T.C
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
ESAS NO..2010/9-196
KARAR NO..2010/228
KARAR TARİHİ..23.11.2010

>Taksirle neden olunan fiil, kişinin ailevi ve kişisel durumundan dolayı cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacak nitelikteyse ceza verilmez, şahsi cezasızlık sebebi devreye gireceği.




“… Sanık S. D.’nun, taksirle ölüme neden olmak suçundan, 765 sayılı TCY’nın 455/1, 59 ve 2918 sayılı Yasanın 118. maddeleri uyarınca, 2 yıl 6 ay hapis, 407 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına ve sürücü belgesinin 1 yıl süreyle geçici olarak geri alınmasına ilişkin, Bolu 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 10.05.2006 gün ve 441-197 sayılı hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesince 23.10.2008 gün ve 10716-11410 sayı ile;

“… Taksirli hareket sonucu meydana gelen olayda eşinin ölmüş olması nedeniyle sanığın kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olduğu, bu nedenle de 5237 sayılı TCK’nun 22/6. maddesinin uygulanması gerektiği gözetilmeden yasal ve yerinde olmayan gerekçelerle anılan maddenin uygulanmasına yer olmadığına karar verilmesi…” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Bolu 2. Asliye Ceza Mahkemesince 17.06.2009 gün ve 56-361 sayı ile;

“… 5237 sayılı TCK’nun 22/6. maddesinde açıkça vurgulandığı üzere taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açacaksa ceza verilmez.

Burada söz konusu olan netice yani ‘eşin ölümü’ tek başına 5237 sayılı TCK’nun 22/6. maddesinin uygulanması için gerek ve yeter koşul değildir.

Anılan madde gereğince ceza verilmemesi için sanığa ceza verildiği takdirde, cezanın infazından dolayı kişisel olarak mağdur olacaksa ya da aile sorumluluklarını yerine getirememeden dolayı kendisinden başka ailesinin de mağdur olacağının gerçekleşmesi gerekir.

Örneğin, kazada sanık da ağır şekilde yaralanmış veya uzuvlarından birini kaybetmiş olabilir veya kazadan sağ kurtulmasına rağmen felç olmuş olabilir. Artık bu durumda verilecek ceza eşini kaybetmenin yanında, cezanın infazı telafi edilemeyecek zarara yol açabilir. Yine sanığın taksirli fiili dışında kişi ya da unsurların kazanın oluşumunda kusuru da bulunabilir. Ancak bu ve benzeri durumlarda olaysal olarak yapılacak değerlendirme sonucu 5237 sayılı TCK’nun 22/6. maddesinde belirtilen unsurun gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Oysa dosya içinde mevcut sanığın tıbbi raporundan anlaşıldığı üzere kaza nedeniyle yaralanmamıştır. Yine hükme esas alınan kusur raporlarından anlaşılacağı üzere sanıktan başka kazanın oluşumuna etken kusuru bulunan başka kimse de yoktur.

Ailevi yönden mağduriyetten söz edebilmek için, ceza verildiği takdirde cezanın infazının sanıktan başka ailesi için de bir ceza niteliğini alacaksa bu durumda ceza verilmeyebilir. Örneğin, sanığa ceza verildiği takdirde yaşı küçük, sanığın bakımına muhtaç çocuğunun bulunması, yine sırf sanığın bakım ve gözetimi altında bulunan ve sanığın cezasını çekmesi halinde desteğini kaybedecek yaşlı anne ve babasının bulunması gibi durumlar söz konusu olabilir. Bu gibi durumlarda da ceza sanıktan çok sanığın bakım ve gözetimine muhtaç kişilere verilmiş olacağından 5237 sayılı TCK’nun 22/6. maddesi gereğince cezaverilmemesi gerekir. Dosya içinde mevcut nüfus kayıt tablosundan anlaşılacağı üzere sanıkla ölen eşinin çocukları yoktur.

Sonuç olarak 5237 sayılı TCK’nun 22/6. maddesinin uygulanma koşullarının bulunmadığına dair mahkememizin gerekçesi yasal ve yeterli olduğundan yapılan yargılama sonunda mahkememizce Yargıtay 9. CD. nin 23.10.2008 tarih ve 2007/10716 esas, 2008/11410 karar sayılı bozma ilamına uyulmamasına karar verilmiştir” şeklindeki gerekçeyle önceki hükümde direnilmesine, sanığın taksirle öldürme suçundan, “…daha lehe olan 765 sayılı TCY’nın 455/1 ve 59. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis ve 407 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına, sanık tam kusurlu olduğundan 455. maddesinin son fıkrasının uygulanmasına yer olmadığına, 647 sayılı Yasanın 4. ve 6. maddelerinin uygulanmasına yer olmadığına, sürücü belgesinin geçici olarak geri alınmasına, araç üzerindeki tedbirin kaldırılmasına…” karar verilmiştir.

Bu hükmün de sanık Serkan müdafii ile sanık lehine olmak üzere yerel Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının “bozma” istekli 15.09.2010 gün ve 202828 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

Sanık S. D.’nun, 07.03.2005 tarihinde kendi kullandığı otomobille tek taraflı olarak kaza yapmak suretiyle, tam kusurlu olarak eşi Selda’nın ölümüne neden olmaktan ibaret eyleminin 765 sayılı TCY’nın455/1, 5237 sayılı TCY’nın ise 85/1. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gereken “taksirle bir kişinin ölümüne neden olma” suçunu oluşturduğunda ve sair hususlarda herhangi bir ihtilaf yaşanmayan olayda;

Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, 5237 sayılı TCY’nın 22. maddesinin 6. fıkrasındaki koşulların oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosyada: 07.03.2005 tarihinde düzenlenen trafik kazası tespit tutanağından; olayın, sürücü S. D.’nun özel otomobili ile TEM Otoyolunda Bolu-Ankara istikametine gitmekte iken, havanın yağışlı ve yerlerin ıslak olması nedeniyle direksiyon hakimiyetini kaybetmesi sonucu, önce sağdaki korkulukların bittiği noktaya, sonra da toprak zeminde dikili bulunan bilgi işaret levhasına çarparak su kanalı içerisine tekerlekleri üzerinde girip toprak zemine vurması şeklinde gerçekleştiği, bu kazanın oluşumunda, “aracın hızını, yük ve teknik özellikleriyle, yol, hava ve trafik durumunun gerektirdiği şartlara uydurmayan ve bu suretle 2918 sayılı Yasanın 52/1-B maddesini ihlal eden” araç sürücüsünün tamamen kusurlu olduğu kanaatine varıldığı anlaşılmaktadır. Olay sırasında araçta yolcu olarak bulunan ve sürücünün eşi olan 23 yaşındaki Sl. D. ölmüştür. Tutanağa göre, olay yerinde yol şerit çizgisi, ağır taşıtların sağdan gitmesi gerektiğini gösteren trafik bilgi levhası bulunmaktadır, yol tek yönlü olup asfalttır, havanın yağışlı, yol zemininin ise ıslak olduğu belirtilmektedir, yol düzdür fakat dik eğimlidir, kavşak ve geçit yoktur, kaza yoldan çıkma ve sabit cisme çarpma şeklinde gerçekleşmiştir, hava alacakaranlıktır. Yol genişliğinin 14 metre olduğu görülmektedir, araç arıza şeridinin de sağında bulunan korkuluklara, korkulukların bittiği noktada çarptıktan sonra sağa doğru ilerlemeye devam etmiş, 28 metre sonra yol bilgi levhasına çarpmış, yolun yanında bulunan ve 8 metre genişliğinde olduğu saptanan bu alanı da katettikten sonra, yol bilgi levhasına çarptığı noktadan yaklaşık 20 metre sonra su kanalı içerisine girmiştir. Aracın devrilmediği, takla atmadığı görülmektedir. Rapora göre, sanık alkolsüzdür.

Ölü muayene ve otopsi tutanağına göre; 07.03.2005 tarihinde saat 19.45 sıralarında Çaydurt Mevkii’nde meydana gelen tek taraflı trafik kazasında, otomobilde yolcu olarak bulunan 1982 doğumlu Sl. D. ölmüştür. Ölenin kafasında sağ zigomatik kemikte parçalı kırık, çene kemiği mandibulada parçalık kırık, sağ yanakta iki dudak arasında kesi, çene altında kesi tespit edilmiştir. Buna göre ölüm, kafa travması sonucu beyin kanamasına bağlı solunum ve dolaşım yetmezliğinden kaynaklanmıştır.

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinin 03.02.2006 gün ve 571 sayılı raporunda; “Sanık S. D.’nun, sevk ve idaresindeki otomobili ile seyri sırasında dikkatsiz ve özensiz davranarak yola gereken dikkatini vermediği, seyrini hava, yol ve mahal şartlara göre ayarlamadığı, ıslak zeminde direksiyon hakimiyetine özen göstermeyip sevk ve idare hatası sonucu direksiyon hakimiyetini kaybederek yol açtığı olayda, 765 sayılı Yasa uyarınca 8/8 oranında, 5237 sayılı Yasa uyarınca da kusurlu olduğu” kanaati bildirilmiştir.

Ölen, 08.07.1982 doğumlu olup sanıkla olaydan yaklaşık 6 ay önce, 21.09.2004 tarihinde evlenmiştir. Sanık ise 21.10.1977 doğumlu olup sabıkasızdır. 21.12.1999 tarihinden itibaren B sınıfı sürücü belgesi sahibidir. Sanık ile ölenin çocukları bulunmamaktadır.

Dosyaya katılan tarafından sunulan evraktan; sanığın başka bir araçla 03.08.2004 tarihinde de Karabük-Yenice istikametinde tünele hızlı girmesi sonucunda aracın hakimiyetini kaybetmek suretiyle maddi hasarlıtrafik kazası yaptığı saptanmıştır.

Ölenin, baba, anne ve kardeşi olan Kemal, Hanife ve S. E. 27.06.2005 tarihinde kamu davasına katılmışlardır.

Dosyadaki faturalardan; sanığın kullandığı 34 VK 6701 plakalı otomobile 10.01.2005 tarihinde Düzce’de bulunan Kervan Otomotiv tarafından bakım yapıldığı, bu bakımda, amortisörün, fren disklerinin, balataların elden geçirildiği, yağ, hava, polen ve benzin filtrelerinin değiştirildiği, ayrıca aracın 40 noktasında son kontrolün yapıldığı, bakımın orijinal opel parçalarıyla gerçekleştirildiği, bu parçaların her birinin iki yıl garantili olduğu; olay günü olan 07.03.2005 tarihli bakımda ise; balans kontrolü yapıldığı, arka fren balatalarının, fren disklerinin, ön fren diskinin, ön fren balatasının bakımının gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.

Sanık S. D., kolluktaki 07.03.2005 tarihli savunmasında; “Bugün çalışmakta olduğum şirkete ait 34 VK 6701 plakalı araca Düzce İlinde bakım yaptırdım, yanımda eşim Selda ile Karabük İline gidiyordum, ancak Düzce’de araca bakım yaptırdığım servisten çıkarken lastiklerin iyi olmadığından dolayı rotların tutmadığı bakımı yapan kişiler tarafından bana söylenmişti. Bolu ili sınırlarında TEM otoyolunda Ankara istikametine seyir halinde iken yolda bir su birikintisine girdim, daha sonra direksiyon hakimiyetini kaybederek aracın zikzaklar çizerek ters istikamette döndüğünü fark ettim, daha sonrasını hatırlamıyorum. Benim ve eşimin emniyet kemerleri takılıydı. Kazaya yoldaki su birikintisi neden oldu, hızım 100-110 km civarındaydı. Kazada başka bir kişinin kusuru yoktur, kimseden şikayetçi değilim” demiş, mahkemeye hitaben 05.05.2005 tarihinde talimatla yaptığı savunmada; “Düzce’den, Karabük istikametine doğru gidiyorduk, arabayı ben kullanıyordum, eşimin üniversitede işi olduğu için Bolu’ya girdik, işimizi hallettik, yemek yedik, sonra tekrar yola çıktık, Çaydurt girişinden otobana girdim, hava yağışlıydı, hızım 100 km civarındaydı, bu 2005 model opel astra bir araba için otobanda normaldir, yol üzerinde bulunan bir su birikintisine girdim, arabanın kontrolünü kaybettim, kaza meydana geldi, kazanın olduğu yerde su birikintisini gösteren herhangi bir uyarıcı levha, trafik işareti vb. hiçbir şey yoktur. Su birikintisini bir anda görüp tedbir alamadığım için kaza meydana geldi, kazadan önce arabanın rutin bakım kontrollerini 05.03.2005 tarihinde Düzce’de serviste yaptırmıştım, bakım tamamlanmadığı için 07.03.2005 tarihinde yeniden servise giderek bakımını yaptırmıştım, eksiksiz olarak bakımı yapıldıktan sonra araç tarafıma teslim edildi, hatta bakımdan sonra test sürüşü de yapılmıştı, ben olayı trafik ekibine aynen anlattığım halde onlar sanki hızın etkisi ile su birikintisinin sebep olduğu şeklinde anlamışlar, oysa ben su birikintisi kazaya sebep oldu demiştim, benim zaten dünyam yıkılmıştı, sonradan olay yerine gelmiş olan ve kaza mahallinde durup yeri sıcağı sıcağına görmüş olan aile fertlerim dışında A. Ü., P. H. da kaza yerini ve su birikintisini görmüşlerdir, bu tanıkların da dinlenmelerini talep ederim, ayrıca keşif yapılarak bilirkişi tarafından tekrar kusur oranı hesaplanmasını istiyorum, kolluk ifadesinde bahsettiğim ‘servisten çıkarken lastiklerin iyi olmadığını, rotların tutmadığını söylemeleri olayı’ 05.03.2005 tarihinde aracın ilk bakımı yapıldığı sırada söylenmiştir, 07.03.2005 tarihinde yapılan bakımda bu eksikler giderildi ve araç kusursuz olarak tarafıma teslim edildi. Ayrıca su birikintisini göstermediği için kaza tespit tutanağını kabul etmiyorum” şeklinde anlatımda bulunmuş, duruşmada 10.06.2006 tarihinde yaptığı savunmada ise; “Ben eşim ile severek ve çok çabuk şekilde evlendim. Hatta ailelerimizin dahi tam olarak onayını almadan evlendik. Eşimi kaybetmek benim için en büyük ceza oldu. Bu yüzden ilaç tedavisi görüyorum. Hatta evimi değiştirip Karabük’e taşındım. Ortak arkadaşlarımla görüşmeyi terk ettim. Olay günü eşim araca bindiğinde emniyet kemerini takmıştı. Daha sonra uyuyacağını söyledi. Bu nedenle kemerini çıkarmış olabilir. Hava yağışlı idi. Araç ile sağ şeritte ilerliyordum. Kullanmış olduğum aracın modeline ve yapısına göre hızım çok fazla değildi. En son bir su birikintisine girdiğimi hatırlıyorum. Kazada eşimi kaybederek en büyük cezayı çektiğimi düşünüyorum. Hayattan bu nedenle daha fazla bir beklentim kalmadı. İlaç firmasında çalışmaktayım. 14 yıldır işim gereği günde 12-13 saat araçta seyahat halindeyim, tecrübeli ve iyi araç kullanan biri olduğumu düşünüyorum” demiştir. Daha sonra da katılanların beyanları üzerine; bozuk araçla yola çıkmadığını, ilaç firmasında işe başlamadan önce testten geçirildiğini, ileri sürüş eğitimi aldığını, evlenmeden önce Yenice-Karabük yolunda kaza yaptığının doğru olduğunu fakat bunun hızdan değil, tünel girişinde aracı heyelan sonucu yola yayılan mucura kaptırmasından kaynaklandığını, bu bölgenin çok sık kaza yapılan bir bölge olduğunu, söylemiştir.

Ölenin, babası, annesi ve kardeşi oldukları anlaşılan katılanlar K. E., H. E. ve S. E. duruşmada; kızlarını arızalı arabaya bindirerek ölümüne sebep olan sanıktan şikayetçi olduklarını, sanığın aynı şirkete ait başka araçlarla da kaza yaptığını, sanığın çok hızlı araba kullandığını belirtmişlerdir. Ayrıca katılan Kemal; “Ben öğretmenim, sanık da benim öğrencimdi, kızımla evlenmek istediğinde agresif birisi olduğu için evlenmesine onay vermedim. Ancak kızım ısrarla istediği için kabul etmek zorunda kaldım. Evlendirdim, her türlü ihtiyaçlarını karşıladım ve sanığın yapmış olduğu kazaları bildiğim için kendisine ‘bu senin başını yer’ diye de ikazda bulundum. Evlendikten sonra agresif tavırları devam etti, kızımı göndermemeye başladı. Beni kayınpeder olarak görmedi. Bir kez dahi davet etmedi. Telefonla dahi kızımı bizimle görüştürmedi. Şikayetçiyim” katılan Hanife ise yine duruşmadaki başka bir beyanında; “Kızımla sanık evlenmek istediğinde içime bir ateş düştü. Çünkü Yenice İlçesinde kime sorsanız, 8 yaşındaki bir çocuğa dahi sorsanız, sanığın çok hızlı araba kullandığını söylerler. Ben kızımın evlenmesine karşı çıkmama rağmen, evlendikten sonra ‘bu senin başını yer’ diye söyledim. Evlendikten sonra sanık bir kez dahi bizi evine çağırmadı. Benim kızım eceli ile ölmedi, kazadan öldü, kaza sanığın hızlı araba kullanmasından ve bozuk araba ile kızımı Bolu’ya ve Düzce’ye götürmesinden oldu. Şikayetçiyim” şeklinde beyanda bulunmuşlardır.

Tanık P. H., talimatla saptanan 23.09.2005 tarihli beyanında; “Ben olayın oluşumunu görmedim, olaydan sonra haber geldi, A. Ü.’la birlikte Bolu Devlet Hastanesine gittik, daha sonra sanık Serkan’ı da alıp kaybolan eşyalara bakmak için olay yerine gittiğimizde, sağ şeritte fazla miktarda su birikintisi olduğunu gördük, yağmur da çiseliyordu”

Tanık A. Ü., talimatla saptanan beyanında; “Olaydan sonra Pekcan ile birlikte hastaneye gittik, daha sonra jandarma karakolunda Serkan’ın ifadesi alındı, Serkan’a başka bir şikayetin var mı diye sorduklarında, Serkan ‘var tabi, karayollarından şikayetçiyim, yolda su birikintisi vardı, o yüzden arabanın hakimiyetini kaybettim ve kaza oldu’ diye beyanda bulunduğunu duydum, sanıyorum jandarma da bunları zapta geçmişti, buradan çıktıktan sonra Pekcan’la birlikte Serkan’ın yakınları bize olay yerine gidip bir bakın kaybolan eşyalar var oraları kontrol edin dedi, zaten olay yeri yolumuzun üzerindeydi, olay yerine baktığımızda Karabük istikametine göre sağ şeritte fazla miktarda su birikintisi olduğunu gördük, çok yağmur falan da yağmıyordu, sadece çiseliyordu” şeklinde anlatımlarda bulunmuşlardır.

Buna göre; somut olayda çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın “5237 sayılı TCY’nın 22. maddesinin 6. fıkrası” ile ilgili olması nedeniyle, öncelikle bu fıkrada düzenlenen “şahsi cezasızlık sebebinin” incelenmesi ve bu müesseseye ilişkin koşulların belirlenmesi gerekmektedir.

5237 sayılı Yasanın 22. maddesinin 6. fıkrasında; “Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.” hükmüne yer verilmiştir.

Aynı fıkranın gerekçesinde de uygulanma koşulları; “… Örneğin ülkemizde özellikle kırsal bölgelerde rastlandığı üzere, taksirli suçlarda failin meydana gelen netice itibarıyla bizzat kendisinin ve aile bireylerinin ağır derecede mağduriyete uğradıkları görülmektedir. Söz gelimi, köylü kadınların gündelik uğraşları ve hayat zorlukları itibarıyla, sayısı çok kere üç dörtten fazlasına varan küçük çocuklarına gerekli dikkati ve itinayı gösterememeleri sonucu, çocukların yaralandıkları veya öldükleri görülmektedir. Aynı şekilde meydana gelen trafik kazalarında da benzer olaylara rastlanmaktadır. Bu gibi hallerde ananın taksirli suçtan dolayı kovuşturmaya uğraması ve cezaya mahkum edilmesi, esasen suçtan dolayı evladını kaybetmesi sonucu uğradığı ızdırabı şiddetlendirmekle kalmamakta, ayrıca, ailenin tümüyle ağır derecede mağduriyete düşmesine neden olmaktadır.

Söz konusu fıkraya göre, hakim suçlunun durumunu takdir ile ceza vermeyebilecektir. Elbette ki hakim bu husustaki takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini, söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak, ona göre hüküm kuracaktır. Ancak, dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır” şeklinde belirtilmiştir.

Buna göre; 5237 sayılı Yasanın 22. maddesinin 6. fıkrasında, taksirli hareket sonucu meydana gelecek neticenin münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açması durumunda, taksirle hareket eden faile ceza verilmeyeceği düzenlenmiştir.

Fıkrada taksirli suçlar açısından “bir şahsi cezasızlık hali” düzenlenmiştir. Şahsi cezasızlık hallerinin bulunduğu durumlarda aslında bir suç vardır, bunun yanında failin kusurlu olduğu da kabul edilebilir, ancak yasa koyucu izlediği suç siyaseti gereği bu hali, cezasızlık sebebi saymış, buna bağlı olarak da 5271 sayılı CYY’nın 223. maddesinin 4. fıkrasının ( a ) bendinde “ceza verilmesine yer olmadığına” hükmedileceğini hüküm altına almıştır.

maddenin 6. fıkrasında yer alan düzenlemenin kapsamının belirlenmesi bakımından uygulamada sorunlarla karşılaşıldığı ortadadır. Bu konudaki tartışmaların genellikle, “fail ile mağdur arasındaki yakınlığın hangi düzeyde olması gerektiği” ve “olay nedeniyle failin hangi ölçüde zarar görmesi gerektiği” konularında yoğunlaştığı görülmektedir.
Düzenlemeye bakıldığında; söz konusu şahsi cezasızlık nedeninin uygulanabilmesi için her somut olay açısından ayrıca değerlendirilmesi gereken iki temel koşulun bulunması gerektiğinden bahsedilebilir:

1-Basit taksirle işlenmiş bir suç bulunmalıdır:

5237 sayılı TCY’nın 22. maddesinin 6. fıkrasının ilk cümlesinde; “taksirli hareket sonucu neden olunan netice”den bahsediliyor olması, sözkonusu şahsi cezasızlık sebebinin sadece taksirli suçlarda uygulanabileceğini göstermektedir. Doğrudan kast, olası kast veya kast taksir kombinasyonu ile işlenen suçlarda bu hüküm uygulanamaz. Bilinçli taksirin varlığı halinde ise; aynı fıkranın “bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir” şeklindeki son cümlesi uyarınca, şahsi cezasızlık hali değil, “cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebep” sözkonusu olabilecektir.

2-Meydana gelecek netice, “münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” etkili olmalıdır: Buna göre, failin taksirli hareketiyle neden olduğu netice, hem bizatihi kendisi bakımından acı ve ızdırap doğurmalı, hem de failin cezalandırılması fail ve ailesi bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağduriyete yol açmalıdır. Görüldüğü gibi bu koşul, üç ayrı hususu içermektedir:

Bunlardan birincisi, “failin kendi taksirli eyleminden ağır düzeyde etkilenmiş olması”, başka bir deyişle, failin kendi eyleminin mağduru durumuna düşmesidir. Burada failin uğradığı mağduriyet, maddi olabileceği gibi manevi de olabilir. Hangi mağduriyetin cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacağı ise somut olaya göre belirlenmelidir. ( Aynı görüş öğretide de paylaşılmaktadır. Bkz. Prof. Dr. Veli Özer Özbek, TCK İzmir Şerhi, Türk Ceza Kanununun Anlamı, c. 1, 4. baskı, s.284 ) İkincisi, failin taksirli eyleminden “ailevi durum” itibarıyla da etkilenmesidir. Bu koşul, fail ile taksirli suçun mağduru arasında belli derecedeki yakınlığı ifade etmektedir. Bu anlamda, üzerinde durulması gereken husus akrabalığın derecesinden çok “aile” kavramıdır. Çünkü, yasa koyucu belli derecede akrabalığı ifade eden herhangi bir kavramı değil özellikle “ailevi” kavramını tercih etmiş ve bir manada faille, mağdur arasında “aynı aileden olma ilişkisini” aramıştır. Aile ise, yasalarımızda tüm yönleriyle tanımlanmış bir kavram değildir. Bu konuyla ilgili olarak; bir yanda, aile kavramının Medeni Kanun anlamında üstsoy, altsoy ve evlilik ilişkisini kapsar şekilde yorumlanması gerektiğini savunan öğreti, diğer yanda ise ortada bir ailenin bulunup bulunmadığını değerlendirirken biyolojik gerçekten çok toplumsal gerçekliğe ağırlık veren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları bulunmaktadır. ( Bkz. Prof. Dr. Zeki Hafızoğulları, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda Taksir, s.187; Doç. Dr. Mahmut Koca, Doç. Dr. İlhan Üzülmez, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler, 2. Baskı, s.230; Ursula Kilkelly, Özel Hayata ve Aile Hayatına Saygı Gösterilmesi Hakkı, AİHS’nin 8. maddesinin Uygulanmasına İlişkin Kılavuz, İnsan Hakları El Kitapları, No:1, Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü, Eylül 2007, s.15 )

Dolayısıyla; bu fıkranın uygulanması bağlamında, aile kavramını çok geniş tutmanın sakıncaları yanında, bir ailenin kimlerden oluşacağının “sınırlı” olarak sayılması da doğru değildir. Burada yapılması gereken, fail ile mağdurun aynı aileden olup olmadığının her somut olayın özelliklerine göre ayrıca değerlendirilmesidir. Zira bazı durumlarda, kişilerin aynı aileden olup olmadıkları hususu sadece akrabalık bağının derecesine göre değil, tüm diğer bilgi ve belgelerle birlikte çözümlenmeli, belli bir derecede akrabalık bağının bulunması ise her zaman bu fıkranın uygulanması gerektirecek bir karine olarak değerlendirilmemelidir. ( Örneğin, haklarında ayrılık kararı bulunan karı-kocanın durumu veya aralarında husumet bulunan iki kardeşin durumu gibi ) Bu hususla ilgili olarak; failin, sadece kendisine değil, aynı ailede yer aldığı başka bir kişiye zarar vermek suretiyle “ailevi hayatına” da zarar vermesi gerekir. Bunun dışında, taksirli olayda, aynı aileden olmayan bir kişinin zarar görmesi de zaman zaman kişinin ailevi hayatını derinden etkileyebilirse de, böylesine dolaylı bir zarar, 22. maddenin 6. fıkrasının uygulanmasını gerektirmez. ( Örneğin, failin otomobil kullanırken, kusurlu hareketiyle eşinin çok sevdiği bir arkadaşının veya akrabasının ölümüne neden olmasından ötürü, eşiyle boşanmak zorunda kalmaları gibi… )

Üçüncü husus ise; taksirli suçtan “münhasıran failin”, kişisel ve ailevi hayatının etkilenmiş olmasıdır:

Buradan anlaşılması gereken; taksirli hareket sonucu ailesinden birisinin zarar görmesi nedeniyle failin ziyadesiyle etkilendiği olayda, faille ailevi ilişkisi bulunmayan başka bir kişinin zarar görmemesidir. Fail ve ailesi dışında bir kişinin de zarar gördüğü olaylarda ise bu fıkra hükmü uygulanamaz. Ancak başkalarının zarar görmesinden maksat, başkalarının dolaylı olarak etkilenmesi değil, olay sırasında bizzat zarar görmesidir. Buna göre, örneğin, olay sırasında eşinin yanında akrabası olmayan bir kişinin de öldüğü ya da yaralandığı durumlarda fail bu fıkradan yararlanamayacak, buna karşılık sadece eşinin öldüğü durumlarda, eşinin diğer akrabalarının bu olay nedeniyle üzülecek olmaları failin bu fıkradan yararlanmasına engel teşkil etmeyecektir. Tüm bu açıklamalar birlikte değerlendirildiğinde; yasa koyucunun “münhasıran failin kişisel ve ailevi” durumundan bahsetmiş ve “kişisel” ile “ailevi” kelimelerinin arasına “ve” bağlacını koymuş olması, ikinci koşulun gerçekleşebilmesi için belirtilen üç hususun da birlikte bulunmasının zorunlu olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun dışında, taksirli fiil sonunda, örneğin failin yakınının ölmesine rağmen kişisel ilişkilerinin zayıflığı nedeniyle bundan ailevi durum itibarıyla etkilenmediği ya da ailesinden olmayan ancak tüm hayatının akışını etkileyecek şekilde iş ortağının öldüğü veya failin yakını dışında başka kişilerin de zarar gördüğü durumlarda ise bu fıkra hükmü uygulanamayacaktır.

Somut olay yönünden yapılan değerlendirme:

Sanığın eyleminin “taksirle öldürme” olarak nitelendirildiği olayımızda, birinci koşulun gerçekleştiğinde kuşku bulunmamakta ise de, uyuşmazlık daha çok ikinci koşulun oluşup oluşmadığını tartışmayı gerektirmektedir.

Açıklandığı üzere; ikinci koşulun oluşabilmesi için, meydana gelen taksirli olayda, olayın mağdurunun faille aynı aileden olan bir kişi olması, failin bu olay nedeniyle kişisel olarak mağduriyet yaşaması ve bu olay nedeniyle başka bir kimsenin de zarar görmemiş olması gerekmektedir.

Sanıkla ölen eşi arasında düzenli bir aile birliğinin mevcut olduğu somut olayda, olayın mağdurunun faille aynı aileden olduğunda kuşku bulunmamakta ise de; “ölenin” failin yakın akrabası veya ailesinden biri olması bu “şahsi cezasızlık nedeninin” uygulanması için tek başına yeterli olmayıp diğer iki hususun da birlikte gerçekleşmesi şarttır.

Buna göre; belirlenmesi gereken ikinci husus, failin bu olay nedeniyle kişisel olarak mağduriyet yaşayıp yaşamadığı ve bu mağduriyetin şahsi cezasızlık nedeninin uygulanmasını gerektirir düzeyde olup olmadığına ilişkindir.

Dosya kapsamından açıkça anlaşıldığı üzere, sanık 28, ölen ise 23 yaşında olup olaydan yaklaşık altı ay önce ailelerinin rızası hilafına evlenmişlerdir. Aralarında dosyaya yansıyan bir problem yoktur. Bu fıkranın uygulanması açısından somut olayda gözardı edilmemesi gereken husus, sanığın uğruna kendi anne-babasını karşısına aldığı ve bir ömür sürdürmek hayaliyle altı ay önce zor koşullarda kurduğu evliliğinin, çok sevdiği eşinin ölümüyle bitmiş olmasıdır. Nitekim, bu olaydan sonra psikolojik tedavi görmüş olan sanık da, eşinin ölümünü kabullenemediği için birlikte yaşadıkları evden taşındığını, eşini hatırlattıklarından ötürü ortak dostlarını artık görmek istemediğini ve sürekli ölen eşini düşündüğünü açıkça ifade etmektedir. Bu durumda, eşinin ölümü nedeniyle hayatında meydana gelen köklü değişiklikler ve bu nedenle maruz kaldığı psikolojik travmaların etkisiyle yaşama sevincini yitirmiş olması gibi hususlar hep birlikte değerlendirildiğinde sanığın bu olay nedeniyle, TCY’nın 22. maddesinin 6. fıkrasında bulunan şahsi cezasızlık nedeninin uygulanmasını gerektirir ölçüde mağduriyet yaşadığı ve bu durumdaki bir kişiye ayrıca ceza vermekle cezalandırmanın amaçlarının aşılacağı söylenebilir.

Son olarak değerlendirilmesi gereken husus ise; olaydan başka birisinin zarar görüp görmediği konusuyla ilgilidir:

Sanığın eşinin ölümü dışında başka bir kimsenin doğrudan zarar görmediği olayda, ölenin anne, baba ve kız kardeşinin de üzülmüş veya psikolojik olarak etkilenmiş olmaları, başkalarının da zarar gördüğü anlamına gelmeyeceğinden, bu nedenle “olaydan münhasıran failin etkilenmiş olması” koşulu ihlal edilmiş olmaz.

Açıklanan nedenlerle; başka kimsenin doğrudan zarar görmediği trafik kazasında, tam kusurlu olarak, eşi Selda’nın taksirle ölümüne neden olan ve altı aylık evli olduğu eşinin ölümü nedeniyle hayatında meydana gelen köklü değişiklikler ve bu nedenle maruz kaldığı psikolojik travmaların etkisiyle yaşama sevincini yitirmiş bulunan sanık Serkan hakkında, 5237 sayılı TCY’nın 22. maddesinin 6. fıkrasındaki “şahsicezasızlık nedeninin” uygulanması gerekir.

Sanığın daha önce de kendi kusuruyla trafik kazaları yapmış olması, meydana gelen olayda tam kusurlu bulunması veya olay nedeniyle eşinin anne, baba ve kardeşinin üzülmüş olmaları ise bu fıkranın uygulanmamasının gerekçesi olarak gösterilemez.

Bu itibarla; sanık müdafii ile yerel Cumhuriyet savcısının temyiz itirazlarının kabulüyle, yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılan Genel Kurul Üyelerinden Doç. Dr. İ. Şahbaz; kararın gerekçesine yönelik olarak;

“Yerel mahkemece sanığın fiili taksir olarak kabul edilmiş ve Yüksek Özel Dairece suç vasfına dokunulmamıştır.

Yasadaki düzenlemeye göre, “Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir” ( 5237, m.22/6 ).

Maddedeki bu düzenlemeyle, taksirli suçtan dolayı ceza verilmemesi ve bilinçli taksir halinde de cezadan indirim kabul edilmiştir.

Maddenin 6 ncı fıkrasıyla ilgili gerekçesinde şu hususlara işaret edilmiştir:

“Örneğin Ülkemizde özellikle kırsal bölgelerde rastlandığı üzere, taksirli suçlarda failin meydana gelen netice itibarıyla bizzat kendisinin ve ailesi bireylerinin ağır derecede mağduriyete uğradıkları görülmektedir. Söz gelimi, köylü kadınların gündelik uğraşları ve hayat zorlukları itibarıyla, sayısı çok kere üç dörtten fazlasına varan küçük çocuklarına gerekli dikkati ve itinayı gösterememeleri sonucu, çocukların yaralandıkları veya öldükleri görülmektedir. Aynı şekilde meydana gelen trafik kazalarında da benzer olaylara rastlanmaktadır. Bu gibi hallerde ananın taksirli suçtan dolayı kovuşturmaya uğraması ve cezaya mahkum edilmesi, esasen suçtan dolayı evladını kaybetmesi sonucu uğradığı ızdırabı şiddetlendirmekle kalmamakta, ayrıca, ailenin tümüyle ağır derecede mağduriyete düşmesine neden olmaktadır.

Söz konusu fıkraya göre, hakim suçlunun durumunu takdir ile ceza vermeyebilecektir. Elbette ki hakim bu husustaki takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini, söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak, ona göre hüküm kuracaktır. Ancak, dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır. Fıkrada yazılı suç bilinçli taksir halinde işlenirse ceza yarıdan üçte birine kadar indirilebilir”.

Madde gerekçesinde örnekleme yoluyla, böyle bir düzenlemenin getirilmesi toplumun kırsal kesim yaşamına bağlı olarak getirildiğine işaret edilmiş ise de, düzenlemenin sadece kırsal kesimde uygulanacağı söylenemez. Esasen ülkemizde taksirli suçlar yüzünden failin bizzat kendisinin ve aile bireylerinin ağır derecede mağduriyete uğradıkları bilinen bir gerçektir. Özellikle kırsal yaşamın zorlukları yüzünden köylülerin ( bilhassa kadınlarının ) gündelik uğraşları ve hayat zorlukları nedeniyle çocuklarına gerekli dikkati ve itinayı gösterememeleri sonucu, çocuklarının yaralandıkları veya öldüklerine tanık olunmaktadır.

Aynı şekilde meydana gelen trafik kazalarında da benzeri durumlar olmaktadır. Çeşitli biçimlerde ortaya çıkan taksirli davranışlar sonucunda failin, ister aile bireyleri, ister kendisi için hayatın çekilemez hal aldığı gerçeği karşısında, somut duruma göre yargıcın yapacağı değerlendirmeye göre, gereğinde faile ceza verilmemesi gerekebilir. Ancak madde gerekçesinde de ifade edildiği üzere yargıcın yapacağı değerlendirmede, “bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır”.

Fıkrada belirtildiği gibi, yargıcın yapacağı değerlendirmede, taksir sonucu ortaya çıkan durum failin bizzat kendisi ve ailevi durumu bakımından, “artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez”.

O halde failin cezasızlıktan yararlanabilmesi için tek başına failin değil, ailevi durumunun da dikkate alınması gerekmektedir. Maddenin 6 ncı fıkrasında “ailevi durum”dan söz edilmekle beraber, ailenin ne olduğu konusunda açıklık bulunmamaktadır. Failin taksirli hareketi sonucunda, “münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa, suçun mağdurlarının sadece faile kan bağı ile bağlı olanlar olması halini mi kapsadığı konusu tartışma yaratabilir. Çünkü buradaki “münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” kavramı, kan bağı dışında kalan kimseler bakımından da, failin kişisel ve ailevi bağlarına vereceği zararlar bakımından önem taşıyabilir.

Fıkradaki düzenlemenin altsoy veya üstsoyla sınırlı olduğuna ilişkin açık bir düzenleme yoktur. Gerekçede sadece, altsoy veya üstsoy ayrımı yapılmaksızın, “fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır” ibaresi yer almaktadır. Ancak yine gerekçede, failin fiili sonucunda, “böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır” denmektedir. Fakat gerekçede yer alan bu ikinci cümle madde metninde yer almamaktadır. Maddenin yazılış biçimi karşısında, çok istisnai de olsa, cezasızlığın kan bağı ( yakın akraba ) dışında kalan kimseler için de dikkate alınmasını gerektirebilir.

Görüldüğü gibi, yeni Türk Ceza Kanunu’nda yasa koyucu kimi koşulların varlığı halinde basit taksirde cezasızlık ve bilinçli taksirde cezadan indirimi öngörmüştür. Yüksek Ceza Genel Kurul çoğunluğu ile bu noktalarda aynı düşüncedeyim.

Ancak, 22/6 ncı madde gereğince, taksirli fiil nedeniyle failin cezasızlık uygulanmasından yararlanabilmesi için mahkemece yapılması gereken husus, failin suç işleme eğilimi veya sabıkalı olup olmaması yahut işlediği suç nedeniyle pişmanlık duyup duymayacağı gibi kişisel nedenlerin değil, kendisi veya ailesinin bu fiil nedeniyle mağduriyetinin belirlenmesi gerekir.

Yerel mahkemenin tedbire çevirme ve ertelemeye ilişkin gerekçeleri mevcut olup, bunlarla ilgili gerekçeler 22/6 ncı maddeyle ilgili değildir.

Diğer yandan, 22/6 ncı maddenin uygulanmamasına ilişkin yerel mahkeme gerekçesi yetersizdir. Çünkü yerel mahkeme, nüfus kayıtlarına bakarak çocuğunun olmadığını tespit etmiş, ailevi durum kavramı içerisinde failin anne ve babasının da yer alabileceğine işaret etmiş, ancak fail ile bunlar arasında failin cezayı çekmesi halinde ailevi yönden mağduriyetlerine sebep olabilecek durum olup olmadığı belirlenmemiştir. Yerel mahkeme bu belirlemeyi yapmış olsa idi belki kendisi 22/6 ncı maddeyi uygulayacaktı. Yerel mahkemenin 22/6 ncı maddeyi uygulamama gerekçesi yetersiz olduğundan sadece bu noktadan bozma ve dolayısıyla 22/6 ncı maddeyi uygulayıp uygulamama gerekçesini ortaya koymasına olanak verilmeliydi. Yani, yerel mahkeme kararı, fail hakkında TCY’nın 22/6 ncı maddesinin dosyadaki bilgilere göre doğrudan uygulanması değil, failin kendisi ve ailesi yönünden yeterince araştırma yapıldıktan sonra uygulanıp uygulanmayacağı konusunda değerlendirme yapması için bozulmalıydı.

Görüşüyle yüce heyetin çoğunluk görüşüne katılmıyorum” açıklamasıyla karşıoy kullanırken, bir Genel Kurul Üyesi de benzeri yönde oy kullanmıştır.

Buna karşılık; çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyelerinden K. Taşdemir;

“Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık konusu olay, meydana gelen trafik kazasında eşinin ölümüne neden olan sanık hakkında 5237 sayılı TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrasının uygulanıp uygulanmayacağının belirlenmesine ilişkindir.

01.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın getirdiği yeni düzenlemelerden biri de 22. maddesinin 6. fıkrasında yer alan “taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir” hükmüdür.

Sözü edilen fıkrada taksirli suçlarda genel bir şahsi cezasızlık sebebine yer verilmiştir. Yasada böyle bir hükme yer verilmiş olması bir boşluğu dolduracak niteliktedir. Doktrinde böyle bir hükmün varlığına gereksinme duyulacağı belirtilmiştir. ( Bkz Kayhan İçel, “Hürriyeti Bağlayıcı Cezalara Seçenek olan Müesseselerdeki Gelişmeler ve Türk Ceza Sisteminin Bu Yönden Değerlendirilmesi” TCK.nın 50 Yılı ve Geleceği Sempozyumu 22-26 Mart 1976, İstanbul 1977, s.334-335 )

Uygulamada da sık sık karşılaşıldığı gibi, bazı hallerde taksirli suçun faili bakımından meydana gelen sonuç, ceza verilmesini gereksiz kılacak derecede şiddetli bir üzüntüye, yıkıma yol açmış olabilir. Örneğin; kırsal yörelerde bir anne, yemek yaparken ya da tencerede su ısıtırken küçük çocuğunun ocak üzerindeki tencereyi devirmesi sonucu yaralanmasına hatta ölmesine neden olabilir. Burada çocuğu yaralanan veya ölen annede evladını yitirmesi nedeniyle oluşan acı, keder dikkate alındığında, gerekli dikkat ve özeni göstermemesi nedeniyle neredeyse faili olduğu suçtan zarar gören konumuna gelmektedir. Yine kullandığı araçla kaza yapan babanın araçtaki eş veya çocuklarının ölmesi durumunda sürücü baba yaptığı kazanın ve bunun sonucunda da eş veya çocuğunu kaybetmenin ızdırabını, artık ona ceza vermeye gerek bırakmayacak şekilde manevi acıdan çekmiş bulunmaktadır. Bu ve benzeri hallerde C. savcıları dava açmakta, mahkemeler de karar vermekte zorlanmakta, adil bir karar vermek için çoğu kez ceza hukukunun temel ilkeleri dışına çıkılarak yasal olmayan çözümler üretilmekte idi. Tüm bu nedenler gözetildiğinde getirilen düzenleme yerinde olmuştur.

Madde hükmünün uygulanabilmesi için;

a ) İşlenen suçun taksirli bir suç olması,

b ) Netice münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından etkili olmalı,

c ) Bu etki, öyle bir mağduriyete ( maddi veya manevi olabilir ) yol açmalıdır ki, bu uğranılan mağduriyet, kişiye artık bir ceza verilmesini gereksiz kılmalıdır.

Meydana gelen neticenin “kişisel ve ailevi durum” üzerinde etkili olmasının aranması daha çok aralarında akrabalık durumu bulunan kişiler bakımından bu hükmün uygulanmasını sonuçlar. Hükümde “ve” bağlacı kullanıldığına göre kişisel durum yanında mutlaka ailevi durumun da aranması gerekir. Dolayısıyla örneğin, sürekli birlikte hareket eden çok samimi iki arkadaş bakımından netice kişisel durum üzerinde etkili olsa da ailevi durum üzerinde etkili olmadığından artık hüküm uygulanmaz. ( Veli-Özer Özbek, M. Nihat Kandur, Pınar Bacaksız, Koray Doğan, İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Ankara 2010, s.466 )

Fıkradaki “kişisel” ifadesi sadece manevi etkilenmeyi değil, taksirli fiil sonucu bizzat kişinin kendisinin de vücut bütünlüğünün bozulması, sağlığının muhtel olması, yaralanması gibi hususları kapsar. ( Artuk/Gökçen/Yenidünya, TCK Şerhi, Genel Hükümler Madde 1-36, 1. Cilt, Turhan Kitabevi, Ankara 2009, s.457 )

Koşulların gerçekleşmesi halinde ceza verilmeyeceği için koşulların gerçekleşip gerçekleşmediği, her somut olay ve faile göre sıkı bir şekilde araştırılarak belirlenmelidir, çünkü düzenleme kötüye kullanmaya son derece açıktır.

Bu husus, madde gerekçesinde “… Elbette ki hakim bu husustaki takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini, söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak ona göre hüküm kuracaktır. Ancak dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibariyle zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır” şeklinde belirtilmiştir.

Özetle; TCK.nın 22/6. maddesindeki şahsi cezasızlık sebebinin uygulanabilmesi için şu husus çok önemlidir. Taksirli fiil sonucu oluşan sonuç, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından cezanın uygulanmasını gereksiz kılacak derecede mağduriyete yol açmalıdır. Doğal olarak fail ile mağdur arasındaki ilişki gözetildiğinde, oluşan sonuç failde derin bir üzüntü veya keder doğurmuş olabilir. Ancak bu yetmez hükmün uygulanabilmesi için bunun yanında failin cezalandırılmasının ailesinin tümüyle bir mağduriyete uğramasına da yol açması gerekir. Maddede “Münhasıran” denilmek suretiyle bu husus vurgulanmıştır.

Sözgelimi, bir trafik kazası sonucunda çocuğunun ölümüne yol açan kişi yönünden bu sonuç gerçekleşmiş olmaktadır.

Kanımızca, maddedeki “kişisel ve ailevi durum” terimi daraltıcı bir biçimde yorumlanmalı, Medeni Yasa anlamında sadece, üstsoy, altsoy ve evlilik ilişkisini kapsar şekilde anlamak gerekir. ( Hafızoğulları, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda Taksir, s.87 )

Bu açıklamaların ışığında somut olaya dönersek; oluşa ve dosya içeriğine göre, sanık sürücü, yönetimindeki otomobil ile Bolu yönünden Ankara yönüne doğru seyrettiği sırada olay mahalline geldiğinde yol,trafik, hava durumunun icap ve koşullarına uygun davranmayarak, ıslak zeminde aracının direksiyon hakimiyetini kaybetmek suretiyle trafik kazasına ve aynı araçta yolcu olarak bulunan altı ay önce evlendiği eşi Selda’nın ölümüne neden olmuştur.

Sanık, kazanın oluşumunda yüzde yüz kusurludur. Suç tarihinden 6-7 ay önce de Yenice-Karabük yolunda aşırı hız nedeniyle kendisinin de yararlanmasıyla sonuçlanan bir trafik kazası daha yapmıştır. Sanıkta hızlı araç kullanmanın vazgeçilmez bir tutku haline dönüştüğü anlaşılmaktadır. Yerel Mahkeme direnme kararında bu hususu yineleyerek vurgulamaktadır. Sanığın yalnız seyahat etmesi ya da aracında yolcu bulunması onun bu hız tutkusuna hiçbir etki yapmamaktadır. Cezaya hükmedilmemesi halinde onu bu hız tutkusundan vazgeçirecek bir işaret de bulunmamaktadır. Kazanın oluşumunda 6 ay önce evlendiği 23 yaşındaki eşi ölmüştür. Geride bakımını üstleneceği bir çocuğu yoktur. Direnme kararında da vurgulandığı gibi eşin ölümü TCK’nın 22/6. maddesinin uygulanmasını otomatik olarak gerektirecek bir neden değildir. Diğer taraftan 23 yaşındaki kızlarını sanığın hız tutkusu yüzünden kaybeden ve şikayetçi olarak davaya müdahil olan anne ve babanın çektiği acı ve keder ne olacaktır? Bu durumda sanığa hiç cezaverilmemesi, hukuka uygun, tarafları tatmin edecek ve hükmün konuluş amacına uygun bir karar olacak mıdır? Bu sorulara olumlu yanıt verme olanağını bulamadığım ve fiilde TCK’nın 22/6. maddesinin uygulanma koşullarının gerçekleşmediği kanaatine vardığım için sayın çoğunluğun aksi yönde gerçekleşen bozma kararına katılamıyorum.” biçimindeki gerekçeye dayalı olarak,

Çoğunluk görüşüne katılmayan diğer dört Genel Kurul Üyesi de benzer gerekçelerle, Karşıoy kullanmışlardır.

Açıklanan nedenlerle,

1-Sanık S. D. müdafii ile yerel Cumhuriyet savcısının temyiz itirazlarının kabulüyle, Bolu 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 17.06.2009 gün ve 56-361 sayılı direnme hükmünün BOZULMASINA,

2-Dosyanın, Bolu 2. Asliye Ceza Mahkemesine gönderilmek üzere, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 23.11.2010 günü yapılan müzakerede tebliğnamedeki düşünceye uygun olarak oyçokluğu ile karar verildi…”


kararara.com