Kamu otoritesinin yetki sınırları, Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu'nun ilgili maddelerinde gösterilmiştir. "Hukuk devleti" ilkesine göre; hukuka aykırı yoldan elde edilen delil, şüpheli veya sanık tarafından itiraz edilmediği, hatta zımnen veya sarih olarak kabul edildiği gerekçesiyle hukuka uygun hale gelmez. Kimse, kamu kudretinin kullanırken yapılan bir yanlışlığı, ilgilinin rızası ile hukuka uygun hale getiremez ve bu yolla Anayasa m.13 ve m.38/6'yı aşamaz. Bir fiil, ya hukuka uygundur veya değildir. Bir inşaatın temeli çürükse üzerine sağlam bina yapılamaz.
 
Gabriel Jakop kararında AYM; başvurucunun konutunda, cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın gece vakti yapılan ve mahalle muhtarı haricinde, ihtiyar heyetinden veya komşulardan ikinci bir kişi hazır bulundurulmaksızın gerçekleştirilen aramanın hukuka aykırı olduğunu açıkça kabul etmektedir[1].
 
"Gece vakti yapılacak arama" başlıklı CMK m.118'e göre; konutta, işyerinde veya diğer kapalı yerlerde gece vaktinde arama yapılamaz. Bu hükmün istisnası, ikinci fıkrada düzenlenmiş olup, suçüstü veya gecikmesinde sakınca bulunan haller ile yakalanmış veya gözaltına alınmış olup da firar eden kişi ile tutuklu veya hükümlünün tekrar yakalanması amacıyla yapılan aramalardır. "Arama kararı" başlıklı CMK m.119/4'e göre, cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulması zorunludur.
 
Kararda AYM; hukuka aykırı şekilde gerçekleştirilen arama ile elde edilen delillerin hukuka aykırı hale gelip gelmediğini ve bu delillerin gerçekliğini şüpheye düşürüp düşürmediğini incelemekle meşgul olmuştur.
 
Arama sırasında ele geçirilen suç eşyasının, mahkumiyet kararına konu somut yargılamada "delil" olarak kullanılıp esas alınmasını, dürüst yargılanma hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle AYM'ye taşıyan başvurucunun, gerek soruşturma evresinde gerçekleştirilen arama sırasında ve gerekse kovuşturma aşamasında herhangi bir itirazda bulunmaması, AYM tarafından "hukuka aykırı deliller" hakkında dayanak alınan ve hukuka aykırılığı hukuka uygunluğa dönüştürdüğü kabul edilen tuhaf dayanak olarak kendisini göstermiştir.
 
Mahkeme, başvurucunun gerek kolluğa verdiği ifadesinde ve gerekse ilk derece mahkeme huzurunda alınan savunmasında, arama sonucunda ele geçirilen suç eşyasının bir kısmının kendisine ait olduğunu, bir kısmının ise başka şahıslara ait olduğunu kabul ettiğini, dolayısıyla suç eşyasının zilyedi olduğunu inkar etmediğini belirtmiş ve başvurucunun bu süreçte izlediği savunma stratejisinin, bireysel başvuru kapsamında ileri sürdüğü aramanın ve sonuçlarının hukuka aykırılığı iddiası ile ilgisinin bulunmadığını, arama işleminin sıhhatine ve suç eşyasının gerçekliğine herhangi bir etkisi olmadığını vurgulamıştır[2].
 
Arama sırasında hazır olması gereken kişilerden birisinin bulunmaması ve aramanın konutta gece vaktinde yapılabilmesi için kanunda öngörülen şartların mevcut olmaması sebebiyle elde edilen delillerin "hukuka aykırı" hale geldiği somut olayda;"...delillerin güvenirliğini şüpheye düşüren somut bir durum veya riskin tespit edilemediği, başvurucu tarafından da bu kapsamda herhangi bir somut iddia ve itirazın ileri sürülmediği, arama işleminin icra ediliş yöntemi nazara alındığında, delillerin sıhhatini şüpheli hale getiren bir durumun sözkonusu olmadığı, tüm bu sebeplerle, kanunda belirlenen usule ilişkin eksikliğin, arama işlemini ve bu işlem neticesinde elde edilen delilin gerçekliğine ve güvenilirliğine zarar vermediği, başvuruya konu kanuni eksiklik neticesinde elde edilen delillerin mahkumiyetle sonuçlanan yargılamanın dürüstlüğünü zedelemediği" gerekçesini ortaya koyan AYM, Anayasa m.36 ile güvence altına alınan dürüst yargılanma hakkının ihlal edilmediğine karar verilmiştir.
 
Yerel mahkeme hükmünün gerekçesinde, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi, bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi gerekir. Anayasanın ve Ceza Muhakemesi Kanunu'nun ilgili hükümlerine göre; bir delilin, mahkumiyet hükmünde esas alınabilmesi ve vicdani kanaate etki edebilmesi, hukuka aykırı yol ve yöntemlerle elde edilmemesi şartına bağlıdır.
 
Karşı oy gerekçesinde de belirtilen, Barbera, Messegue ve Jabardo – İspanya kararı ve Tamminen – Finlandiya kararında İHAM; hukuka aykırı şekilde elde edilen bulguların "delil" olarak hükme esas alınamayacağı yönünde açık ve bağlayıcı bir kural olmamasının, taraflarca ileri sürülen iddiaların ve gösterilen delillerin ulusal mahkemelerce gereği gibi incelenmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağını, bilakis davada kullanılan delillerin sanığın hazır bulundurulduğu duruşmada "silahların eşitliği" ve "çelişmeli yargılama" ilkeleri gözetilerek tartışılıp tartışılmadığının veya sözkonusu delillerin yargılamanın bütününe ve dürüstlüğüne etkisinin değerlendirilmesi gerektiği fikrini korumuştur.
 
Kilyen – Romanya kararında İHAM; kişinin mahremiyet alanına yönelmesi ve özel hayatına ağır müdahale teşkil etmesi itibariyle, arama tedbirine yönelik usul hükümlerinin, olası suistimallerin önlenmesi, işlem öncesi ve sonrasında keyfi uygulamaların engellenmesi ve devletin negatif yükümlülüğünün icrası amacıyla etkili güvenceler tanıması gerekmektedir. Konutta gerçekleştirilen aramanın niteliği ve meydana getirdiği maddi ve manevi olumsuz sonuçları itibariyle, tedbirin katı usul kurallarına bağlanması ve tedbirin kapsam ve uygulama yönetmeleri ile kolluk görevlilerinin sorumluluk sınırlarının yeterli açıklıkta belirlenmesi zorunludur[3].
 
Anayasa Mahkemesi; kamu gücü ve otoritesinin müdahalesi ile kısıtlanan veya sınırlandırılan kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasında “güvence” niteliği taşıyan bireysel başvuru usulüne yönelik üstlendiği yargılama görevi sebebiyle, gerek Anayasanın ilgili hükümleri ve gerekse kuruluş amacı ile yargılama usulünü belirleyen 6216 sayılı Kanun uyarınca, "bireysel başvuru" kapsamında ileri sürülen hak ihlali iddialarını, Anayasa ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile korunup güvence altına alınan evrensel ilke ve esaslar ışığında incelemek ve varlığı tespit edilen hak ihlallerinin tazminat veya yargılamanın yenilenmesi yoluyla telafisini sağlamak amacıyla niteliği, felsefesi ve işlevi itibariyle yerel mahkemelerden ayrılır.
 
Bu kapsamda, yerel mahkemelerce gereği gibi incelenmeyen usule ilişkin aykırılıkların, yargılamanın dürüstlüğüne ne derece etki ettiğinin tespiti ile görevli Yüksek Mahkemenin; başvurucunun hukuka aykırı şekilde elde edilen delillere zamanında itiraz edip etmediğini incelemekle yetinmesi, "hukuk devleti" ilkesinin varlığı ile dürüst yargılanma hakkının ayrılmaz bir parçası olana Anayasa m.38/6’yı gözardı eden bir yaklaşım niteliğindedir. Mahkumiyet hükmünde esas alınan delillerin "hukuka aykırı" yol ve yöntemlerle elde edildiğini net bir şekilde kabul etmesine rağmen, bu durumun dürüst yargılanma hakkını zedelemediğine, dolayısıyla Anayasa m.36'nın ihlal edilmediğine karar veren Yüksek Mahkemenin; "eksiklik" olarak adlandırdığı hukuka aykırılığı meşru gösterebilmek için delillerin sıhhatini ve güvenilirliğini kullandığı ortadır.
 
Uyuşmazlığa konu tedbirin, iç hukukta belirli/sınırları mutlak şekilde çizilen öngörülebilir bir dayanağı bulunmasının yegane hedefi ve anlamı, gerçekleştirilen müdahalenin hukukiliğini ve yargılamanın dürüstlüğünü sorgulamaktır. Bu safhada; kişi hak ve hürriyetlerine yönelik kamu gücüyle gerçekleştirilen müdahalelerin hukuka uygun olup olmadığını, Anayasa, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve ilgili kanunlar uyarınca denetleyen Yüksek Mahkeme, hukuka aykırılığını kabul ettiği delilleri, deyim yerinde ise "sahiplenen” yargı mercii anlayışını terk edip, yargılamanın dürüstlüğüne etki eden hukuka aykırı delilleri, usule ilişkin "basit eksiklik" olarak görmek yerine dürüst yargılanma hakkının ihlali kabul etmelidir.
 
Kanaatimizce;
Maddi gerçeğe ulaşmak ve bu amaçla delili feda etmemek, kişiye göre değişebilecek sübjektif anlayışa dayalı tercihlerle hukuka aykırı delili, barındırdığı hukuka aykırılığa rağmen yargılamada kullanıp, suçu işleyeni cezalandırmak isteyen düşünce kendisini, suçu işleyenin cezasız kalmaması, adaletin yerini bulması ve kamu düzeninin sağlanması gibi gerekçelerle haklı görebilir. İnsan haklarını ihlal etmeyen önemsiz aykırılıkların lekelediği delillerdeki bu olumsuz izlenim, “beyaz yalan” gibi önemsiz kabul edilebilir. Ancak bu avutucu söz, hukuk nazarında değer taşımaz. Güneş balçıkla sıvanmayacağından, bu tip zorlama yaklaşımlarla bir hukuka aykırılığın hukuka uygun hale getirilmesi mümkün değildir.

Hukuk devletinde, hukuka aykırı eylemler yoluyla elde edilen delillerin yargılamada kullanılması kabul edilemez. Bunun aksini, siyasi, sosyal veya başka bir gerekçe ile izah etmeye çalışanların hukuki dayanağı olamaz. Hukuk devleti olduğu Anayasa ile tescilli Türkiye Cumhuriyeti’nde, özellikle kamu otoritesi icra ettiği hukuka aykırılıklardan, toplumsal gerçek ve menfaatleri bahane etmek suretiyle yarar sağlayamaz. Bu yararlanmaya izin vermek, kişi hak ve hürriyetlerini içinden çıkılamaz ve ucu açık karanlık zindanlara atmayı göze almak demektir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, delile acıyarak, savcılık makamı ve kolluğun soruşturmasını ve yerel mahkemenin emeğini düşünerek, adalet ve vicdan adına ve bunun yanında Ülke gerçeklerini dikkate alarak, hukuka aykırı delillerin mutlak şekilde kullanılamayacağı hakikatinin yol açabileceği sonuçlara duyduğu kaygıdan hareketle, hukuka aykırı delillerin tümünün veya bazılarının yargılamada kullanılmasına göz yumabilirler.

Belirtmeliyiz ki, konu ile ilgili Anayasa m.38/6, CMK m.206/2-a, 217/2, 230/1-b, 289/1-i ve Ülkemizin benimsediği “hukuk devleti” ilkesi karşısında; ister önemli, ister önemsiz, kimisine göre ister küçük, ister büyük veya karar veren makama göre değişebilecek türde insan haklarını ihlal eden-etmeyen bir hukuka aykırılık ve bu aykırılık yoluyla elde edilip edilmediğine bakılmaksızın dürüst yargılanma hakkını ihlal eden ve hukukla bağdaşmayan, hukuka aykırılığı netleşmiş bir delilin yargılamada sanık aleyhine kullanılabilmesi, sanık rıza gösterse bile mümkün değildir.

Kamu kudretini kullanan, bu kapsamda eli silahlı kolluk karşısında, sanığın açık veya örtülü rızasından bahsedip, hukuka aykırı yol ve yöntemlerle elde edildiği sabit olan delillerin yargılamada sanık aleyhine kullanılmasına göz yumulamaz. Bu kapsamda; şüphelinin soruşturmada ve sanığın kovuşturmada delilin hukuka aykırılığına itiraz etmediğini, bu konu ile ilgili beyanda bulunmadığını, hatta delili ve ilişkili olduğu maddi vakıayı kabul ettiğini söyleyerek, bir anlamda zehirli ağacın meyvesini zehirsiz veya temeli çürük binanın üzerine inşaat yapıp sağlam hale getirmeye çalışmak suretiyle hata giderilemez ve geri de alınamaz. Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’na baktığımızda, şüpheli veya sanığın açık veya örtülü rızası veya hukuka aykırılığa itiraz etmemesiyle, delilin hukuka aykırılığın ortadan kalkıp yargılamada kullanabileceğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Mahkeme; hiçbir durumda ve hatta sanığın açıkça rıza göstermesi halinde bile hukuka aykırı delili hukuka uygun sayamaz ve ceza davasında Özel Hukuk yargılaması yapamaz. Bir delil hukuka aykırı elde edilmişse, ne olursa olsun taşıdığı hukuka aykırılığın sonuçlarına göre muamele görür.  

Doktrinde ve uygulamada, hukuka aykırı deliller konusunda ikili bir ayırım yapılarak, bazı hukuka aykırı delillerin yargılamada kullanılmasına olanak sağlanmaya çalışıldığı görülmektedir. İlk düşünceye göre, hak ihlalinin niteliği üzerinde durulmalıdır. Bir hukuk devletinde, bazı hakların mutlak ve diğer bazı hakların ise nisbi koruma altında bulundurulduğundan, buna bağlı olarak “mutlak delil yasakları” ve “nisbi delil yasakları” kavramlarının dikkate alınması gerekir. Mutlak delil yasakları; sanığın kendisini suçlayan beyanda bulunmaya zorlanması, bir kimsenin yakınlarını suçlayan beyanda bulunmaya zorlanması, sanığa kendisi ile temasa geçen yetkili tarafından bazı haklarının hatırlatılmaması (susma hakkı, müdafi tayini isteme hakkı gibi) ve hayatın gizli alanına (özel hayatına değil) yapılan müdahalelerden ibarettir. Bunların dışında kalan durumlar ise, hakim tarafından oranlılık (ölçülülük) ilkesi dikkate alınarak, “kamu yararı” bakımından bir değerlendirme yapılmasını gerektirmektedir. Adalet, vicdan ve hakkaniyet gibi gerekçelerle desteklenmeye çalışılan bu düşüncenin, hukuka aykırı delillerde mutlak-nisbi hukuka aykırılık ayırımına gidilmesini mümkün kılamayacak derecede net olan Anayasa ve CMK hükümleri ile “hukuk devleti” ve “dürüst yargılanma hakkı” ilkelerin karşısında kabulü mümkün değildir.

“Hayatın özel alanı hariç hayatın gizli alanı” ne anlama gelmektedir? Şüpheli veya sanığa hatırlatılması zorunlu olan ve olmayan haklar nelerdir? Bu düşünceye göre, bireyin telefon veya ortam konuşmaları pekala özel hayatı sayılıp, hakim kararı olmaksızın takip edilebilir ve kayıt altına alınabilir hale gelecektir. Yine bu düşünceye göre; şüpheli veya sanığa, yüklenen suçun anlatılmaması, yakınlarından birisine haber verilmemesi veya şüpheden kurtulması için delil toplanmasını isteyebilmesi hakkının hatırlatılmaması, bildirilip hatırlatılması gereken hakları düzenleyen CMK m.147’ye aykırı olsa da gözardı edilebilecek, bu şekilde alınan ifade, yapılan sorgu ve bu yolla toplanan diğer deliller yargılamada kullanılabilecektir. Hukuka aykırılığı tartışmasız olan tüm bu tespitlerin ve sonuçlarının kabulü mümkün değildir.
Bu tür keyfi ve ucu açık ibarelerle kamu otoritesinin yetkisini genişletmek son derece tehlikelidir. Kaldı ki, hukuka aykırı delillerle ilgili Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yer alan hükümler net ve açık olup, yoruma ve birey aleyhine daraltılmaya elverişli değildir. Bu sebeple, hukuka aykırı delillerin yargılamada kullanılmasını sağlamaya yönelik düşüncelerde ifrada gidilmesi de kaçınılmazdır. Anayasa m.38/6’da “kanuna aykırı” ibaresi yer almakta, fakat “hukuka aykırı” denilmemektedir şeklinde bir eleştiri çok yanlıştır. Örneğin, aramanın usule uygun yapılmamasında zaten Anayasa m.13, 21 ve 119/4’e açık aykırılık vardır. İkincisi de, “kanuna aykırılık” ibaresi dar, bunun yanında “hukuka aykırılık” ibaresi daha geniş olup, kişi hak ve hürriyetlerinin daha lehinedir. Bu tip kavram kargaşası ve tartışmalarından medet umup, kişi hak ve hürriyetleri aleyhine yorum yapmak, Anayasa m.13’ü görmezden gelmek anlamını taşır.

Hukuka aykırı delilden hareketle veya bu delile dayanarak elde edilen diğer deliller de, hukuka aykırı delilin uzak etkisi, yani “zehirli ağacın meyvesi de zehirlidir” esası gereğince hukuka aykırı kabul edilmeli ve yargılamada kullanılmamalıdır. Hukuk kuralları tavizsiz uygulanmalıdır.

CMK m.206/2-a ile 217/2’yi bir kenara bırakalım, Anayasa m.38/6’da belirtilen “bulgular” ve belirtilmeyen “deliller” kavramlarından da sonuç çıkarılıp, hukuka aykırı delilin yaşatılmaya çalışılması anlamsızdır. Hem “bulgu” kavramı daha geniş ve hem de Anayasa m.38/6’nın cümle sonunda “delil olarak kabul edilemez” ibaresine yer verilmiş ve bu konuda yaşanabilecek tartışmaya da “nokta” koyulmuştur. Delillere kıymak istemeyenlerin bu derece açık bir hükmü görmezden gelmesi, “hukuk devleti” ilkesinin varlığını tartışmaya açar.

Cumhuriyet savcısı katılmaksızın yapılan aramada iki kişinin hazır bulunması, hem kolluk ve hem de aramanın muhatabı bakımından aramanın usule uygun yapıldığının bir güvencesidir. Bu güvenceyi yıkmak veya aramanın muhatabının itirazı olmadığı veya rıza gösterdiğinden bahisle güvencenin sağlandığını söylemek, muvafakatli aramanın, yani arama izin ve kararı olmaksızın kapalı mahalde arama yapan kolluğun, aramanın muhatabının rızası ile arama yapabilmesini mümkün kılan mülga Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin 9. maddesine[4] yönelik yürütmenin durdurulmasına ilişkin Danıştay 10. Dairesi 2003/3396 E sayılı ve 21.11.2003 günlü kararının, kamu kudretini kullanan kolluk gücü karşısında özgür iradenin varlığının kabul edilemeyeceğine dair gerekçesini görmezden gelmek demektir.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde de, mutlak-nisbi delil yasağı ayırımının mümkün olduğunu ifade eden ya da ölçülülük ilkesinin kabul edildiği anlamına gelen herhangi bir ibare bulunmamaktadır. Hukuka aykırı delillerin yargılamada kullanılabilmesi noktasında, usulüne göre yürürlüğe koyulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası bir sözleşme olan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır. Delillerin toplanması ve değerlendirilmesi kuralları, her üye devletin iç hukukuna bırakılmıştır. Bu sebeple, delillerin toplanması ve değerlendirilmesinde şüpheli ve sanığın lehine olan iç hukuk kuralların mutlaka dikkate alınması gerekir. Türk Hukuku bakımından da olması gereken, yukarıda değindiğimiz Anayasa ve CMK hükümlerinin istisnasız üstünlüğü ve bağlayıcılığıdır. Bu düşünce, Anayasa m.90/5’e de uygundur.

Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü’nün 11.03.2015 gün, 2014/13694 başvuru numaralı kararına göre; “Başvurucu, yargılama sürecinde karşı tarafın sunduğu deliller ve görüşlerden bilgi sahibi olmadığına, kendi delillerini ve iddialarını sunma olanağı bulamadığına, karşı tarafça sunulan delillere ve iddialara etkili bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadığına ya da uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasıyla ilgili iddialarının Derece Mahkemesi tarafından dinlenmediğine ilişkin bir bilgi ya da kanıt sunmadığı gibi, Mahkemenin kararında bariz takdir hatası veya açık keyfilik oluşturan herhangi bir durum tespit edilemediğinden; başvurucu tarafından ileri sürülen iddiaların kanun yolu şikayeti niteliğinde olduğu, başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları incelenmeksizin ‘açıkça dayanaktan yoksun olması’ nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir”.

Anayasa Mahkemesi bu ilke kararında, yerel mahkeme aşamasında değerlendirilmesi gereken delillerle ilgili görüşünü beyan etmiş ve sınırlı inceleme yapacağını, soruşturma ve kovuşturma mercilerinin yetkilerine karışmayacağını, ancak bariz takdir hatası veya açık keyfilik tespit ettiği durumda inceleme yapıp, dürüst yargılanma hakkı ihlal edildiğinden bahisle hak ihlali kararı da vereceği ifade ettiği görülmektedir. Yüksek Mahkemenin bu düşüncesi dikkate alındığında, yukarıda yer verdiğimiz karara konu davada aramanın açık hukuka aykırılığı ve hukuka aykırı delilin varlığı tartışmasızdır. Buna göre Yüksek Mahkeme; Anayasanın ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun açık hükümlerine rağmen, hukuk aykırı delili bariz takdir hatası yaparak ve açıkça keyfi davranarak yargılamada sanık aleyhine kullanan yargı kararında dürüst yargılanma hakkının ihlal edildiğini tespit etmeli idi. Bu tespit yerine, sanığın delilin hukuka aykırılığını gündeme getirmediğinden bahisle, CMK m.206’yı gözardı eden, en önemlisi de bir ceza davasına Özel Hukuk yargılaması yaklaşımı gösteren anlayışın kabulü mümkün değildir.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

-------------------
[1] 16 Temmuz 2015 tarihli ve 29418 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 15.04.2015 tarihli ve 2013/2392 başvuru numaralı kararın 43. paragrafı.
 
[2]Gabriel Jakop başvurusunun 47. paragrafı.
 
[3]Gabrel Jakop başvurusunun karşı oy gerekçesinin 16 ve 17. paragrafları.
 
[4] Danıştay 10. Dairesi tarafından hakkında yürütmenin durdurulması kararı verilen mülga Yönetmeliğin “Rıza ile Arama” başlıklı 9. maddesine göre, Rıza ile arama, hakim kararı veya kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmaksızın, kişinin rızasına dayanılarak yapılan aramadır.
 
Rızasını almak için, kolluk memuru, ilgili kişiye, bağlı bulunduğu birimi bildirir ve kimliğini gösterir; yapılan aramanın konusunu ve aramanın yapılmasına temel oluşturan sebebi açıklar; aramayı kabul etmeme hakkı olduğunu hatırlatır; kişinin rızası alındıktan sonra imzası alınır ve arama işlemine başlanır.
 
Kişinin aramaya rızası bulunmadığını bildirdiği hallerde kolluk gücü, takdirine göre aranacak yerin etrafında gerekli tedbirleri alır ve arama kararı almak üzere gerekli başvuruyu yapar”.