Ankara’da fakülte yıllarında hep önünden geçtiğim Ulucanlar Cezaevindeydim.

Cezaevinin odalarından ve koridorlarından geçtim. İşkenceden inleyenlerin sesleri çınlıyordu duvarlarda. Ranzalarını ve koğuşlarını gördüm. Hasret türküleri dinledim. Avluda sert ve acı adımlar vardı.
Kalıcı değildim... kalanı değildim, sadece müzeye dönüştürülen bu mekanda ziyaretçiler arasında bir ziyaretçiydim.
Burada kalan insanların suçu sadece o gün hakim düşünceye muhalif olmaktı. Çoğu, başka bir suçtan değil, sadece düşüncelerinden dolayı ordaydı. Devir değiştikçe bazen solcular doldurdu bu koğuşları bazen sağcılar. Düşünmenin bedelini, iktidara tabi olmamanın bedelini, o dar koridorlarda sevdiklerinden ayrılmakla, özgürlüklerinden ayrılmakla bazıları da canından ayrılmakla ödediler.
 
Dedim ya, bu cezaevi, düşünce suçlularını misafir etmiş. Kimleri mi? Akla gelen herkesi. Bülent Ecevit’i, Osman Bölükbaşı’nı, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Ahmet Arif, Osman Yüksel Serdengeçti ve daha nicelerini. 
Cezaevi sakinlerinin eşyaları vardı koğuşta. İskilipli Atıf Hocanın tesbihi, Kuran-ı Kerim’i, Deniz Gezmiş’in Roma Hukuku ders notları, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi ve mahkumların mektuplarını ve mahkumlara gelenleri....
Hepsine dokunasım, hepsine bir nefes veresim geldi bu eşyaların. Ulucanlar’da acılar dondurulmuş, zaman durdurulmuş gibiydi.
 
Mektuplardan birisi şöyleydi:
Sinancığım,
Bu sabah pencereden bakınca ne göreyim? Her taraf bembeyaz değil mi? Demek ki gece kar yağmış. Yozgat’ta da yağmıştır her halde. Şimdi siz sobayı fayrap edip keyif çatıyorsunuzdur. Bana karlı bir masal yazıp gönder. Gözlerinden öperim. Baban’.   
Bir diğeri:
Sevgili Nazifeciğim,
Bu sefer senden ayrılışım pek firaklı oldu. Parmaklıklı kapıdan çıkıp gözden kaybolunca içimden de bir şeyler kopup gider gibi oldu. Dün akşam içeri girince çenemi pencereye dayadım. Gözlerimle istasyonu aradım. Paraşüt kulesinin arkasından kara bir duman görünüyor. Saat yedi. Seni götürecek tren orda.....
 
Merak ediyorum, acaba Sinan, babasına bir kar masalı yazıp göndermiş midir? Ya da babasız babasız Yozgat’ta sobayı fayrap edip keyif çatmış mıdır?
Ya Nazife’yi götüren tren, geri de getirmiş midir?
Ulucanlar Cezaevindeki darağacı, yağmurlarla ağlıyor mudur?
İşkencehanelerde bir içli türkü çınlıyor mudur?
En çok merak ettiğim de... Bu kimseleri içeri atanlar, gelip görselerdi ne düşünürlerdi?
 
Bunları içerde haksız yere yatıranların, orda işkence yapanların ve cellatlarının hesapları ahirete kaldı sanırım.... Ve yine sanırım o kadar büyük ki bu kimselerin bu günahları, büyük mahkemelere bırakıldı hesapları.
 
Devlet denilen bu kurduğumuz ve kurguladığımız, sonra da tapmaya başladığımız aygıt, kaç hayat ve kaç hayal söndürdü acaba? Ve biz ne kadar daha zaman bu aygıtı kutsamaya devam edeceğiz?
Sanmayın ki devlet düşmanıyım. Kendimi bildim bileli, bu devletin bir sırasının, bir masasının üstüne bir çizik bile atmadım, bir zerresine zarar vermedim. Ama hiç bir zaman devleti de kutsamadım.
Sıradan bir insan ve bir hukukçu olarak devletin bana öğrettiklerine de kayıtsız şartsız inanmadım. Hele hele işkencehanelerde yaptıklarına hele hele sadece güçlü oldukları için haklı olduğuna inandırma gayretlerine hiç bir zaman kanmadım. Son derece netim bu konuda: Ne devletin ne başka bir kimsenin hiç bir zulmüne de ortak değilim... ne döktüğü kanlara ne de gözyaşlarına.   
 
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım.
Belki de kırkı devirdiğim içindir... ama bugüne kadarki hatalarım bana yeterken bir de devletin vebalini üstlenemem ve devleti de kutsamam. Bir de nice hatasını gördükten sonra hiç bir zaman devleti de günahsız sayamam hele hele günahına hiç ortak olamam.
Ne olur, siz de kimselerin günahlarına ortak olmayın. Biliyorum böyle yaparsanız, devlet size gülücükler dağıtmayacak, ulufeler de vermeyecek. Bırakın onları taliplilerine.
Ulucanlar Cezaevinde’n çıktığımda o gece..... Hatıralarını kulaklarıma kazıdım ordakilerin, hasretleri ve acılarını zihnime kazıdım. Darağacındakilerin son nefeslerini hissettim. O mektuplarda ağladım. Yazılmayanları, yazılamayanları okumaya çalıştım.
 
Kendi kendime kimsenin, hele hele devletin günahlarına asla iştirak etmeyeceğime söz verdim bir kere daha. Ayrıca gücün ve iktidarın şaklabanı olmayacağıma da. Zira beklediğim bir şey yok ne bir kimseden ne de devletten. 
Nihayet hesaplar ahirete kalsa da... ben o gün mazlumların yanında olmayı diliyorum.
 
Sevgili öğrencilerim...
Ne olur siz de kirlenmeden, kimselerin günahına ortak olmadan ve bulaşmadan hemen yanıbaşımda olun.
 
Adımlarınız biraz şaşar gibi olursa, biraz haksızı da desteklemeye başlarsanız.... O zaman...
Ulucanlar’a gidin, ranzalar arasında dolaşın, soluk resimlere bakın. Hepsi gerçek dünyasına göçmüş bu insanların hayalleriyle konuşun.
Sonra fikrin namusunu ve özgürlüğün bedelini taşıyan havasını soluyun.
Sonra mazlumun yanında olmaya koşun.
Bu dünyada kaybetmek pahasına da olsa....
 

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Tekin MEMİŞ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)