda kanuni bir düzenleme yapmaktır. Bu konuda anayasal bir düzenlemeye ihtiyaç yoktur. Anayasada buna mani bir hüküm yok. Fakat kanuni bir düzenleme yapılırsa ve CHP de destek verirse kimse bu kanunu AYM'ye götürmeyecektir. Çünkü ya ana muhalefet partisi, ya 110 milletvekili götürebilir. Eğer CHP kanuni düzenlemeye katılırsa zaten AYM'ye intikal etmeyeceği için ikinci bir iptal yaşanmayacaktır. Mesele bütün üniversiteleri bağlayacak şekilde, uhuletle suhuletle kolaylıkla çözüme kavuşmuş olacaktır.

Böyle bir çözümü mümkün görüyor musunuz?

Hir hafta evveline kadar ümitliydik. Fakat CHP'nin son temaslardaki tutumu ümidimizi hayli kırmış durumda.

SİYASİ GÜÇLÜK ÇIKARAN CHP

Sorun kimi sıkıntılar olmasına rağmen YÖK'ün inisiyatifiyle fiilen çözülmüş gibi görünüyordu. Konu siyasilerin gündemine girip iş ciddileşince hava birden değişti, meydandaki vaatler partideki siyasi hesapları tutmadı, çözerim diyen de yan çizmeye başladı. Acaba bu konu siyasetçilerin gündemine hiç mi gelmeseydi?

Sıkıntı doğuruyor tabi, özellikle CHP bakımından. Diğer partiler zaten 2008 anayasa değişikliğinde yasağın kaldırılması için oy kullandılar. Bu anayasa değişikliği, rekor düzeyde 411 oyla, aşağı yukarı TBMM'nin 4'te 3'ünün oyuyla gerçekleşti. Dolayısıyla siyasi kurumlar düzeyinde çoğunluk bakımından sorun yok. Halk çoğunluğu bakımından da yok. Bütün kamuoyu araştırmaları, deneklerin yüzde 70 veya daha fazlasının, bu yasağın kalkmasından yana olduğunu gösteriyor. Fakat siyasi yoldan çözmenin önündeki güçlük, CHP'nin bu konudaki tereddütlü tutumudur. Sayın Genel Başkan defalarca bu sorunu çözeceğini ifade etmiştir fakat son partiler arası görüşmelerde konunun tek ele alınmamasını, dokunulmazlıklarla, YÖK'le ve seçim barajıyla birlikte ele alınması gibi öneriler getirilmiştir CHP yetkililerince. Sayılan bu hususlar, öyle bir kerede çözülebilecek hususlar değil. Ihtilaflı hususlar. Hepsini bir anda bir arada çözelim demek, başörtüsü sorununun çözümünü görünmez bir tarihe ertelemek demek. Bence tamamen samimiyetsiz bir tutum ve Genel Başkanın sözleriyle çelişen bir tutum. CHP'nin evvela kendi tutumunu belirlemesi lazım. Siyasi güçlük buradan kaynaklanıyor.

MHP, CHP'nin bu tutumundan ve çözümün uzaklığından sonra yeniden 2008'deki gibi bir düzenleme yapmayı önerdi. AK Parti yaşanan tecrübeden dolayı teklife yakın durmuyor.  

Anayasal düzenlemeye gerek yok çünkü, zaten böyle bir düzenleme anayasaya aykırı değildi. Eğer kanunen düzenlenirse ve CHP de AYM'ye götürmezse daha kolay çözülür. Bir işi kanunla çözmek mümkün ise anayasa ile çözmek gibi bir yola başvurmayı ben akılcı bulmuyorum. Ama MHP'nin eski tutumunu devam ettirmesini de ilkeli bir tutum olarak görüyorum.

NASIL BİR KANUN OLMALI?

Nasıl bir kanun olmalı o?

Bugünkü metni aşağı yukarı tekrarlayan bir kanun. Tabi bunu siyasi partiler kendi aralarında uygun formülü kararlaştırabilirler. Ama bir takım endişeleri önlemek için mesela; "genel ahlaka aykırı ve kişinin hüveyitine saklayacak nitelikte olmamak kaydıyla" gibi bir ekleme yapılabilir. Biliyorsunuz, bu mesele gündeme geldiğinde bazı demogojik itirazlar olmuştu. Hiçbir kayıt ve şart olmazsa bikiniyle de mi gelebilir, burkayla da mı gelebilir gibi. Genel ahlak derseniz bikiniyi, kişinin hüviyetini saklayacak nitelikte olmamalı derseniz burkayı önlersiniz. Ama bunlar, zaten manasız itirazlardı. Hiçbir kendini bilen üniversiteli kızımızın oraya ne bikiniyle ne de burkayla geleceğine inanıyorum. Ama bir takım endişeleri gidermek bakımından faydalı görünecekse bu cümlecikler ilave edilebilir.

YASAĞIN MEVZUATTA DA HUKUKTA DA ADALETTE DE YERİ YOK

Konu laiklik ve üniversitelerde başörtüsü serbestiyesi ise hemen Türkiye'nin kendine özgü şartlarından bahsedilir. Ne yasal ne anayasal yasak olmamasına rağmen fiiliyatta hüküm süren bir yasaktan bahsediyoruz ve bu da öyle garip bir şey ki, olmayan bir yasaktan dolayı kız öğrenciler görünmeyen bir duvara çarpıyor, uzak ve soyut bir korku nedeniyle, bazı insanlar korkmasın diye, diğer bazı insanların en temel hak ve özgürlükleri can yakıcı şekilde an be an gasp ediliyor, hayatları etkileniyor, bu da insanın adalet duygusunu onulmaz biçimde incitiyor. Sormak istediğim şu: Böyle bir yasak olsa bile, bunun hukukta bir yeri var mıdır, olabilir mi?

Bu benim de adalet duygumu çok incitiyor. Bir ihtimal üzerine mevcut bir adaletsizliği haksızlığı devam ettirmek son derece yersiz. Elbette başı açık genç kızların haklarına bir tecavüz olacak olursa bunu önleyecek müeyyideler bugün zaten mevzuatımızda mevcuttur. Tehdit, zorlama, müessir fiil, derslere devamdan engelleme gibi fiillerin hepsinin müeyyidesi mevcut. Ya olursa, hesabına dayanarak bir haksızlığı adaletsizliği devam ettirmenin hukukta da, adalette de yeri yoktur.

DİNİ BAYRAMLAR NİYE RESMİ TATİL O HALDE?

Kuruluş yıllarında erkekler için örneğin Şapka Kanunu çıktı ama kadınların kılık kıyafeti için herhangi bir düzenleme yapılmadı, değişiklik fiiliyatta gerçekleştirildi. Bugün de erkekleri ilgilendiren herhangi bir yasak yokken kadınlar için olmayan bir yasağın fiiliyatta işliyor olması ilginç. Siz bu durumu nasıl okuyorsunuz?

Devrim kanunları sadece din adamlarının giysilerinin umum yani halk içinde giyilmesini yasaklamıştır. Erkekler için çıkarılan Şapka Kanunu bir yana, bir kural koyulmamıştır. Mutlaka takım elbise, kolalı gömlek giyecek, kravat takacaksınız gibi şeyler yok.

Yargıtay Başsavcısı türban serbestisinin anayasanın laiklik ilkesine aykırı olduğunu da söylüyor?

Ben kılık kıyafet nedeniyle laikliğin tehlikeye düşeceği iddiasını son derece manasız görüyorum. AYM'nin 1989 tarihli kararı maalesef öyle. Bazı kızlarımızın başörtüsüyle üniverseteye devamlarının laikliği yıkacağı iddiası var. Bunu Avrupa'daki hangi hukukçuya sorsanız herhalde ancak tebessüm uyandırır. Insanların şu veya bu kılıkla üniversite derslerine devam etmesinin laikliği yıkacağı iddiası hiçbir şekilde inandırıcılığı olmayan bir iddia. Bir de bu vesileyle sayın Başsavcının beyanında ve AYM'nin 1989 tarihli kararında yer alan bir hususa işaret etmek istiyorum.

LAİK SİSTEMDE DİNİ KAYNAKLI KURALLAR OLABİLİR

Buyrun.

"Kamusal kurallar, hukuk kuralları dinsel kaynaklı olamaz" deniyor. O zaman şunu sormak lazım. Biz niye şeker bayramını veya kurban başyramını resmi tatil olarak kutluyoruz? Niye pazar ve cumartesi günleri resmi tatil? Pazar malum hıristiyanların, cumartesi musevilerin dini günleri. Demek ki en katı laik sistemde bile bazı kuralların dini kaynaklı olması mümkündür. Üstelik üniversiteye türban serbestisi getirmek din kaynaklı kuralları hukuk haline getirmek demek değildir. Bu bir insan hakları meselesidir, din ve vicdan hürriyeti, ifade hürriyeti ve eğitim hakkı meselesidir. Bunun dini bir kuralı dünyevi bir kural haline getirmekle uzaktan yakından alakası yok. Ama mesela ramazan veya kurban bayramını resmi tatil yapmak tamamen dini kurallara dayanan hukuki düzenlemedir. E bu da cumhuriyetimizin başından beri devam eden bir olay.

HİÇBİR BATI ÜLKESİNDE BÖYLE BİR YASAK YOK

Türkiye, diğer Avrupa ülkelerine göre dinin görünürlülüğün biraz daha yüksek olduğu bir ülke. Cuma namazına yüzde 70 oranında katılım var erkek nüfusta. Başını şu veya bu şekilde örten başörtülü kadınların kadın nüfusa oranı da yüzde 60 civarında. Soru: Bir ülkenin sosyolojik verileri bu ise o ülkenin hukuki metinleri, mevzuatı düzenlenirken bu durum dikkate alınmalı mıdır? Sosyolojik realite ile reel hukuk paralellik taşır mı, taşımalı mıdır?

Dinin görünürlülüğü devletin laik yapısını tehdit eder bir nitelik taşımadığı sürece -ki tehdit etmesi için de bir sebep yok- elbette bu görünürllüğü yasaklamamak lazım. Mesela türban yasağı dini görünürlülüğü yasaklayan bir uygulama. Batı ülkelerinde değişik oranlar var. Bazılarında kiliseye devam oranları daha yüksek, mesela ABD'de. Avrupa ülkelerinin bir kısmında mesela İrlanda, Polonya çok katolik ülkeler, kiliseye devam oranlarını bilmiyorum ama oldukça yüksek olduğunu tahmin ediyorum. Bunlar bireysel hürriyet alanına giren hususlardır. Dolayısıyla hukuki düzenlemelere kriter teşkil etmemesi gerekir. Burada mühim olan dinsel görünürlülüğün başkalarının hak ve hürriyetlerine tecavüz niteliği taşımaması ve devletin laik niteliğini tehliyekeye düşürmemesidir. Bunun dışında herkes kendi ibadetlerinde ve hayat tarzını sürdürmekte serbesttir.

TÜRKİYE'DEKİ LAİKLİK MİLİTAN LAİKLİK

Türkiye'de uygulanan laikliği dayatmacı laiklik olarak tanımlıyor ve biraz Amerikan modeli sayılabilecek olan pasif laikliği savunuyorsunuz...

Amerikan değil bu evrensel modeldir. Bütün batı demokrasilerinde laiklik deyince devletin, çeşitli din ve mezhepler ile inançsızlık karşısında tarafsız ve eşit mesafede olması, din ve devlet kurumlarının da birbirinden ayrı olması anlaşılır. Batı demokrasilerinde dinin sosyal görünürlülüğünü yasaklamak gibi bir uygulama yoktur. Hepsinde din, bu veya şu ölçüde sosyal görünürlülüğe sahiptir. Bizim laiklik anlayışımız ise dini sadece mabedlere, evlere ve vicdanlara hapsetme. Onun dışında kamusal görünürlülüğünü tümüyle inkar eder, bu anlamıyla da militan laiklik ya da dayatmaçı laiklik dediğimiz bir modeldir.

Türkiye laiklikte Fransa'yı model almıştır değil mi?

Böyle iddia ediliyor, Fransa'nın belki daha önceki, o jakoben laiklik dönemine benzerlikler gösteriyor ama bugünkü Fransa'ya da hiç uymuyor. Çünkü Fransa'da din ve devlet kurumları birbirinden tümüyle ayrılmıştır. Kilise devlete, devlet kiliseye müdahale etmez. Üstelik laik devlet okullarının yanında kilise okulları da var ve devlet bunlara mali destek sağlıyor. Halbuki bugün Türkiye'de bütün dini hizmetler Diyanet İşleri Başkanlığı yani resmi bir devlet kuruluşu tarafından düzenleniyor. Dolayısıyla biz jakoben, militan laikliğin örneği olan Fransa'ya dahi benzemiyoruz.

Pasif laiklik dediğimizde tam olarak neyi kast ediyoruz?

Pasif laiklik dediğimiz zaman, evrensel demokratik laiklik modelini kast ediyoruz. Benim İngiliz bilim adamı Prof. Hale ile birlikte yazdığım AK Parti'yi konu alan bir çalışma dolayısıyla pasif laiklik kavramı söz konusu olmuş, bir fırtına koparmıştı. Pasif laiklik deyince sanki laiklikten uzaklaşılıyormuş gibi. Bilakis laikliğin özüne çok daha uygun bir tanımdır bu. Anomali bizim laiklik anlayışımızdır, yoksa bütün batı demokrasilerinde mevcut olan laiklik anlayışı değil.

MEVZUUTTA KAMUSAL ALAN KAVRAMI YOK

Laiklik tartışması Türkiye'de her zaman kamusal alan tartışmasıyla birlikte yürür. Dini görünürlülüğün nerelerde olup olamayacağında ölçüt ne olmalıdır?

Kamusal alan, hukuki bir deyim değil sosyolojide geçen bir kavramdır ve Türkiye Cumhuriyeti mevzuatının hiç bir alanında kamusal alan diye bir kavram yoktur. Kamusal alan, Sayın Sezer'in cumhurbaşkanlığı döneminde, onun Çankaya'daki resepsiyonlara başörtülü hanımları kabul etmeyip tek kişilik devetiye göndermesi gibi uygulamalarıyla gündeme gelen fakat hiç bir hukuki dayanağı olmayan bir kavramdır. Kamusal alanı çok geniş yorumlarsanız sokak dahi kamusal alandır. Belediye otobüsü de vergi dairesi de kamusal alandır. Ve elbette buralarda da insanların başörtüsüz dolaşmasını istemek, ancak bir totaliter sistemde mümkün olur.

Hizmet alan hizmet veren ayrımı da bu bağlamda ele alınıyor. Pasif laiklik ne diyor bu konuda?

Kamusal alanda kamu hizmeti verenler ile tanımlamak gibi bir eğilim var. Bir defa üniversite öğrencileri herhalükarda bunun dışındadır. Çünkü onlar hizmet veren değil alan konumundadır. Hizmet verenlerin hepsinin de böyle bir yasağa tabi olup olmayacağı da ayrıca düşünülecek bir konudur, şu anın konusu değil. Fakat devlet otoritesi kullanmayan pek çok kamu görevlisi var. Teknik servislerde çalışan ve dini simge kullanıp kullanmamasının diğer vatandaşlar üzerinde şu veya bu şekilde etkili olup olmayacağı pek muhtemel olmayan pek çok kamu görevlisi var. Dolayısıyla şu anda her tür kamu görevlisine yasak konulmalıdır gibi bir ifade aşırı bir ifade. Bunların düşünülmesi lazım.

DEVLET OTORİTESİNİ TEMSİL ETMİYORSA SERBEST OLMALI

Sizce nasıl olmalı?

Bence de bir hakim veya bir savcı, bir emniyet veya bir silahlı kuvvetler mensubu elbette dini bir sembol taşımamalı. Çünkü onlar devlet otoritesinin timsali olarak görünen kişiler. Ama onun dışında hiç de öyle bir görüntü vermeyen, teknik düzeyde hizmet verenler var ki, onların böyle bir yasağa tabi olmamaları tabiiki savunulabilir. Sonra, avukatlar... Bugün avukatlar da başörtüsülü duruşmaya giremiyor. Ama onlar kamu görevlisi değil serbest meslek sahibidir. Belli bir ücret karşılığında şahısların davalarını savunurlar. E peki serbest meslek sahiplerine de bu yasağı teşmil ediyorsunuz?

Gazetecilerin sarı basın kartı sahibi olması için de başı açık fotoğraf zorunluluğu var...

Doğru. Dolayısıyla bu meselenin ayrı düşünülmesi lazım. Ben evet, kamunun belli alanlarında dini sembol kullanılmaması taraftarıyım. Bazı alanlarda da bir sakınca görmüyorum. Ama bu, şu anın tartışması değil. CHP yine bunları öne sürerek çözümde güçlük çıkarıyor. Kamuda asla kullanılmamasına dair teminat istiyor. Halbuki hiçbir parti böyle bir teminat veremez. Hakkaniyete uygun değil. Kamudaki durumu ayrıca tartışırız. Şu anda önümüzde olan sorun üniversite öğrencilerini ilgilendiren sorundur. Pek çok kişi bu yüzden mağdur olmaktadır, manevi ıstıraba uğramaktadır. Evvela bu sorunu çözelim. Öbürlerini gerektiğinde tartışırız. Benim tutumum bu.

İLKÖĞRETİMDE BAŞÖRTÜSÜNDE PROVAKASYON KOKUSU

Yine üniversitedeki durumu tartışıyoruz derken pat diye gündeme gelen bir konu daha var: Bazı ebeveynler kızlarını ilköğretim okullarına böşörtülü göndermek konusunda aniden ısrarcı olmaya başladılar. Ki bu da yasak savunucularının temel argümanlarından biridir: "Üniversiteye izin verirsek ya ilköğretimde de böyle bir talep olursa".

Talep olursa reddederiz. Zaten bugün ilköğretim okullarında buna imkan yok. Sayın Milli Eğitim Bakanı da yasaların bunu yasakladığını söylüyor. Ilk ve orta öğretim öğrencilerinin durumu üniversite öğrencilerinden farklıdır. Çünkü bu kızlarımız reşit değildir, onların aile ve çevre baskısı gibi kendi iradeleri dışında tesettüre girmeleri veya zorlanmaları mümkün. Dolayısıyla buradaki durum üniversite öğrencileri ile mukayese edilemez. Üstelik tam bu mesele bir çözüm yoluna girmişken birilerinin ilköğretim için girişimlerde bulunmasının bir provakasyon eseri olduğu konusunda güçlü kuşkular taşıyorum. Çünkü bunlar yasağın kaldırılmaması taraftarlarına malzeme, gerekçe veriyor. Türkiye provakasyonlara alışık bir ülke. Ben komplo teorilerine itibar etmem ama burada bir provakasyon kokusu seziyorum doğrusu.

Avrupa ülkeleri arasında türban tartışmaları konusunda öne çıkan iki ülke var: Fransa ve Türkiye. Fransa'da üniversiteler için böyle bir yasak olmadığını biliyoruz ama bir benzerlik paralelik de kuruluyor?

Şimdi epey uzaklaşmış olmakla birlikte Fransa'nın da geçmişinde oldukça güçlü bir militan ya da radikal laiklik anlayışı var. 5. cumhuriyetten bu yana epeyce yumuşadı fakat ortaöğretimde yasak devam ediyor. Üniversite düzeyinde ise yok böyle bir yasak. Yani Fransız sistemi bizden yine de farklı. Bir de Fransız sistemiyle şöyle bir farkımız var. Fransa'da devlet katolik liseleri yanında kiliseye bağlı okullar var.

Yani ebeveynler için bir alternatif var.

Evet ve orada böyle bir dini simge kullanmama yasağı yok. Bu sadece devlet okullarını ve sadece ilk ve orta öğretimleri kapsayan bir yasak. Türkiye'deki yasak çok daha geniş kapsamlı. Biz sık sık Fransa ile karşılaştırılıyoruz ama bu farklar gözden uzak tutuluyor veya ihmal ediliyor.

ÖZDEMİR İNCE'NİN TEZİNE YORUM YAPMAYA TENEZZÜL ETMEM

Konuyu bilenler bunun ilk kez kullanılmadığını da bilir ama; geçen hafta bir Hürriyet yazarı  tekrarlayınca ilkmiş gibi yankı buldu. Özdemir İnce, başörtüsü gamalı haç gibidir dedi.

Yorum yapmaya bile tenezzül etmem. Çok çirkin bir yakıştırma.

Başörtüsü yasağı dolayısıyla Türkiye uluslararası alanda da sık sık sıkıntıya düşüyor. BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Komitesi CEDAW, Türkiye'ye bu konuda sorular yöneltti ve ev ödevi verdi...

Biz bir defa, uluslararası veya yabancı kuruluşlar bunu eleştiriyor diye değil kendi vatandaşlarımızın büyük çoğunluğuna karşı bir mükellefiyet olarak düzenlemeliyiz bunu. Türkiye'de kamuoyunun yüzde 70'inden fazlası bu yasağa karşı. CHP dışında Meclis'te temsil edilen üç parti bu yasağa karşı. Bu,  anayasaya ve insan haklarına aykırı bir yasak. Laiklikle hiç bir alakası yok. Dolayısıyla biz kendi toplumumuza karşı bu yasağı kaldırmalıyız. CEDAW veya başka bir kuruluşun ne dediği ikinci derecededir.

Dünya Ekonomik Forumunun ülkelerin eğitim istihdam siyasi temsil kadın erkek eşitliği gibi konulardaki durumunu ölçttüğü yıllık raporuna göre Türkiye 134 ülke arasında 126. sırada. Bu sonuçların bir sebebi başörtüsü yasağıdır deniyor, siz ne dersiniz?

Dünya Ekonomik Forumunun raporunun hangi kriterlere göre hazırlandığını detaylarıyla bilmiyorum, merak ediyorum. Türkiye'yi Suudi Arabistan'a yakın gösteren bir raporun sağlığından ben çok ciddi şekilde şüphe ederim. Evet Türkiye'de kadın erkek eşitsizliği vardır ama dünyanın en sonlarında yer almamızı gerektirecek şekilde değil. Türkiye'de iş hayatında, akademik hayatta, kamuda, yargıda kadınlar çok önemli mevkilere geliyorlar. Daha bir kaç yıl evveline kadar AYM Başkanımız bir hanımefendiydi. Eğitim düzeyi bakımından da üniversitelerde öğrencilerimizin en az yarısı kız öğrencidir. Ve çoğu zaman da erkeklerden daha başarılıdırlar. O araştırmanın metedolojisinden şüphe duyuyorum ve bunun Türkiye'ye karşı bir haksızlık olduğu inancındayım.

BAŞÖRTÜLÜ ÖĞRENCİLERİM HERKESE KARŞI DOSTANEDİR

Başörtülü öğrencilerin disiplinsizliği, sınıf düzenini bozmak, arkadaşlarına baskı yapmak gibi isnad edilenler hakkında bir Hoca olarak sizin deneyiminizi gözleminizi öğrenmek istiyorum?

Asla. Kesinlikle ben böyle bir duruma şahit olmadım. Bu yasak dolayısıyla az sayıda türbanlı veya başörtülü öğrencim olmuştur. Hepsi sınıfın en iyi öğrencileri arasındadır ve diğer öğrencilerle ilişkileri de fevkalade dostanedir, benim sınırlı tecrübeme göre. Dolayısıyla onların sınıfın düzenini bozduğu başı açık arkadaşlarına husumet ifade eden davranışlarda bulunduğu gibi iddialar katiyetle yanlıştır ben öyle bir şeye şahit olmadım hayatım boyunca.

Kızlar yasak yılları boyunca derslere devam edebilmek için bere, şapka kullandılar ya da başörtülerinin üzerine peruk taktılar. Sınıfta öğrencilerinizi böyle görünce onlara hakkı, hukuku, eşitliği, adaleti anlatan kişi olarak ne hissettiniz?

Büyük üzüntü duyuyorum, onların üzüntüsünü hayal kırıklığını ben de içimde hissediyorum elbette. Onların öyle yapay zorlamalar yüzünden istemedikleri kılıklara bürünmeleri muhakkak ki onların onurlarını zedeliyor. Bu elbette üzüntü verici.

EN YÜKSEK MAHKEMENİN MUHAKEMESİ ÜZÜNTÜ VERİCİ

Burada korkunç olan şey, başörtüsü yasak olmazsa cumhuriyet temelinden sarsılır, laiklik bozulur sanılıyor, böyle deniliyor. Ve trajikomik olan şu ki: Böyle düşünenler kız öğrencileri okula yapay kılla girmeye zorlayınca, cumhuriyeti ve laikliği korumanın övüncünü güvencini yaşıyorlar! 

Çok komik gerçekten. Üzüntü verici olan AYM'nin 89 ve 91 tarihli kararlarının aşagı yukarı bu mantaliteden hareket etmesi. Bir kısım kızlarımızın türbanla derse devamıyla laikliğin tehdit altına gireceğini ifade etmesi. Bunu sıradan bir vatandaş söylese güler geçersiniz ama Türkiye'nin en yüksek mahkemesi bu tarzda bir muhakeme sürdürürse orada üzüntü daha fazla oluyor. Laiklik kimsenin kılık kıyafetiyle ilgili bir şey değil, kimse de endişe etmesin, Türkiye'de modernleşmenin, 19. yüzyıldan başlayan, neredeyse iki yüzyıla yaklaşan bir geçmişi var. Dolayısıyla laikliğin bir başörtüsüyle sarsılacağını iddia etmek fevkalade marazi bir düşünce tarzı.



STAR GAZETESİ