Esasında bu yazının başına oturmakta çok zorlandım Zira, her geçen gün ülke gündeminin berbatlaşması, hepimizin tecrübe etmek zorunda bırakıldığı ölümle burun buruna yaşama hali, temel hak ve özgürlüklerimize dört bir yandan saldırılması, yıllar yılı kanayan yaralarımızın ısrarla deşilmesi sanırım beni biraz fazla etkiledi. Her ne kadar sakin bir hafta geçirme sözü vermiş isem de kendime, bunu bir yere kadar başarabiliyorum. Ülke meseleleri ağır basıyor.

Ülke gündeminde art arda patlayan çocuk istismarı haberlerinin sonuncusu dün Çorum’dan geldi. 13 yaşındaki kız çocuğunun abisi, babası ve amcası tarafından yıllarca maruz kaldığı tecavüz vakasını okuduk. Sanırım görüp görebileceğimiz en uç vakalardan biri. Baktım, insanlar yorum dahi yapamamış, yapamıyorlar. Midemiz kaldırmıyor diyorlar, fakat bu yorumlar bile düşündürüyor beni. Çünkü diyorum içimden, ya bu tecavüz-istismar-ensest mağduru çocuk bu yorumları okursa, iğrenç, midemiz kaldırmıyor gibi mesajları görürse, kendini bir kez daha, daha daha sevmezse.. Bu yorumlar o çocuğun travmasını daha daha derinleştirirse..

Olay üzerinden konuşmak istemiyorum, ne yapılabilir açısından bakmak istiyorum; fakat neye takıldım biliyor musunuz? Olayda çocuğun annesi, eşinden ve kayınbiraderinden şikayetçi olmuş; fakat oğlundan şikayetçi olmamış. Buraya takıldım. Neden, diye düşündüm. Evlat sevgisi mi? Oğlunun bu korkunçluğu yapacağına bir türlü inanamamak mı? Ne, neden? Sonra aklıma bilip de susan onlarca anne geliyor. Burada mesele elbette anneler değil; fakat bu kör noktayı anlamaya çalışıyorum. Ve tabi ki de mevzu kafamda dönüp dolaşıp –artık inanılmaz antipati geliştirdiğim bir kelime olan- “zihniyet” değişikliğine takılıp kalıyor. Tabi, bu zihniyet değişikliği için öncelikle zihniyetimizin “farkında” olmamız gerekiyor. Bu şöyle gibi; bir hastanın tedavi olabilmesi için hasta olduğunu kabul etmesi gerektiği gibi. İşte bu noktada, hiç bıkmadan usanmadan konuları gündeme getirmemiz, eleştirmemiz, ses çıkarmamız gerekiyor. Ben bu durumun ülkemizde artık zorunlu bir kişisel sorumluluk olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü bunu dahi yapamayanın kalkıp fiili bir uğraş vermesi imkansızmış gibi geliyor bana. Tam olarak bu sebeple, aslında sakin bir hafta geçirme lüksümüz yok, bunun da farkındayım.

Ve biliyorum ki şu an şu dakika kimbilir hangi çocuk istismara uğruyor?

Evden/yurttan kaçıp gitme hayalleri kuruyor?

Kime, neyi, nasıl anlatması gerektiğini kafasında döndürüp duruyor?

Hangi kadının son günü, son saatleri?

Soru işaretlerinin daha nicesi..

Bu olaya da ne yapılması gerek açısından baktığımda ise, aklıma elbette refleks olarak hukuk geliyor. Yaptırımlarda kaçacak en ufak bir aralık bırakmadan yaptırım yaratmak geliyor. Tüm ülkenin isyan çığlığını boğazından söküp almak gibi bir yaptırım. Lakin, İDAM DEĞİL.

Çünkü adalet bunu gerektirir.

Bizi bu, yorum dahi yapamadığımız haberler yıkar, parçalar, doğru; fakat bizi en çok ne yıkar biliyor musunuz? Faile hak ettiği cezayı vermemek. Yani adaletsizlik yıkar.

Bu hafta yine bir tecavüzcüye “iyi hal, rızası var indirimi” uygulandı örneğin.

Bu indirimler meselesinde uygulamada çok yol katettiğimiz doğrudur, fakat bitiremedik.

Bitiremediğimiz gibi, bir de konuşmaya başladılar. Diyanet dehşet verici beyanlarda bulundu, ilgili Bakan diyanetle poz verdi, “algıda seçicilik” dedi. Fail vakıf kapatılmadığı gibi yenileri açıldı, Bakan “Bir kereden bir şey olmaz” dedi. Öbür vakıf çıktı, “Hz. Muhammed’in cemaatinde de vardı bunlar, devlette varsa cemaatte de olur çok doğal” dedi. Sizce Bakan yarın ne yapar?

Biz niçin tepki gösterdik bu laflara, pozlara? Bu laflar pozlar, bu sapıkların gözünde yaptıkları pisliği meşrulaştırmasın diye. İnsanlar duysun, bilsin daha çok tepki versin ve somut bir neticeye varalım diye. Daha çok tepki veriyoruz da. Fakat somut neticeye varamıyoruz. Hatta bu artan tepkileri dahi normalleştirdiklerini görüyorum. Çünkü YAPMASI GEREKENLER, GEREKENİ YAPMIYORLAR!

Çocuk istismarının araştırılması dahi ZORLA kabul ediliyor!

Suç duyurularımıza takipsizlik veriliyor, kanun tekliflerimiz bir kenara itiliyor!

Hukuk işlemez hale getiriliyor, vatandaş kendi bildiği yollarla adalet uygulamaya sevk ediliyor. Böylece suç oranı ikiye katlanıyor!

Biliyor musunuz, konuşma yaptığım panellerde kimse bana inanmıyor?

Diyor ki vatandaş müstehzi bir gülümsemeyle, ben onlara haklarını anlattıktan sonra, “Avukat Hanım, bu anlattıklarınıza siz inanıyor musunuz? Biz mahallede artık suç işleyeni direk dövüyoruz çünkü” !

İşte bu noktaya getirdiler bizi.

Ben de diyorum ki onlara “Ne dememi bekliyorsunuz?  Arkadaşlar, üzgünüm hukuk bitti kalmadı, herkes başının çaresine baksın mı? Kusura bakmayın, demeyeceğim! Sonuna kadar gideceksiniz. Son noktaya kadar itiraz edeceksiniz. Sizi, “soruşturmak” yerine, ‘Amaann buradan bir şey çıkmaz boşuna uğraşma’ diye “kovuşturan” savcının karşısına dikileceksiniz! ‘Bu benim hakkım!’ diyeceksiniz. Kapattı mı dosyayı? Gerekirse AİHM’ye kadar itiraz edeceksiniz! Hiç kusura bakmayın, dertleşiriz dertleşmesine de, ben size umut vermekle yükümlüyüm. Adalet için mücadele eden tüm hukukçular size umut vermekle yükümlü. Biz yapmayacağız, kim yapacak? Ne yani, hepimiz oturup ağlayalım mı? Maalesef, bu konuda size katılmıyorum!”

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Salonun havası değişiyor, bir heyecan dalgası yükseliyor, herkes hak verir gibi kafa sallıyor, haklısınız diye mırıldanıyor. Ve sonra umutlu örnekler anlatmaya başlıyorlar.

Çünkü umuda açız biz. Kana kana umut içmek istiyoruz. Biri bize dokunsun, anlasın ve ezberimizi bozsun istiyoruz. İçten içe bunu istiyoruz.
Bu yüzden susmayalım konuşalım ama işe yarayan şeyler söyleyelim, ağlayıp oturmayalım. Çaresizliği öğrenmeyelim. Hiçbir şey yapamasak dahi –ki böyle bir şey yok- en yakınımızdakinin elini tutalım, cesaret verelim, umut verelim, inanç verelim. Emin olun, eleştirip ah’lar vah’lar edip iç karartmaktan daha iyi sonuçlar verecektir.
Bir de hani ben yukarıda bir noktaya takıldım ya, kör bir noktaya, heh işte kadınlar diyor ki panellerde mütevazi bir gururla; “Biz evladımıza diyoruz ki, ‘İlerde eşini dövme, çocuğunu kırma, kötü söz söyleme, suç işleme..’”

“İyi yapıyorsunuz da, yetmez” diyorum. Şaşırıyorlar, bu da karşı çıkma işini amma abarttı gibi bakıyorlar, “E ne diyelim peki?” diye soruyorlar.
İşin psikolojik kısmı belki haddime değil, ama ben bu cümlelerin de değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kadınların kötü giden şeyleri değiştirmede sonsuz gücü olduğuna inanıyorum. Fakat bu gücü “olumlama” denilen şekilde kullanırlarsa daha büyük bir etki yaratacaklarını biliyorum. Yani, çocuklarınıza şunu yapmamayı, bunu yapmamayı öğretmeyin; çocuklarınıza “nasıl iyi insan olunacağını” öğretin, diyorum. O zaman onlara çok daha büyük bir iyilik yapmış olursunuz. Hayatta herhangi zorlayıcı bir durumla karşı karşıya geldiklerinde, iyi insan olma mekanizmalarını çalıştırmayı ve o ana özgü çözüm üretmeyi öğretmiş olursunuz. Böylece, kendilerine salık verilen bazı şeyleri yapmamayı değil, sonsuz kombinasyonda iyi şeyler yapmayı öğretmiş olursunuz. Aslında çocuklarınıza çığlık atmaktan ötesini öğretmiş olursunuz.

Ben böyle düşünüyorum. Ve umuyorum..



(Bu köşe yazısı, sayın Av. Tuba TORUN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)