DENEMELER (CIXVIII)

‘Dostlara Adil Davranılır, Düşmana Kanun Uygulanır’

HUKUK, AHLAK, ETİK ÜZERİNE!

Antigone’nun, Thebai’de krallığı paylaşamayan kardeşleri Eteokles ile Polyneikes birbirleriyle girdikleri savaş sonunda ölürler. Bu aşamada tahta çıkan Kreon, Eteokles’in yurdunu savunurken öldüğünü, o nedenle kahraman olduğunu ilan ederek onun için görkemli bir cenaze töreni hazırlar. Polyneikes’in ise yabancılarla işbirliği yaparak yurduna saldırdığını, o nedenle hain olduğunu, gömülmeyeceğini, mezarsız kalacağını, bu suretle kurda kuşa yem olacağını, onu kim gömmeye kalkışacak olur ise ölümle cezalandırılacağını buyurur. Antigone Kreon’un bu buyruğuna karşı çıkar. Kardeşi Polyneikes’i gömer. Bu eylemi sonrasında Antigone suçlu sıfatıyla kral Kreon’un huzuruna getirilir ve aşağıdaki sorgulama başlar:

Kreon : Neden emrime karşı geldin? Emrimin ne olduğunu bilmiyor muydun?

Antigone: Biliyordum. Nasıl bilmem? Herkese ilan edildi.

Kreon: Demek buna rağmen benim emrime karşı koymaya cesaret ettin.

Antigone: Bana emir veren Zeus değildi. Hades’te hüküm süren Dike de biz fanilere böyle bir emir vermemiştir. Senin emirlerinde, insan sözlerini Tanrıların yazılmamış, değişmez kanunlarından daha üstün yapacak bir kudret bulunduğunu zannetmiyorum. Çünkü bu kanunlar dün ve bugün yaşamıyorlar, bunlar ezelden beri hep vardırlar ve ne zamandan beri var olduklarını da bilen yoktur.

Kreon: Thebai’liler arasında bunu böyle düşünen yalnız sensin.

Antigone: Herkes böyle düşünüyor, fakat korkudan konuşamıyorlar.

Kreon: Herkesten ayrı düşündüğün için utanmıyor musun?

Antigone: Öz kardeşime saygı göstermekte utanılacak ne var?

Kreon: Onunla dövüşüp ölen de kardeşin değil miydi?

Antigone: Öz kardeşimdi.

Kreon: Diğerine gösterdiğin ilgiden dolayı günah işlemiyor musun?

Antigone: Mezarında yatan ölü hükmünü böyle vermeyecektir.

Kreon: Ama sen bir günahkara karşı aynı ilgiyi gösteriyorsun.

Antigone: O bir köle değildi.

Kreon: Birinin koruduğu bu ülkeyi diğeri harap ediyordu.

Antigone: Olsun. Hades her ikisine de aynı mezar hakkını tanır.

Kreon: Ama orada iyi insan kötü insanla aynı muameleyi görmek istemez.

Antigone: Ölüm diyarında böyle bir kural olduğunu bana kim söyleyebilir?

Kreon: Düşmanımız bizim için asla, hatta ölümünden sonra dahi dost değildir.

Antigone: Ben dünyaya kini değil, sevgiyi paylaşmaya geldim.

Bu satırlar, okuyanlarınızın çok iyi bildiği veya anımsayacağı üzere Sophokles’in, ‘Antigone’ isimli eserinden bir bölüm. Antigone ile yazmaya başlamamın nedeni, Antigone’un  hukukun oluşturulmasında ve uygulanmasında, ahlak, etik ve doğal hakların anlamını, işlevini ve önemini ortaya koyan iyi bir örnek olmasıdır.

Sivil itaatsizliğin tarihin yazımladığı belki de ilk örneği olan Antigone’da birbiriyle çatışan iki ayrı hukuk vardır. Bir yanda Antigone’un dayandığı doğal hukuk, yani bugün bizim insan hakları dediğimiz, kaynağını etikten, ahlaktan, vicdandan alan, evrensel değerlerle daha çok örtüşen hukuk, diğer yanda Kreon’un dayandığı ve temsil ettiği egemenin hukuku, yani hikmet-i hükümet.

Hukuk nedir ve nasıl doğmuştur? Tarihçi Hukuk Okulu’nun iddia ettiği gibi hukuku, halkın ruhu, milletin vicdanı mı doğurmuştur? Yoksa hukuk Sosyolojik Hukuk Okulları’nın ileri sürdüğü üzere toplum hayatının bir ürünü müdür? Ya da pozitivistlerin savunduğu gibi aklın merkeze konulması sonucu ortaya çıkan bir sonuç mudur? Veya Locke’un sözleşme kuramında ileri sürdüğü şey midir, yani bir güven ve özgürlük değiş tokuşu mudur? Ve nihayet formalist kuramlar bağlamında en güçlü olanın iradesi midir?

Amacım bu soruların yanıtını aramak, bu yanıtı ararken kimi felsefi tartışmaların içine girmek değil elbette. Amacım sadece ve geçmişteki bütün zamanlarda ve hemen her toplumda, ister egemenin iradesinin ürünü olsun, ister halkın ruhundan doğmuş bulunsun, ister ise toplumun, toplumsal olayların ürünü olsun, bir hikmet-i hükümetin ve onun bir hukukunun olduğuna işaret etmektir.

Geçmiş zamanlarda dış etkilere, evrensel kimi değerlere sıkıca kapalı, son derece yerel ve otantik olan egemenin hukuku artık günümüzde pek öyle değil. Öyle değil, zira artık bir tek egemen yok. Yerel egemen veya egemenlerin yanısıra küresel egemen veya egemenler ile onların hukuku var. Öyle olduğu için ‘bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olan hukuk’ günümüzde sadece yerel değil, aynı zamanda küresel bir olgudur. Hukuku küreselleştiren en önemli etken ise, kendisi küresel bir kuram, kavram ve değer olan insan haklarının varlığıdır. Onun için günümüzde Antigone’lar yalnız olmadığı gibi, Kreon’lar da yalnız değildirler.

Geride bıraktığımız yirminci yüzyıl, teknoloji alanında getirdiği olağanüstü buluşların yanında, rakipsiz bir siyasal örgütlenme modeli olarak demokratik, katılımcı, şeffaf, hesap verebilir, hesap sorulabilir yönetimlerin kurulmasına tanıklık etmiştir. Bu gelişme ve değişmelere bağlı olarak demokrasi, hukuk devleti ve bunlara mündemiç olan insan hakları ve siyasal özgürlük başta olmak üzere, diğer hak ve özgürlükler geçen yüzyılla birlikte sadece egemen söylemin değil, günlük hayatımızın da önemli ve vazgeçilmez parçaları haline gelmiştir.

Hepimizin çok iyi bildiği üzere kategorik hukuk ilkeleri olarak hukuk felsefesinin merkezinde yer alan, özgürlük, eşitlik, adalet gibi temel ontolojik ve ahlaki değerlerden türeyen insan hakları, diğer bütün hak iddialarına göre ahlaki öncelik taşır. Siyasal meşruluğun da ölçütü olan insan hakları, her insanın, sadece insan olması nedeniyle sahip olduğu özgürlük ve eşitlik değerlerinin başkalarınca tanınmasını, her türden dış saldırıya karşı korunmasını gerektiren en üstün ahlaki taleptir. O nedenle insan hakları diğer bütün ahlaki, hukuki, ekonomik ve siyasal taleplerden önce gelir.

Yaşamak için değil, onurlu bir yaşam sürmek için gereksinim duyduğumuz insan hakları, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinde de vurgulandığı üzere, ‘insanın, insan olarak sahip olduğu ve doğarken beraberinde getirdiği onurdan’ kaynaklanır. O nedenle yirminci ve yirmi birinci yüzyılın egemen değeri haline gelen insan hakları, modern toplumun bilinen tehditlerine karşı insan onurunu korumak için bugüne kadar geliştirilmiş en değerli, en vazgeçilmez haklar toplamıdır.

İnsan hakları, sadece amaçları, önerileri, talepleri, övgüye değer düşünceleri değil, hak temelli toplumsal değişim taleplerini de ifade eder. O nedenle bu talepleri en başta kendi ülkemizdeki siyasal iktidarlar olmak üzere uluslararası topluma yöneltmemiz, bu suretle insan hakları standartlarının egemen olduğu bir dünyanın gerçekleşmesine hep birlikte katkıda bulunmamız gerekir.

Amerikalı siyaset bilimci Jack Donnely’nin özgün anlatımıyla; insan hakları, birey ile devlet arasındaki ilişkinin temelini, insan hakları ile korunan alanlarda bireyin devlete, devletin menfaatlerine takaddüm etmesi ilkesine dayandırır. Zira insan haklarının topluma ve devlete karşı ahlaki önceliği ve üstünlüğü vardır ve bu haklar her durumda bireylerin sahipliği ile denetimi altındadır. Bu, sadece bütün bireylerin yalnızca eşit olduklarını değil, aynı zamanda özerk olduklarını – devletin veya yöneticilerin çıkarlarından farklı çıkar ve amaçlar ile bunları gerçekleştirme hakkına sahip bulunduklarını – da ifade eder.

Yine Jack Donnely’nin yaklaşımı ile insan hakları talebi burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını koruma taktiği olarak başlamış olsa da, evrensel ve vazgeçilmez kişi hakları mantığının doğal sonucu olarak bu kökenlerden çoktan kopmuş durumdadır. Sosyo-politik bireyselleşme ve devlet kurma süreçleri Batıda gerçekleşmiş olmakla birlikte, bunlar zamanla bütün dünyaya yayılmıştır. Eşit ve özerk bireylerden oluşan bir toplumun yapısal temeli bu suretle, kökeninin tarihsel bakımdan özgül ve rastlantısal olmasına rağmen evrenselleşmiştir. O nedenle insan hakları, gitgide artan ölçüde, yalnızca ahlaki idealler olarak görünmemekte, fakat aynı zamanda insan onurunu korumak ve gerçekleştirmek için hem objektif, hem de subjektif bir zorunluluk olarak kabul görmektedir.

Bütün bu nedenler ile insan olarak hepimizin dünyevi güçlerden ve ülkelerden özgürlük ve adalet konusunda doğru dürüst davranış standartları beklemeye, insan haklarına saygılı olmalarını istemeye hakkı vardır. Bu standartların, hukukun ve insan haklarının kasti veya gayri ihtiyari ihlallerine tanıklık etmek ve bunlara cesaretle karşı koymak sadece insan hakları aktivistleri için değil, hepimiz için bir görevdir.

‘Aramakta olduğumuz iyiliğin servet olmadığı açıktır; çünkü servet sadece faydalıdır ve başka bir şey içindir. Aradığımız şey erdemdir.’ Bu sözler Aristoteles’e ait.

Erdemli olmak için ahlak sahibi, ahlak sahibi olmak için de etik sahibi olmak gerekir. Felsefenin bir disiplini olan ve kendini ahlaki eylemin bilimi olarak tanımlayan ‘etik’, yaşamın tek yönlü kaygılarla rasyonalize edilmesine yönelmiş olan bireysel çıkar ve hesapların yıkıcı etki ve sonuçlarını eleştirel bir aynadan yansıtan önemli bir uyarıcı ve yol gösterici görevi üstlenmiştir.

Annemarie Pieper’in ‘Etiğe Giriş’ isimli özgün eserinde işaret ettiği üzere etik bize, kendisini sadece paraya, mala, mülke, bireysel çıkarları en üst düzeye çıkarma kaygılarına sabitlemiş niceliksel düşünce karşısında; bütün bunlara sığmayan, bunları aşan, pratik aklın ahlaksal yetkinliği ile doğrulanmış olan özgürlük, eşitlik, adalet, hoşgörü, erdem gibi soylu amaç ve hedefleri sunan bir nitelikler dünyasının var olduğunu anlatır.

Bu niteliksel değerler, kolektif sorumluluklarının bilincinde, ahlaksal talepleri genel bağlayıcı talepler olarak benimseyen ve yaşamlarında bunları kendilerine mal etmiş olan bireylerin, kendi kaderlerini tayin etme hakkını, bütün hakların en üstüne koyan bir yaşama biçiminin ahlakını sunar.

Özgürlük, eşitlik, adalet gibi niteliksel değerlerin her biri aynı zamanda birer haktırlar. Amerikalı feminist, psikolog Carol Gilligan’ın da vurgu yaptığı üzere haklar ahlakı, eşitliğe dayanır ve merkezinde adalet anlayışı vardır. Hak, hukukun tanıdığı ve koruduğu çıkardır. Bu çıkar sorumluluğu da beraberinde taşır. Hakların ahlakiliğinin karşısında, sorumluluğun etiği vardır. Haklar etiği, eşit saygının, ötekinin ve benliğin hak iddialarını dengelemenin bir ölçütü iken; sorumluluklar etiği, sevgi ve önemseme gibi değerlere dayanır ve bunlardan beslenir. Adalet ve önemseme karşılıklı olarak birbirine bağlı olduğu gibi haklar da toplumsal sorumluluğa bağlıdır.

Niteliği itibari ile negatif bir kavram olan hukukun en önemli işlevi zarar vermemezlik, yani zarar verilmesini engellemektir. Bunu sağlamak için hukuk himayeci, korumacı olmak durumundadır. Negatif özelliği gereği hukukun amacı adaletsizliğin, zorbalığın egemen olmasını önlemektir. Bu ise ancak hukukun, haklar ve sorumluluklar etiği temelinde oluşturulması ve uygulanmasıyla, yani saygıda eşitlik sağlanmasıyla, benliğin ve başkalarının  hak iddialarının dengelenmesiyle, sevgi ve önemseme temelinde şekillendirilmesiyle, kısaca insan hakları eksenine oturtulmasıyla, yani Kreon’un yaptığı gibi ‘Dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır’ şeklinde değil, herkese adil davranılmasıyla, hukukun böyle oluşturulması, anlaşılması ve uygulanmasıyla mümkün olur.

Neden mi yazdım bunları? Dünden bugüne Türkiye’de hukuk herkese adil uygulanmadığı, pek çok olayda ‘dostlara adil davranıldığı, düşmana kanun uygulandığı’ için yazdım bütün bunları!


(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)