Hz. İbrahim aleyhisselamın, misafirsiz yemek yememesi meşhur bir hikayedir. Halil İbrahim sofrası deyimi de işte buradan gelir. Yemek için mutlaka misafir beklermiş. Bir gün yine misafir arar çöllerde, bulur ve alır gelir bir adamı. Misafir eder sofrasına. Yemeğe başlarken kendisinin çektiği besmeleye iştirak etmeyince, misafire sorar nedenini. Der ki, ben mecusiyim, yani ateşe tapanlardanım... Hz. İbrahim, kaldırır sofradan. Adam mahzun kalkar gider. Ancak rivayet odur ki Allah, Hz. İbrahim’i ikaz eder: ‘o adam 70 yıldır beni inkar ediyor ama ben onu doyuruyorum. Soframdan bir gün bile kovmadım, sen bir gün bile neden sabredemedin? O kul, senin değil benim misafirimdi’. Hz. İbrahim, kovduğu bu insanı tekrar yalvar yakar getirir sofrasına.

Şehir ve iş hayatının hızlanması ve zorlaşması ile eski hasletlerimizi, özelliklerimizi de kaybeder olduk. Çocukluğumun günlerinde misafir neşe idi sevinç idi evlerde. Kapı çaldığında çocuklar olarak heyecan duyardık kimler geldi diye. Yarışırdık kapıyı açmak için.

-Çoğu evde anlamını kaybetse de- hala evlerimizin bir odası misafir odasıdır. En güzelinden eşyalar, en temizinden çarşaf ve örtüler saklıdır onlar için. Zira misafir, eve bereket getirir ve ev için baş tacıdır. Misafirin gelmediği evler de vardı o zamanlarda. Mahallenin ya da semtin en sevilmeyenine, en arsızına kimseler gitmezdi. Bu insanların –inanın- en büyük cezası misafirsiz kalmaktı. Kapısını çalacak bir dostun kalmaması deyimi, işte tam da bunu anlatır.

Yeni zamanlarda ise misafirsiz evler iyice arttı. Bu, evlerde yaşayanların arsızlığından değil. Misafiri yük gören, bir anlayışa doğru kaymamızdan. Oysa misafir, kaynaşmayı öğretirdi, başkalarını dost görebilmeyi öğretirdi. Yanı başımızdaki ya da uzağımızdakileri de evimizin bir parçası yapardı.

Misafir, dertleşmek için çalar kapımızı, içini dökmek için gelir. Bir bardak çay değildir derdi ya da bir tas çorba! Kalbine eşlik eden kalpler görmektir amaçları misafirlerin.

Kırgızistan’dan bir kaç gün önce döndüm. Oradaki misafirperverliklerine teşekkür ettiğimizde, Kırgız halkının misafirperverliğini şöyle anlattılar. Bir Kırgız, hiç düşünmeden ağıldaki tek ve son koyunu da misafire ikram eder, yedirirmiş. Babamın anlattığı geldi aklıma o an. Başka bir köydeki fakir bir arkadaşına misafir gitmiş. İçeride odada otururken gürültüler duyar içeriden ama bir şey diyemez. Güzel bir yemek konulur önüne, güzelce ağırlanır. Ancak evden ayrılırken görür ki, tokmağını çaldığı kapı yoktur artık evin. Ev sahibi, misafirine güzel bir şeyler ikram edebilmek için kapıyı çıkarıp satmış, kapı yerine de kalın bir kilim asmıştır. Nasıl mahcup olduğumu anlatamam der babam. Aslında binlerce kilometre ötedekilerin birbirine benzer iki hikayesidir bu.

Sevgili öğrencilerim ve dostlarım,

Bilin ki, birileri misafiriniz oluyorsa, halen sizin kapınızı çalınacak bir kapı, sizi ise görülecek bir insan yerine koyduğunun işaretidir. Bir gün kimseler aramazsa sizi, kimseler sormazsa halinizi, yalnızlık diyarına sürgününüz başlamıştır.

Sadece evlerimizi değil gönlümüzü açmaktır misafirperverlik. Sadece eve gelmesi de değildir. Odamıza gelen, yanımıza oturan da misafirinizdir. Size bir selam veren de misafirinizdir. Belki ağılda ona yedireceğiniz bir koyununuz ya da onun için çıkarıp satacağınız bir kapınız olmayabilir. Ya sıcacık bir yüreğinizle sıcacık bir tebessümünüz de mi yok?

Belki bir gün ben dokunacağım kapınızın tokmağına. Belki ‘kim o’ sorusuna ben ‘Tanrı Misafiri’ diyeceğim.

Sofranız Halil İbrahim sofrası olur mu?
Açar mısınız kapınızı?


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Tekin MEMİŞ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)