Hakikate yalnızca dokunabilirsin.”

HAKİKAT, SİYASET, BİLGİ, BİLİM VE HAYAT ÜZERİNE BİR GEZİNTİ –

En yukarıdaki sözler, Cusa’lı teolog/ilahiyatçı, felsefeci ve matematikçi Nicolas’a ait. Bu sözleriyle Nicolas, sanırım hakikati bilemezsin ve bulamazsın, ona sadece dokunabilirsin demek istiyor. Alman olan ve 1401-1464 yılları arasında Cusa’da yaşayan Nicolas, “De Docta Ignorantia” isimli eserinde söylüyor bunları. Latince olan “De Docta Ignorantia”, Türkçede “Öğrenilen Cehalet” veya “Bilmeme Bilgisi” anlamına geliyor.

Tanrı’yı hem ruhunda, hem de bedeninde hisseden, kendisini bildiği andan itibaren “ilahi aydınlanma” adını verdiği bir ruh halinin içinde yaşayan ve insanın sonsuzluk düşüncesiyle ilahilik inancını akılla kavraması gerektiği düşüncesi üzerine kafa yoran Nicolas, cehaletin ve bilimin iç içe geçen sınırlarının ayrılmasını, bilimin sınırlarının yeniden çizilmesini, nedensellikle ilahi aklın birlikteliğini ve böylece bilim ve Tanrı arayışının birlikte yürütülmesi gerektiğini savunur. Zıtların birlikteliği ilkesinden hareket eden Nicolas, “Öğrenilen Cehalet/Bilmeme Bilgisi” isimli eserini de savunduğu bu felsefi sentez üzerine inşa eder.

Öğrenilen Cesaret nedir? Üzerine sayfalarca kitap yazılabilecek olan bu kavramın ne olduğunu Yunus Emre söylüyor: “İlim ilim bilmektir / İlim kendini bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Bu nice okumaktır.” Yani öğrenilen cesaret bilmemek değildir, cahil cesaretidir, felsefi anlamı derin iki sözcükle ifade etmek gerekirse; “kendini bil-memektir”, “haddini bil-memektir.” Daha arabesk bir ifadeyle “cahilce bilmek-tir.” Ya da Balzac’ın “Bilirbilmezler” romanındaki gibi “bilirbilmezliktir.” Bilge Mevlana’nın “Bir delil/bilgi ile kırk alimi yendim, kırk delil/bilgi ile bir cahili yenemedim” demesi ondandır.

…Hiçbir şey bilmiyoruz – bu birincisi. Bu yüzden çok alçak gönüllü olmalıyız – bu ikincisi. Bilmediğimiz halde bildiğimizi iddia etmemeliyiz – bu da üçüncüsü. Halka sevdirmek istediğim yaklaşım kabaca budur. Ama geleceği pek parlak görünmüyor…

Bu sözler “Tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, teoriler hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz ama yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir” diyen ve o nedenle “yanlışlanabilirliğin” felsefesini yapan Avusturya asıllı İngiliz vatandaşı Karl Raimund Popper’e ait.

Popper bunları 1994 yılında, bilgi kuramı ve bilimin sınırlı yapısı, barış, özgürlük, entelektüellerin sorumluluğu üzerine olan görüş ve düşüncelerini içeren ve Ali Nalbant tarafından son derece başarılı bir şekilde Almancadan Türkçeye “Hayat Problem Çözmektir – Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine” adıyla çevrilen kitabında yazıyor.

Ve Popper bilgi üzerine, doğru üzerine, hakikat üzerine şunları söylüyor: “…Bilim doğruluk/hakikat arayışıdır. Ama kesin doğruluk/hakikat yoktur. Bilmiyoruz sadece tahmin ediyoruz. Kesin bilgi yoktur…Var olan her şey tahmin bilgisidir ve hipotezlerden oluşur…En sağlam bilgimiz, diğerlerinden kat kat üstün olan bilgimiz, bilimin bilgisidir; yine de bilimsel bilgi bile sadece tahmin bilgisidir… Düşünen insanlar olarak hepimizin ödevi, doğruluğu/hakikati bulmaktır. Doğruluk/hakikat mutlak ve nesneldir ama hemen cebimizde değildir.  Sürekli aradığımız ama genelde çok zor bulduğumuz bir şeydir; doğruluğa/hakikate yaklaşmamızı sürekli iyileştirmeye çalışırız. Doğruluk/hakikat mutlak ve nesnel olmasaydı, yanılmazdık. Ya da yanılgılarımız da doğrularımız da bir olurdu…

Doğrulama” üzerine kurulu olan pozitivist düşünceye ve geleneksel bilim anlayışına karşı çıkan ve bu anlayışın ana fikrini oluşturan “doğrulamanın” asla yapılamayacağını savunan Popper, bilimin deneme (hipotez) ve yanılma (deneysel çürütme) ekseninde ilerlediğini, yeni bir şey arayan ve bulan her bilim adamının bunu hatalarından/yanlışlarından ders alarak ve öğrenerek yaptığını söyler.

Ona göre bilim problemlerle başlar. Bilim bu problemleri zekice ve yaratıcı teorilerle çözmeye çalışır. Ama çoğu teori zaten yanlıştır ve/veya denetlenemez. Dolayısıyla doğrulanamaz da. Değerli olan ve işe yarayan denetlenebilir teorilerde dahi hatalar, yanlışlar ve yanılgılar aranır. Bu yolla yanlışları ve yanılgıları bulmaya ve bunları gidermeye çalışırız.

Bu düşüncelerini “Hiçbir zaman kelimelerle düşünmem. Aklıma bir fikir gelir ve ben onu kelimelerle açıklamaya çalışırım” diyen Einstein ile amip arasındaki farka işaret ederek sürdüren Popper, bu konuda şunu söyler; “Amip bir hata yaptığı zaman yok edilir. Einstein ise hataları ve hatalarını arar ve ilerlemesini böyle sürdürür. Yani ilerlemesini ve gelişmesini deneme ve yanılma yoluyla sağlar.

Hem doğa bilimleri, hem de sosyal bilimler, hep problemlerden çıkar diyen ve kendi çözümünü deneme yanılma ilkesi üzerine kuran Popper, bu konuda üç aşamalı bir şema ekseni üzerinde hareket eder: 1- Problem; 2- Çözüm denemeleri; 3- Ortadan kaldırma. Bunlar özü itibariyle tekil olabileceği gibi çoğul da olabilir.

Ona göre problem, bir rahatsızlık durumudur. Bu rahatsızlık, yani problem ya doğuştan gelen ya da deneme ve yanılma ile keşfedilmiş veya öğrenilmiş olan beklentilerle ortaya çıkar.

İkinci aşama, yani çözüm denemeleri aşaması problemleri çözme girişimlerinin olduğu aşamadır. Problem tek de olsa çözüm denemeleri birden fazladır. Bunlar deneme eylemlerini/hareketlerini kapsar.

Üçüncü aşama olan ortadan kaldırma aşaması negatiftir. Bu aşama hataların, yanlışların, yanılgıların giderilmesi aşamasıdır. Bu aşamada başarısızlıkla karşılaşılınca, denenen ortadan kaldırma hareketi/eylemi terk edilir ve yeni çözüm yollarına başvurulur. Denenen çözüm yolu başarılı olduğunda problem çözülmüş olur ve çözüm denemesi bu yolla öğrenilir.

Benzer bir problemle karşılaşıldığında, başarısız olan eski deneme yolları da dahil, eski sıralama çerçevesinde çözüm denemeleri başarılı çözüm denemesi elde edilinceye kadar tekrarlanır. Öğrenme dediğimiz şey de esasen, başarısız olan ve terk edilen çözüm denemelerinin yavaş yavaş ve birer birer deneme düzeyine inmesi ve sonuçta problemi çözmekte başarıya ulaşan denemenin tek başına ortada kalmasıyla olur ve oluşur.

Popper’e göre bu süreç, sadece insanların kendi bireysel problemlerini çözmelerinde değil, aynı zamanda Darwinci gelişim teorisinin şeması içinde de mevcuttur. Ve dolayısıyla bu şema tek bir organizmanın gelişimine değil, türlerin oluşumuna da uygulanabilir. Esasen çevre koşullarının veya organizmaların iç yapılarının değişmesi de, Popper’e göre üç aşamalı şemaya uygun bir problem oluşturmaktadır. Bu, her bir tür için bir uyum sağlama problemidir ve tür ancak, eğer problemi genetik yapısındaki bir değişiklikle, yani mutasyonla çözebilirse hayatta kalabilir. Zira genetik yapımız, işleyişimiz ve düzeneğimiz, sürekli değişiklikler ya da mutasyonlar oluşacak şekilde kurulmuştur.

Popper’e göre Darwincilik, bu mutasyonların, üç aşamalı şemanın ikinci maddesi anlamında çözüm denemeleri işlevi gördüklerini peşinen kabul eder. Çözüm denemelerinde başarılı olamayan, yani problemi veya problemini çözemeyen, yani değişimi gerçekleştirerek kendisini yenileyemeyen organizma, şemanın üçüncü aşaması gereği ortadan kalkar.

Popper’e göre evrim teorisi açısından bakıldığında, tıpkı mikroskoplarımız ve dürbünlerimiz gibi, duyu organlarımızda problemlerin ve çözüm denemelerinin bir sonucudur. Bu sonuca göre problem, biyolojik açıdan bakıldığında, gözlemden ve duyu algılarından önce gelir. Onun için gözlemler veya algılar, çözüm denemelerinde gerekli olan ve ihtiyaç duyulan araçlardır ve bunlar başarısız oldukları takdirde, üçüncü aşama olan ortadan kaldırma aşamasında başat rolü bu araçlar oynarlar.

Üç aşamalı şemanın bilimsel mantığa ve metodolojiye de uygulanabilir olduğunu ileri süren Popper, bu konuda da çıkış noktasının problem olduğunu, bunu çözüm denemelerinin izlediğini, çözüm denemelerinin her birinin birer deneme ve çoğunlukla hatalı olduğunu, o nedenle bunların hipotez veya tahminden ibaret bulunduğunu ve öylece kaldıklarını, bilimdeki yanlışları ve yanılgıları da yanlış teorilerin ortadan kaldırılmasıyla öğrendiğimizi söyler.

Bu öğrenim sürecinde en önemli işlevi bilimde özgünlük olarak isimlendirdiği bilinçli eleştirel düşünceye veren Popper, “her bilim öncesi bilgi, ister hayvana, isterse insana özgü olsun dogmatiktir” der ve “bilim, dogmatik olmayan yöntemin, yani eleştirel yöntemin bulunmasıyla başlar” diye de ekler.

Bilim felsefesinin esasını oluşturan “yanlışlanabilirlik” ilkesinin, sadece pozitif bilimler yönünden değil, siyaset bilimi yönünden de uygulanabilirliğini ve uygulanması gerektiğini savunan Popper, hem muhafazakar tasavvurun, hem de başta komünizm olmak üzere ütopyacı her ideolojinin ve anlayışın, statükonun devamından yana olduğuna işaret eder. Ve “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı eserinde de, statükocu ve totaliter olan bu her iki anlayışında, sahip oldukları fiziksel, zihinsel, ideolojik, toplumsal ve kültürel yapıları ve miraslarıyla, toplumun akışkanlığını öldürdüklerini ve dünyanın yaşanabilir iklimini kirlettiklerini ileri sürer.

Ve sezgi. “Sezgi olmazsa olmaz – her ne kadar sezgilerimizin çoğu sonuçta yanlış çıksa da.” diyen Popper sonra şöyle devam eder: “Sezgilere, fikirlere, mümkünse çekişen fikirlere gereksinmemiz var; dahası, bu fikirleri nasıl eleştirip, iyileştirip, eleştirel olarak sınayabileceğimize dair fikirlere gereksinmemiz var. Kaldı ki bunlar çürütülene kadar (belki daha uzun bir süre) kuşkulu fikirleri bile hoş görmeliyiz. Çünkü en iyi fikirler bile kuşkuludur.

Bu yazıya “Hakikate yalnızca dokunabilirsin.” diyerek hiç kimsenin hakikat tekeline sahip olmadığına işaret eden Cusa’lı Nicolas’la başladık, “hayat problem çözmektir” diyen, hem insanın ve insani problemlerin, hem de bilimsel teorilerin, ancak ve ancak çözüm denemeleriyle, yani deneme yanılma yöntemiyle ortadan kaldırılabileceğini, bunun için de eleştirel yönteme ihtiyaç olduğunu söyleyen Popper ile devam ettik.

Ve sözü İtalyan Marksist, gazeteci, sendikacı, olağanüstü siyaset felsefecisi Antonio Gramsci’nin “Hapishane Defterleri” isimli kitabındaki eleştiri, özeleştiri üzerine olan şu güzel sözleri ve tespitiyle bitirelim. “Eleştirel bir iradenin başlangıç noktası insanın gerçekte kim olduğunun bilincine varması ve bir kayıp listesi tutmaksızın içinde sonsuz izler taşıyan o güne kadar ki tarihsel sürecin bir ürünü olarak kendini bil-mesidir. ‘