Özet:

Sanığın trafikte seyir halindeyken yoldaki asfaltın çökmesi nedeniyle oluşan tümseğe çarparak dayısına ait aracının hasar gördüğünü beyan edip çağırdığı trafik ekiplerinin kazanın belirtilen noktada, saatte olup olmadığı ve sürücüsü konusunda şüphe duymaları nedeniyle kaza tespit tutanağı düzenlemediği sanığın olaydan üç gün sonra kasko şirketine aynı beyanı içerir dilekçeyle başvurarak araçtaki hasarın ödenmesini talep ettiğinde, sigorta şirketi eksperinin aracı inceleyip sanığın beyanı ile hasarın uygunluk arz ettiğini belirterek hasar bedelini hesaplaması üzerine tespit edilen bedel dikkate alınarak 1.099 Lira ödeme yapılan olayda; kazanın oluşumu konusunda şüpheli hususlar olması nedeniyle kolluk görevlileri tarafından kaza tespit tutanağı düzenlenmemesinin tek başına sanığın beyanının gerçeğe aykırı olduğu anlamına gelmeyeceği, sigorta şirketi eksperinin raporuna göre sanığın beyanı ile araçtaki hasarın uygunluk arz ettiği, 18.04.2008 tarihli tutanakta yolda sanığın iddia ettiği gibi bir çökme bulunduğunun belirtildiği hususları birlikte değerlendirildiğinde; sanığın atılı dolandırıcılık suçunu işlediği hususunun şüphe boyutunda kaldığı anlaşılmaktadır.

Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; "suçsuzluk" ya da "masumiyet karinesi" olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; "in dubio pro reo" olarak ifade edilen "şüpheden sanık yararlanır" ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından gözönünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikle ispat edilebilmesidir. Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkûmiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp diğer kısmı gözardı edilerek ulaşılan kanaate değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı ve hiçbir şüphe veya başka türlü oluşa imkân vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir.


T.C.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu 
Esas No:2014/792
Karar No:2015/42 

Ceza Genel Kurulu  2014/792 E.  ,  2015/42 K.

TÜRK CEZA KANUNU (TCK) (5237) Madde 157
TÜRK CEZA KANUNU (TCK) (5237) Madde 158
TÜRK CEZA KANUNU (TCK) (5237) Madde 62
TÜRK CEZA KANUNU (TCK) (5237) Madde 52
TÜRK CEZA KANUNU (TCK) (5237) Madde 53
TÜRK CEZA KANUNU (MÜLGA) (765) Madde 503
TÜRK CEZA KANUNU (MÜLGA) (765) Madde 504
TÜRK TİCARET KANUNU (6102) Madde 1401

"İçtihat Metni"

Nitelikli dolandırıcılık suçundan sanık M.. Ş..'in 5237 sayılı TCK'nun 158/1-k, 62/1, 52, 52/4 ve 53. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis ve 2.000 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluğuna ilişkin, Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 12.01.2010 gün ve 507-7 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 15. Ceza Dairesince 13.05.2014 gün ve 17093-9421 sayı ile onanmasına karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 05.11.2014 gün ve 351690 sayı ile; 

"...Dolandırıldığı iddia olunan sigorta şirketine karşı herhangi bir hileli hareket söz konusu değildir. Sigorta eksperini kandıracak, onun inceleme imkanını ortadan kaldıracak nitelikte ağır, yoğun ve ustaca sergilenmiş hileli bir hareket bulunmamaktadır. Nitekim sigorta şirketi sanık hakkında herhangi bir şikayette bulunmamış, davaya müdahil de olmamıştır. Sanık 18.04.2008 tarihinde trafik ekibini olay yerine çağırdığında gelen polislerin şahsın beyanına istinaden trafik kazası tespit tutanağını düzenlemeleri ancak şüpheli gördükleri durumları da tutanakta belirtmeleri, şüpheli görülen bu hususların, hasarın karşılanması için sigorta şirketine başvurulduğunda ilgili sigorta şirketi ve eksper tarafından değerlendirilmesi daha uygun olacakken böyle bir yol tercih edilmemiştir. Ayrıca trafik ekibi tarafından düzenlenen 18.04.2008 tarihli tutanakta, yolda sanığın iddia ettiği gibi çökme olduğu da belirtilmektedir, yine motor sıcaklığının el yakmayacak düzeyde olması, aracın altından herhangi bir sıvının damlamaması gibi hususlar aracın alt kısmında herhangi bir maddi hasar olmadığını göstermemektedir. Bu hususların uzman kişilerce değerlendirilmesi en uygunudur. 

Açıklanan nedenler çerçevesinde, sanığın sigorta şirketine karşı herhangi bir hileli hareketi bulunmadığı, somut olayda 'sigorta bedelini almak amacıyla dolandırıcılık' suçunun unsurlarının oluşmadığı" düşüncesiyle itiraz kanun yoluna başvurarak Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

CMK'nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 15. Ceza Dairesince 10.11.2014 gün ve 20349-18421 sayı ile, itiraz nedeninin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın üzerine atılı sigorta bedelini almak maksadıyla dolandırıcılık suçunun sabit olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir. 

İncelenen dosya kapsamından;

18.04.2008 günü saat 22.17'de sanığın 155 polis imdat hattını arayarak seyir halindeyken asfaltın çökmesiyle oluşan tümseğe çarpması sonucu aracının zarar gördüğünü beyan edip görevlileri olay yerine çağırdığı, 8 dakika sonra olay mahalline gelen polis memurları tarafından; “yolun sağ şerit kısmında asfaltın kısmen çökmüş olduğu ve aracın da yolun bu kısmında bulunduğu, aracın motor ve tekerlek kısımlarının alt zemine çarptığının söylenmesi üzerine zeminde yapılan incelemede; ayak darbeleriyle bile zeminin hasar gördüğü, buna rağmen araç darbesine rastlanmadığı, aracın motorunun el yakmayacak ölçüde soğuk olduğu, hasar görüldüğü iddia edilen motordan yağ ve benzeri bir sıvının sızmadığı, bu nedenle kazanın belirtilen noktada, saatte ve sürücüsü konusunda şüphe olması nedeniyle kaza tespit tutanağı düzenlemediği” şeklinde tutanak tanzim edilmesi üzerine, sanığın bu kez polis merkezine giderek raporun burada düzenlenmesini istediği, durumun aktarıldığı nöbetçi Cumhuriyet savcısınca sanık hakkında suç uydurmadan soruşturma başlatılarak şüpheli sıfatıyla ifadesinin alınması talimatının verildiği, 3 gün sonra sanığın kazaya konu olan dayısına ait, 21.000-22.000 Lira değerindeki 2006 model Citroen C4 markalı ve 20.03.2008 ile 20.03.2009 tarihleri arasında sigortalanan aracın kasko şirketine dayısından aldığı vekalet üzerine başvurup, aracın alt kısmını yoldaki asfaltın çökmesinden dolayı oluşan tümseğe vurduğunu, sigorta işlemlerini bilmediğinden ve aracın gözle görülür bir hasarı olmadığından rapor hazırlatamadığını belirterek hasarının ödenmesini istediği, kasko şirketi eksperinin aracı inceleyerek “karter alt muhafaza, yakıt depo alt muhafaza, ön sağ çamurluk davlumbazı, ön panel bakalitinin zarar gördüğü, hasarın yeni bir hasar olduğu ve beyan ile uygunluk arz ettiğinin gözlendiği" şeklindeki raporu üzerine sanığa 20.05.2008 tarihinde hasar bedeli olarak 1.099 Lira ödeme yapıldığı, anılan ödemenin savcılık tarafından şirkete yazılan müzekkereyle tespit edilerek sanık hakkında dolandırıcılık suçundan kamu davası açıldığı, kasko şirketinin haberdar edilmesine rağmen duruşmalara katılmadığı ve davaya müdahil olmadığı, sanığın sürücü belgesinin bulunduğu ve olay esnasında alkollü olmadığı, şirket tarafından yapılan ödemenin geri ödenmediğinin tespit edildiği anlaşılmaktadır. 

Tanık M..Ü..; olay yerine gidip olay mahallini ve aracı inceleyince belirtilen yer ve saatte trafik kazası olmadığı ve sürücü konusunda şüpheye düştükleri için kaza raporu tutmadıklarını beyan etmiş,

Sanık M.. Ş.. kollukta; dayısı adına kayıtlı araçla seyir halinde iken aracın alt kısmını yolda asfalt çökmesiyle oluşan tümseğe çarptığını, aracı durdurup polisi aradığını, bir müddet sonra gelen trafik ekiplerinin kendisine kazanın burada olmadığını söyleyerek tutanak tutmadan ayrılmaları üzerine aracı çalıştırdığını, aracın motorundan garip sesler gelmeye başlaması üzerine rapor tutulması için tekrar polis imdat hattını aradığında kendisine polis merkezine gitmesi gerektiğini söylediklerini, karakola giderek durumu anlattığını, ancak orada da rapor tutulmadığını, kullanmış olduğu dayısına ait aracın sigortalı olması nedeniyle hasarın sigortadan karşılanması için rapor düzenlenmesini istediğini belirtmiş,
Mahkemede; Şanlıurfa'dan geldiğini, motorun üst kısmında plastik kaplama olduğu için sıcaklığı hissetmediğini, motorun soğuk olmasının imkânsız olduğunu, çarptığını söylediği görevlilerin kendisine "yalancısın, bu kazayı sen yapmadın" dediklerini, sonrasında polis merkezine giderek, tutanağın burada tutulmasını istediğini, kesinlikle kazayı orada yaptığını ve aracının hasarını beyan üzerine yaptırdığını savunmuştur. 

Dolandırıcılık suçunun temel şekli 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde; “Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir” şeklinde düzenlenmiş, 158. maddesinde ise suçun nitelikli halleri sayılmıştır.
Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nun 503. maddesinde; "bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapma" olmasına karşın, 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde; "hileli davranışlarla bir kimseyi aldatma" şeklinde ifade edilerek, 765 sayılı Kanunda yer alan "desise" kavramına 5237 sayılı Kanunda yer verilmemiş ve hileye desiseyi de kapsayacak şekilde geniş bir anlam yüklenmiştir. 

Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;

1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,

2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması, 

3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,

Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. 

Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.

Görüldüğü gibi dolandırıcılık suçunu malvarlığına karşı işlenen diğer suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece malvarlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de, aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlâl edildiği vurgulanmıştır.

5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş olması karşısında, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.

Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.

Hile, Türk Dili Kurumu Sözlüğünde; “birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika” şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; “Hile nitelikli yalandır. Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez” biçiminde tanımlanmıştır.

Öğretide de hile ile ilgili olarak; “Olaylara ilişkin yalan açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte olması ve bu bakımdan gerektiğinde birtakım dış hareketler ekleyerek veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir” (Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler 2004, s.453); “Hile, oyun, aldatma, düzen demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir” (Nur Centel - Hamide Zafer - Özlem Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, Beta Yayınevi, İstanbul 2011, 2. Bası, Cilt I. s.456) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.

Yerleşik yasal uygulamalar ve öğretideki genel kabul gören görüşlere göre ortaya konulan ilkeler göz önünde bulundurulduğunda hile; maddi olmayan yollarla karşısındakini aldatan, hataya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail elinde bulunmayan imkânlara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı belirli birtakım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki işlemlerde veya sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana birtakım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir. 

Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi bakımından öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: “Hangi hareketin aldatmaya elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı değildir” (Veli Özer Özbek-M.Nihat Kanbur-Koray Doğan-Pınar Bacaksız-İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2012, 4. Bası s.690); “Hileli davranışın anlamı birtakım sahte, suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve saklanmasıdır” (Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Yetkin Yayınevi, 9. Bası, Ankara 2012 s.421); “Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir; ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre değerlendirilmelidir” (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, Beta Yayınevi, İstanbul 2011, 2. Bası, Cilt I. s.462). 

Esasen, hangi davranışların hileli olduğu ya da olmadığı veya bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği yolunda genel bir kural koymak oldukça zor olmakla birlikte, somut olayın özelliklerine göre bir değerlendirme yapılmalı, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.

Uyuşmazlık konusunu ilgilendiren "sigorta bedelini almak maksadıyla dolandırıcılık" suçu da TCK'nun 158. maddesinin birinci fıkrasının (k) bendinde;

"Sigorta bedelini almak maksadıyla, işlenmesi hâlinde, iki yıldan yedi yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur" şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Maddenin bu bölümüne ilişkin gerekçesinde; "Failin sigorta edilen veya sigorta bedelini alacak kimse olması şart değildir. Keza sigorta edilen riskin türü de önemli değildir" açıklamalarına yer verilmiştir.

Dolandırıcılık suçunun bu nitelikli hali, hukuk sistemimize ilk defa 5237 sayılı TCK ile dahil olmamış, 765 sayılı TCK'nun 504/2. maddesinde de dolandırıcılığın sigorta bedelini almak maksadıyla işlenmesi nitelikli hal olarak kabul edilmiştir.

Görüldüğü üzere gerek 765 sayılı Kanun, gerekse 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu bakımından kanun koyucu, sigorta şirketlerinin gelişmesi ve haksız yere zarara uğramalarını önlemek için sigorta bedelini almak maksadıyla gerçekleştirilen birtakım hileli davranışları nitelikli dolandırıcılık olarak düzenlemiş ve daha ağır bir yaptırıma tâbi tutmuştur.
6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 1401. maddesinde; “Sigorta sözleşmesi, sigortacının bir prim karşılığında, kişinin para ile ölçülebilir bir menfaatini zarara uğratan tehlikenin, rizikonun meydana gelmesi halinde bunu tazmin etmeyi ya da bir veya birkaç kişinin hayat süreleri sebebiyle ya da hayatlarında gerçekleşen bazı olaylar dolayısıyla bir para ödemeyi veya diğer edimlerde bulunmayı yükümlendiği sözleşmedir" biçiminde sigorta sözleşmesinin tanımı yapılmıştır. Kanun koyucu hangi tür sigorta olursa olsun ayrım gözetmeden sigorta yapma yetkisini haiz bir sigorta şirketinden hakkı olmayan bir sigorta bedelinin kısmen veya tamamen alınmış olmasını nitelikli hal saymıştır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Sanığın trafikte seyir halindeyken yoldaki asfaltın çökmesi nedeniyle oluşan tümseğe çarparak dayısına ait aracının hasar gördüğünü beyan edip çağırdığı trafik ekiplerinin kazanın belirtilen noktada, saatte olup olmadığı ve sürücüsü konusunda şüphe duymaları nedeniyle kaza tespit tutanağı düzenlemediği sanığın olaydan üç gün sonra kasko şirketine aynı beyanı içerir dilekçeyle başvurarak araçtaki hasarın ödenmesini talep ettiğinde, sigorta şirketi eksperinin aracı inceleyip sanığın beyanı ile hasarın uygunluk arz ettiğini belirterek hasar bedelini hesaplaması üzerine tespit edilen bedel dikkate alınarak 1.099 Lira ödeme yapılan olayda; kazanın oluşumu konusunda şüpheli hususlar olması nedeniyle kolluk görevlileri tarafından kaza tespit tutanağı düzenlenmemesinin tek başına sanığın beyanının gerçeğe aykırı olduğu anlamına gelmeyeceği, sigorta şirketi eksperinin raporuna göre sanığın beyanı ile araçtaki hasarın uygunluk arz ettiği, 18.04.2008 tarihli tutanakta yolda sanığın iddia ettiği gibi bir çökme bulunduğunun belirtildiği hususları birlikte değerlendirildiğinde; sanığın atılı dolandırıcılık suçunu işlediği hususunun şüphe boyutunda kaldığı anlaşılmaktadır.

Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; "suçsuzluk" ya da "masumiyet karinesi" olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; "in dubio pro reo" olarak ifade edilen "şüpheden sanık yararlanır" ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından gözönünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikle ispat edilebilmesidir. Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkûmiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp diğer kısmı gözardı edilerek ulaşılan kanaate değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı ve hiçbir şüphe veya başka türlü oluşa imkân vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün müsnet suçu işlediği hususunda her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil bulunmayan sanığın beraatı yerine mahkumiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına, bozma nedeni gözönüne alınarak infaza başlanılmış olması halinde sanığın cezasının infazının durdurulmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan dört Genel Kurul Üyesi; İtirazın reddi gerektiği düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle; 
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE, 
2-Yargıtay 15. Ceza Dairesinin 13.05.2014 gün ve 17093-9421 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA, 
3- Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 12.01.2010 gün ve 507-7 sayılı hükmünün sanığın atılı suçu işlediği hususunda her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil bulunmadığı gözetilmeden beraatı yerine mahkumiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
4-Bozma nedenine göre infaza başlanılmış olması halinde sanığın cezasının İNFAZININ DURDURULMASINA,
5- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 10.03.2015 tarihinde yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.



hukukmedeniyeti.org