Bence herkesi ama herkesi azıcık da olsa bir yurtdışında yaşatmalı. Hatta biraz muhtaç bir şekilde kalmalı. İşte tam da orda, insanının, hele de aynı dili konuşan insanının kıymetini anlamalı. Yurtdışına gittiğimde işte ben de tam böyleydim. Dilim yetersiz, bursum yok, hepsinden öte kıt kanaat yetecek kadar bir param var. İşte bu anlarda sizin dilinizi konuşan birine olan ihtiyacı anlarsınız. Orada bulduğunuz ilk Türkçe konuşanın kimliği o an hiç de önemli değildir.

Beni havaalanında bir arkadaşım bekleyecek ve alacaktı. Arkadaşım gelmediğinde, havaalanında dönüp kaldığımda, elimde adresim ve telefon edeceğim bozuk param da yoktu. Her yer yabancıydı bana. Sonra merhaba diyebildiğim biri yardıma koştu. Münih havaalanında kara-kirli sakallı birinin bozuk parası ile ilk telefonumda anladım ben insanımın kıymetini. Sonra arkadaşımı beklerken oralarda yetişmiş bir kız bir şey içmek isteyip istemediğimi sormuştu. Kimdi bunlar, ismini bile hatırlamıyorum şimdi onların. Ama onların ilk gurbet dakikalarımda içimde bıraktığı sıcaklıklarını hiç unutmadım.
Sonra Ingolstadt hayatı. Milliyetçi ve muhafazakar duygularla dolu bir ailede yetişmiştim. Beni Üniversiteye götüren ve yardım eden ilk kişi ideolojimin tam tersiydi. Mehmet isminde hem de iyi bir solcu arkadaştı. Zaten hepimizin bir avuç olduğu yerdeydik ve hepimiz de birbirimizle anlaşabiliyorduk.
Sonra PKK’lı olanlarla, kara ses Kaplan’cı olanlarla karşılaştık bu şehirde. Her görüşten insanla konuştuk burda. Ama inanın hepsinden öte hepsinin de yardımını gördüm hepsine de yardım ettim. PKK savunucusu olan kişinin dükkanının her önünden geçişte hocam bir çayımı iç demesi gerçekten içten teklifti.
Sonra orada gurbetçiler adına yapılacak faaliyetlerde yardıma koşan Ali abi... Alevi idi, ama zor zamanlarda hep yanımdaydı. Hatta ev bulamadığım zor bir anımda, karı-koca bize sadece evini kiralamadılar, dostluklarını da açtılar. Hala görüştüğüm ve dostluğunu kalbimde taşıdığım insanlar onlar.
Unutamadığım bir başka hatırayı daha aktarmam gerek.
Adalet Bakanlığı ile bir proje kapsamında Prag’dayız. Otelin karşısında bir bakkal. Bizimle konuştu, devleti kabul etmiyordu ve Türk vatandaşlığını da. Daha ilk karşılaşmamızda hiç unutmayacağım ve içimi de burkan ve yaralayan şu sözleri söylemişti: ‘Ben sadece Türkçe konuşuyorum, Türk vatandaşı değilim, Türk değilim’. Bu sözlerinin hemen sonrasında ikramda bulunmak istemesi de o kadar içtendi ve kalıcıydı hafızamda.
Neden mi yazdım bunları?
Kırmanın zorluğu ve acılarının yanında inanın sevmek daha kolay birbirimizi. Birleşmek daha kolay, ayrılmanın karşısında.
 
Sadi’ye sorarlar, ‘iyi ahlakı nerden öğrendin?’ Der ki, ‘kötülerden’!
Kötü örnekler de vardı gurbette...
Ayrılıkları gördüm. Kopuşları.
Camiler bile ayrıydı... Süleyman Efendinin talebelerinin camisi, Milli Görüş’ün camisi, Diyanetin camisi, Kaplancı’ların camisi ve nihayet Ehl-i tariklerin camisi. Aleviler zaten ayrıydı. Çoğulculuk değil bu inanın. Kimsenin kimsenin camisine, cemevine ya da dergahına gitmediği bir ortam çoğulculuk kabul edilemez. Elbette bu ortam ayrılık ortamı. Safların ayrıldığı ortam, birbirimizle karışamadığımız, bir çayını bile içmeye gidemediğimiz mekanlar çoğulculuğun konağı olamaz.
Aynı dili konuştuğumuz insanlarla nasıl düşman olabiliyoruz? Aynı değerlerle yoğrulmuş insanlar nasıl küsebiliyor birbirine? Sahi, biz bu zorları nasıl başarıyoruz? Zor olanı başarmak bu noktada ne acı.
 
Ayrılıkları teşvik de ediyoruz biz.
Benim Çankırı’da bulunan küçücük köyüm bile ayrılmıştır. Nasıl mı? Tam ortasından bir yol geçer köyümün... Aşağısı ‘Aşağı Oba’, yukarısı ‘Yukarı Oba’. Bunlar sadece bir mahalleye verilen isim değildir. Kavgalar, muhtarlık seçimleri ve hatta güreşler bile ‘Aşağı Oba-Yukarı Oba’ ayrımına göre olur. Hatta arkadaşlıklar bile...
Bölünmeye müsait bu yapının ıslaha ihtiyacı var. Bu ayrılık virüsünün bu millet düşmanının izale edilmesi gerek. Ben ilkokullarda bize okutulan dış güçlerden ve dış düşmanlardan bahsetmiyorum. Benim bahsettiğim iç düşman. Evet evet ta içimizdeki ve içinizdeki düşman...
Kıskançlıklar, hükmetmeler ve kazanma hırslarından oluşan, kardeşini bile alt etmeyi onur sayan duygularımız var ya. İşte onlar bizim düşmanımız. Benim üzüntüme sevinen biri ya da ezilmesine sevindiğim biri benim nasıl kardeşim olabilir? Ya da ben onun kardeşi?
 
Bugün belki de kalplerimizi bir kere daha gözden geçirme zamanı.
Sahi ben ağlarsam sevinir misiniz?
Sahi siz ağlarsanız ben sevinir miyim?
Seviniyorsak biz nasıl bir insanız?
 
Gazete sayfalarında gördüğüm alevi gözyaşının kaç gece uykumu kaçırdığını bilemem. Ya da doğuda çocuğunun cenazesini sırtına saran babanın beni nasıl sarstığını?
 
Ayrılık zamanları fitne zamanlarıdır. Ve Peygamberimiz der ki, ‘bu zamanlarda çıkmayın evinizden’. Sorarlar, ‘ya bizi öldürmeye gelirlerse’? ‘Öldürülseniz bile öldürmeyin’... Gelen kardeşinizse bağrımızı açmak gerek. Belki de şiirdeki gibi...
Kardeşe ve kendi milletine ‘Mukabele-i bilmisil’in olmayacağını, bunun büyük bir zulüm olacağını bilin.
Ben kendi adıma en çok milletin, kardeşlerin kavgasına üzülüyorum. Hangi zafer daha iğrençtir, kardeşini mağlup etmekten ve hangi sevinç daha utanılasıdır sebebi kardeşinin üzüntüsünden geçen? Hangi acı daha büyüktür bir diğerine zulmetmekten?
 
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım.
Ayrılıkları çoğaltmayın. Yeniden sevmeyi, sarmayı öğretin. Belki yeniden bir milleti heceleyin.
Kalbiniz, gönlünüz bir çınar ağacı gibi olsun. Dalları, bütün bir milleti hatta daha ötesini insanlığı kucaklasın.
Velhasıl daha kolayını ve daha insani onanını yapın.
Sevin, kucaklayın, sarın...
Size de bana da yakışanı budur.
 
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Tekin MEMİŞ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)