Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir suç dalgası, yani sistematik kanlı terör eylemleri ile karşı karşıyadır. Sebebi ne olursa olsun, Ülkede yaşanan gerçek budur. Bu sorunun nedenleri ve sorumluları araştırılmalı, kalıcı çözümler bulunmaya çalışılmalıdır. Ancak tüm bunlar, bölücü terör örgütü yapılanması ve bu yapılanmanın yol açtığı somut tehlike ve zarar gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Türk Milleti, sistematik ve ağır terör saldırısı altındadır.

Yaşanan bu olumsuz tabloyu, yalnızca 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan siyasi belirsizliğe bağlamak da hatalı ve kolaycı bir yaklaşım olur. Türkiye Cumhuriyeti başka sorunlarla da karşı karşıya kaldı, ancak bunların hiçbirisinde şu an olduğu gibi Ülkenin Milleti ile bölünmez bütünlüğüne kast edilmedi.

Gerçekle yüzleşmeliyiz. Terör örgütü ve destekçileri ne istiyorlar? Kişi hak ve hürriyetlerinin iyileştirilmesini, Ülkede yaşanan sorunların çözülmesini mi? Hayır. Ne istedikleri açık; demokratik hukuk devleti olmanın tüm nimetlerinden faydalanmak, fakat hiçbir külfete katlanmamak suretiyle cebir-şiddet ve tehdit yöntemlerini kullanarak, Ülkenin bazı yerlerini mutlak kontrolleri altına almak ve diğer yerlerinde de siyaset üzerinden etkinliklerini sürdürmek istemektedirler. "Barış süreci devam etmelidir" diyenler, bu sözün devamında kurdukları cümlelerde gerçek niyetlerini ortaya koyarak, aksi halde şiddet dilinin devam edeceğine dair tehdit içerikli konuşmalar yapmaktan çekinmemektedirler. Hatta bu kişiler, Devletin güvenlik güçlerine silah bırakmayı tavsiye ederek, “ülke-millet-devlet” kavramlarının varlık sebep ve fonksiyonlarını inkara giden gayriciddi açıklamalar yapmaktadırlar.

Ortada iki net gerçek vardır ve bu gerçekler karmaşık hale getirilmemelidir. İlki; Türkiye Cumhuriyeti Ülkesi ve Milleti ile bölünmez bir bütündür ve bu bütünlük ne pahasına olursa olsun meşru güç olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından korunmalıdır. İkincisi ise, silah bırakmamış ve dağılmamış bir silahlı yapılanma ile "Barış Süreci", "Çözüm Süreci" gibi hukuki alt yapısı olmayan bir projeden olumlu sonuç elde edilemeyeceği de tartışmasızdır.

Şimdi nerede ise konuyu iki devletin savaşı gibi gören ve iç savaş olarak nitelendirenler bu cesaretlerini, Devletin temel görevi olan "güvenlik ve adalet" adlı kamu hizmetini bir süre askıya alıp, terör örgütünden silah bırakmasını veya Ülkeyi terk etmesini ummasından ve bunu terör örgütünün yıkıcı gücünün sağladığına inanmalarından aldılar.

"Barış Süreci", "Çözüm Süreci" adı altında Devletin hareketsizliği; kronikleşmiş sorunu çözmek için iyiniyetli olarak değerlendirilse bile hatalı idi. Ortaya çıkan vahim tablo bu gerçeği ortaya koymaktadır. Şimdi kimse kalkıp da, "esasında sorun çözülüyordu, siyasete kurban edildi" demesin. Sorunun çözüldüğü yoktu, sorun yalnızca ötelendi ve büyüdü. Bu öteleme sırasında terör örgütü gücüne güç kattı, il ve ilçelere indi, oralarda teşkilatlandı, destekçilerinin sayısını artırdı, insanların arasında saklanıp kurtarılmış bölgeler kurmayı hedefledi, hakimiyeti altında gördüğü yerleri “Kurtarılmış Bölgeler” planı için hazırlayıp silahla donattı. Kısacası terör örgütü ve destekçilerinin barışla ve sorunun çözümü ile ilgileri yoktu ve yalnızca barışı ister gibi gözüküp, ana hedefleri olan Kurtarılmış Bölgelere, yani terör örgütünün kontrolüne gireceği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin terk edeceği hayal edilen topraklara ulaşmayı hedeflediler. Bu amaca ulaşmak için plan-program yaptılar, iç ve dış destek elde ettiler, Irak ve Suriye’de yaşananlar üzerinden de sempati kazanmaya çalıştılar.

Suç işlemeyi hedefleyen bir yapılanma için uygun ortam; kendisine müdahale edilmemesini sağlamak, kamu kudretine, yani Devlete talip olabilme ortamının oluşması ve aynı zamanda da uzantıları vasıtasıyla siyasi etki ve destek kazanmaktır. Terör örgütü, “Çözüm Süreci/Barış Süreci” adlı dönemde bu ortama kavuştu. Bu dönemde örgüt; bırakalım silah terk etmeyi, silahlı gücüne güç kattı, şehirlere indi, önleyici ve adli kolluk faaliyetlerinin aksamasından azami derecede yararlandı ve sürekli siyasi destekçileri sayesinde meşrulaşmaya çalıştı, kendisine Devlet tarafından yapılacak müdahalelerin süreci baltalayacağını, kişi hak ve hürriyetlerinin özüne zarar vereceğini anlattı. Bu algı maalesef oluşturuldu. Şu an ortaya çıkan tabloda, terör örgütünün etkin olduğu yerlerde yaşayan insanlar tam bir dramla karşı karşıya kaldı. Devletin sorumluluğu; bu drama, can ve mal güvenliğini hiçe sayan eylemlere son vermek, huzur ve güveni sağlamaktır.

Terör örgütü suç işleyecek, korkutucu gücünü kullanacak, suç işleme ayrıcalığı olacak ve yaptıklarına devlet sessiz kalacak, örgüt dilediğini yapacak, istekleri yerine getirilmediğinde de deyim yerinde ise ortalığı birbirine katacak. Böyle bir dünya ve hukuk düzeni henüz icat edilmedi. Silah bırakmamış, dilediği gibi hareket eden, kamu düzenini, Ülkenin huzur ve sükunu ile kişi hak ve hürriyetlerini tehdit eden bir silahlı yapılanmaya karşı durup beklemek değil, Anayasa ve yasalarda tanımlanan yetkilerin kamu otoritesi tarafından kullanılması gerekir. Aksi halde, terör örgütü yapılanması saldırılarına devam edecek, can ve mal güvenliğini tehdit edecek, amacına ulaşmak için varını yoğunu ortaya koyacaktır.

Terör örgütü; “Barış/Çözüm Süreci” adı altında şehirlere indi, halkın arasına karıştı, demokratik hukuk toplumu olmanın bütün nimetlerinden yararlandı ve Ülkeyi iç savaşa götürmeyi hedeflemektedir. Bunun için de, hakimiyet sağlayıp kontrol altına alacağı bir coğrafyaya ihtiyaç vardır. Bunun sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de taraf olduğu “İkiz Yasalar” adı ile bilinen Birleşmiş Milletler Sözleşmelerinde yer alan halkların kendi kaderini tayin hakkından yararlanma, mümkün olan ilk aşamada “de facto devlet” aşamasına geçip etkinlik gösterme ve yabancı ülkelerden yardım isteme niyetine dayanmaktadır. NATO Sözleşmesi karşısında bu niyetin gerçekleşme ihtimali yok gözükse de, uluslararası toplumun bu tür bir durumda ne tepki göstereceğini anlamak şimdiden mümkün değildir. Uzun yıllardır beslenip büyütülen, silah ve maddi destek alan, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne göz dikmiş bir terör örgütüne karşı sessiz kalan müttefik zannettiğimiz devletlere güvenmek kanaatimizce saflık olacaktır. Bunun aşılması ve uluslararası desteğin kazanılması için, iç barışın bozulmaması ve teröre karşı net bir plan-programın yapılıp uygulamaya koyulması doğrudur.

2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler Güvenlik Bölgeleri Kanunu’nun 32/A maddesinin tatbiki gündeme gelmiştir.Bu maddenin dayanağı, “Yerleşme ve seyahat hürriyeti” başlıklı Anayasa m.23/2’dir.

2565 sayılı Kanunun 32/A maddesine göre; “Terörle mücadele kapsamında yürütülen operasyonlar nedeniyle, meskun mahal dışında, can ve mal güvenliğinin korunması bakımından girilmesinde sakınca bulunan yerlerde operasyonun devam ettiği süreyle sınırlı olmak üzere; Genelkurmay Başkanlığı veya İçişleri Bakanlığının göstereceği lüzum üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile askeri veya özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde vali kararı ile on beş güne kadar özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir.

Bu suretle ilan edilen güvenlik bölgelerinin sınırları ile yasağın kapsamı, başlangıcı ve bitimi ilgili makamlar tarafından uygun araçlarla duyurulur. Bu bölgelere ilgili makamların izni olmadıkça girilemez”.

Özel güvenlik bölgesi ilanlarına karşı çıkan bazılarının, her nedense terör örgütünün “Kurtarılmış Bölge” planına ses çıkarmadıkları, bu planı bozmakla yükümlü kamu otoritesini ise sürekli kişi hak ve hürriyetlerini ihlal etmekle suçladıkları görülmektedir. Onlara göre Devlet; terör örgütüne, örgütün amacına ve eylemlerine müdahale etmemelidir. Böyle bir devlet şeklinin olmadığı, olamayacağı ve ayakta kalamayacağı bilinmelidir.

Umarız bu işin sonu Anayasa m.119 ila 122’de düzenlenen olağanüstü yönetim usullerine kadar gitmez. Olağanüstü hal veya sıkıyönetim, Ülkenin demokrasisi ve hukuku için ciddi bir geriye gidişe yol açabilir. Ancak şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması sebebiyle olağanüstü hal veya bunu aşan boyutta şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, ayaklanma olması veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya Ülkenin bölünmezliğini içte ve dışta tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması durumunda sıkıyönetim ilanı gündeme gelebilir. Umarız; yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde olağanüstü hal veya sıkıyönetim ilanına gerek kalmadan terör eylemlerinin önüne geçilir, insanların can ve mal güvenlikleri korunur.

Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti teröre teslim olmayacak, temel milli yararlarını koruyacaktır. Vatanın her evladı can, her karış toprağı kutsal emanettir.
 

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)