A- Hukuki Mülahaza

1- ABD’de ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Terör Örgütlerine Silah Sağlama Suçu

Önce meseleyi ABD mevzuatı açısından ele alalım;

ABD Kanunu 18. Başlık, 1. Kısım, 113B Bölümü, madde 2339B’de, yabancı terör örgütlerine maddi yardım veya kaynak sağlama suçu tanımlanmıştır. Hükme göre; yabancı terör örgütüne maddi yardım veya kaynak sağlayan, sağlamaya teşebbüs eden veya bunun için örgüt kuran kişi, adli para cezasına ve/veya 20 yıla kadar hapis cezasına mahkum edilir. Bu yardım neticesinde birisi hayatını kaybederse, kişi müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.

ABD Kanunu 18. Başlık, 1. Kısım, 113B Bölümü madde 2331’e göre terör; ceza kanunlarına (ABD ve yabancı devletlerin) aykırı bir şekilde insan hayatı için tehlikeli ve şiddetli eylemler içeren, sivil hayatını tehlikeye atmayı, bir devletin politikalarını korkutma/yıldırma ve baskı ile değiştirmeyi veya bir devletin davranışlarını kitle imha, suikast veya kaçırma ile etkilemeyi hedefleyen davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Terörün, farklı kanunlarda da bu çizgide tanımları bulunmaktadır.

ABD Kanunu 18. Başlık, 1. Kısım, 113B Bölümü “terörizm” kavramını tanımlasa da, “yabancı terör örgütü” kavramını tanımlamamıştır. Madde 2339B, “yabancı terör örgütü” kavramının tanımı için Göç ve Vatandaşlık Kanunu m.219’a atıf yapmıştır. Göç ve Vatandaşlık Kanunu m.219’a göre ise bir örgütün “yabancı terör örgütü” olarak tanımlanması için; Dışişleri Bakanı tarafından belirlenmesi, bu belirlemenin ise Kongre tarafından onaylanması gerekir.

Dışişleri Bakanının bir örgütü “yabancı terör örgütü” olarak belirlemesi için örgütün; (1) yabancı bir örgüt olması, (2) terör örgütü olması ve (3) örgütün ABD vatandaşlarının veya ABD’nin güvenliğini tehdit etmesi gerekir.

YPG, “yabancı terör örgütü” olarak tanımlanmadığından, ABD Kanunu 18. Başlık, 1. Kısım, 113B Bölümü, madde 2339B’nin şu an için tatbiki mümkün gözükmemektedir.

Bilindiği üzere; ABD’de “YPG’nin, PKK’nın Suriye’de bulunan milis gücü olduğu” yönünde bir rapor gündeme geldi. Bir görüşe göre; bu rapor, terör listesinde yer alan bir örgüte yardım sağlandığını gösterdiğinden, YPG’ye silah temini, yukarıda yer verdiğimiz şekliyle ABD mevzuatına aykırıdır.

Konuyu Türk mevzuatı açısından ele alırsak;

Türkiye Cumhuriyeti, hem PKK’yı ve hem de YPG’yi terör örgütü olarak kabul etmektedir. Terör örgütüne silah sağlamanın cezası, Türk Ceza Kanunu m.315 ve Terörle Mücadele Kanunu’nun 3. ve 5. maddelerine göre 15 yıldan 22,5 yıla kadar hapis cezasıdır. TCK m.13’e göre de bu suç nerede ve kim tarafından işlenirse işlensin, ceza takibine (yargılamasına) konu edilir. Bu nedenle; Türkiye Cumhuriyeti’nin burada soruşturma ve kovuşturmaya geçebilmesi, bu kapsamda yakalama kararları çıkarabilmesi ve hatta konuyu kırmızı bültenle INTERPOL’e taşıması mümkündür.

2- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Genel Kurulu

Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 24. maddesi ile üye devletler,  uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyi'ne bırakmışlardır. Sözleşmenin 34 ve 35. maddelerine göre; üye devletler, herhangi bir uyuşmazlık veya uluslararası bir anlaşmazlığa yol açabilecek ya da uyuşmazlık doğurabilecek bir durum konusunda, bu uyuşmazlığın ya da durumun devam etme ve uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürme eğiliminde olduğu kanısına vardıkları takdirde, Güvenlik Konseyi’nin ve Genel Kurul’un dikkatini bu konuya çekebilirler.

Türkiye Cumhuriyeti konuyu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ve Genel Kurulu’nun gündemine taşıyabilir. Barışçıl yöntemler kullanılarak, uluslararası platformun yardımıyla mevcut sorunda olası diplomatik çözümler masaya yatırılabilir. Daha “güçlü” adımlar atılabilmesi, yani tavsiyenin ötesinde bağlayıcı kararlar alınabilmesi, Güvenlik Konseyi’nin tavrına bağlı olacaktır. Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi olup (ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Çin, Fransa), bu devletlerin veto hakkı vardır. Daimi üyelerden birisinin olumsuz oyu, Güvenlik Konseyi’nin karar almasını engeller. ABD’nin Güvenlik Konseyi’nde kendi aleyhine oy kullanmayacağı açık olduğundan, Güvenlik Konseyi sorunun çözümü için yetersiz olacaktır.

ABD’nin talebi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Zeytin Dalı Harekatı hakkında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine karar alabilir mi? Teorik olarak bu mümkün gözükse de, Türkiye Cumhuriyeti bunu hem tanımaz ve hem de diğer veto yetkisine sahip dört devlet arasında mutlaka ABD’nin bu önerisine karşı çıkan olur.

Güvenlik Konseyi, uluslararası güvenliğin korunmasında başlıca sorumlu organ olup, Genel Kurul, Kore Savaşı ve İsrail-Filistin çatışması gibi meselelerde yaptığı gibi, Güvenlik Konseyi’nin verimsiz kaldığı düşüncesi ile meseleyi kendi gündemine alıp karar alabilir. Bölünmüş Kore ve Filistin’in işgali gözönüne alındığında, bu yöntemin ne kadar etkili olduğu da tartışmaya açıktır.

3- Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)

Türkiye ve ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurucu metni olan Roma Statüsü’ne taraf değillerdir. Roma Statüsü’ne taraf olmayan devletlerin yol açtığı sorunların soruşturulması ve bu yolla sorumlu gerçek kişilerin yargılanması yine de mümkündür. Roma Statüsü’nün “Yargı yetkisinin kullanılması” başlıklı 13. maddesinin, 1. fıkrasının (b) bendi uyarınca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK’nın) UCM Savcısına yönlendirmesi, buna izin vermektedir. Örneğin Sudan (Darfur) meselesi; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 31 Mart 2005 tarihli ve 1593 (2005) sayılı kararı ile Sudan Roma Statüsü’ne taraf olmadığı halde UCM’nin önüne gelmiş olup, Sudan Devlet Başkanı yönünden yargılama başlatılmıştır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yukarıda açıkladığımız yapısı nedeniyle; ABD’nin Suriye’de gerçekleştirdiği silah sağlama eylemini UCM savcısının dikkatine sunulması yönünde, kendi aleyhine oy vermeyeceği açık olup, Güvenlik Konseyi’nden karar çıkarmak mümkün değildir. Tekrar belirtmeliyiz ki; BMGK’nın kuruluş yapısı ve karar alma yetkisi, hem demokratik değil ve hem de “eşitlik” ilkesini gözardı etmektedir.

4- Uluslararası Adalet Divanı

Mevcut sorunun çözümünde en rasyonel çözüm, meseleyi Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD’nin) önüne getirmektir. Bu Mahkeme, Uluslararası Ceza Mahkemesi veya İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi olmayıp, Birleşmiş Milletler’e bağlı ve devletleri yargılayan bir yargı organıdır. Eski Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın devamıdır.

UAD önünde; PKK’nın bir uzantısı ve PKK ile iltisaklı olduğu kabul edilen örgüte silah sağlamak suretiyle Uluslararası Teamül Hukuku normu olan içişlerine karışmama yasağına aykırı hareket ettiği iddia edilebilir. Uluslararası Adalet Divanı’nın 1986 tarihli Nikaragua - ABD esasa ilişkin kararında, Nikaragua’da yer alan gerillalara ABD tarafından silah sağlanmasının içişlerine karışma yasağını ihlal ettiği açıkça tespit edilmiştir.

UAD önünde; ABD’nin terör örgütüne silah sağlamak suretiyle Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 2. maddesinin 4. fıkrasında düzenlenen kuvvet kullanma yasağına aykırı hareket ettiği de iddia edilebilir. Ancak bu noktada çok iyi bir hazırlık gerekir, çünkü Uluslararası Adalet Divanı’nın 1986 tarihli Nikaragua - ABD esasa ilişkin kararında “silah sağlamak” silahlı saldırı olarak kabul edilmemişse de (Birleşmiş Milletler Sözleşmesi m.51 kapsamında meşru savunmayı tetikleyecek bir silahlı saldırı olduğu kabul edilmemiştir) UAD, silah sağlamanın BM Sözleşmesi’nin 2. maddesinin 4. fıkrasında yer alan “kuvvet kullanma veya kuvvet kullanma tehdidi” olarak nitelendirilebileceğini aynı kararda belirtmiştir.

ABD, UAD’nin yargılama yetkisini reddedebilir. Ancak UAD, yetki incelemesini kendisi yapacak olup, bu konuda kendisini yetkili görebilir. Yetki hususunda da ayrıca çalışmak gerekecektir. Belki ABD ile aramızda Uluslararası Kamu Hukuku’ndan kaynaklı sorunların UAD’den önce farklı bir mecrada çözülmesine ilişkin bir sözleşme vardır, ancak yaptığımız ilk incelemede ticaret sözleşmelerinin olduğu, bununla birlikte bu olayla ilgili UAD’nin yargı yetkisini engelleyecek bir özel sözleşmenin olmadığı görülmektedir. Örneğin UAD, 1976 yılında Ege Kıta Sahanlığı davasında itirazımız üzerine bu yönde yetkisizlik kararı vermişti, çünkü Yunanistan ile aramızda bu konuda uyuşmazlık çözümüne ilişkin özel bir sözleşme vardı.

ABD’de “YPG’nin, PKK’nın Suriye’de bulunan milis gücü olduğu” yönünde bir rapor Kongre gündemine geldi. Devletlerin parlamentolarınca çıkarılan kanunlar ile alınan kararlar, UAD tarafından delil olarak değerlendirilmektedir. Bunun bir örneği, Nikaragua-ABD kararıdır. ABD Kongresi’nin “insancıl yardım” adı altında Nikaragua’da bulunan gerillaya silah yardımı yapılması kararı; Divan tarafından ABD’nin Nikaragua’nın içişlerine karıştığına ve kuvvet kullanma yasağını ihlal ettiğine dair delil olarak kabul edilmiştir. Hatta ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi James Jeffrey ve eski Savunma Bakanı Ashton Carter, PKK ile YPG’nin ilişkisini kabul ettikleri gibi, açık kaynaklara yansıyan bilgilerden de YPG’nin PKK tarafından kurulduğu ve KCK sözleşmesi altında birleştikleri, ortak önderlik ve dört parçalı devletleşme hedefinde oldukları, bu konuda konumlandıkları yerlerde her türlü terör faaliyetini yürütecekleri ortadadır. Somut durumda da; olası bir Uluslararası Adalet Divanı başvurusunda, bu rapor ve ilgili Kongre görüşmeleri delil olarak kullanılabilecektir.

5- Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti, ABD’nin terör örgütlerine silah sağlamasını, güçlü bir hazırlıkla UAD önüne götürebilir. Ancak bu hazırlığın iyi yapılması ve tezin güçlü delillerle desteklenmesi gerekir.

Gerek UAD’ye başvuru ve gerekse iç hukukta başlatılacak yargılama süreçlerinin elbette uluslararası alanda ve ilişkilerde olumsuz yansımaları olabilecektir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin ulusal menfaatleri ve karşı karşıya kaldığı beka sorunu; diplomatik, hukuki, siyasi ve askeri her türlü yol ve yöntemin kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Başka türlü bu kuşatılmışlığın kırılabilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü tehdit neden uluslararası projeden kurtulabilmek mümkün gözükmemektedir. UAD’ye yapılacak başvuru önemlidir ve uluslararası sonuçları olacaktır. Bu başvuruda hesaplar iyi yapılmalıdır.

B- Siyasi Mülahaza

1- Bölgesel Politikanın Maksadı ve Değerlendirilmesi

Terör faaliyetlerini destekleyen özellikle de başka devletlerin içişlerine karışacak şekilde saldırı suçu işlenmesine maddi ve manevi destek verenler suçludur. ABD’nin Afganistan’da, ardından Irak ve Suriye’de uyguladığı vekalet savaşı tipinde, kendisine ve İsrail Devleti’ne dokunmayan, ancak Türkiye Cumhuriyeti dahil bölge ülkelerini rahatsız eden illegal yapılar vasıtasıyla gerçekleşen terör faaliyetlerini gerekçe göstererek, devletlere ve terör yapılarına müdahale edip değişik bahanelerle yabancı ülke topraklarını işgal ederek demografik yapıları değiştirdiği, kendi planı doğrultusunda yeni devletleşme süreçlerinin önünü açtığı bir gerçektir. Bu bir kuşatma projesidir. Bu projenin bir amacı da, Türkiye Cumhuriyeti’ni İran hududundan başlayıp, Akdeniz’e kadar kuşatıp, mümkünse parçalamaktır. ABD ve kendisine müttefik olarak gördüğü İsrail Devleti, boşalttıkları bölgelerde oluşturacakları sözde ordu ve devletleşme sürecini başlattıkları kontrol bölgeleri üzerinden, diğer devletleri ve insanları rahatsız etmeyi sürdürecektir.

ABD ve İsrail Devleti; Türkiye Cumhuriyeti, İran, Irak ve Suriye topraklarını içine alan, başlangıçta dört parçalı ve son aşamada birleştirmeyi hedefledikleri bir devletin kurulma çabasını açıkça olmasa da, gizli planlarla ve yardımlarla güçlendirmekte, ulusal güvenliği tehdit eden bu durum bölge ülkeleri için de giderek dayanılmaz bir hal almaktadır. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti; bölge ülkeleri ile işbirliğini sürdürüp, Irak ve Suriye topraklarının bütünlüğünün korunmasını desteklemeli ve Suriye’de ayakta kalmaya çalışan yönetimle de irtibat kurup ortak hareket etmelidir. Her ne kadar Suriye ile komşuluk ilişkilerimiz 1999 yılına kadar Suriye’nin PKK’ya verdiği destekle kötü olup, ardından iyileşme sürecine girmiş, 2011 yılında tekrar kötüleşmişse de, gerek uluslararası ve gerekse komşuluk münasebetleri nedeniyle, uluslararası ilişkilerde duygusallık değil, menfaatlerin korunması gereğinden hareketle, ilişkilerin ve ortak planların Suriye ile yeniden canlandırılması elzemdir. Bunun sebebi, ABD’nin ileri menfaatleri uğruna vazgeçmediği “Büyük Ortadoğu Projesi” adı ile bilinen planlarına dayanmaktadır. Esasında bu plan, “Büyük İsrail Projesi” olarak da adlandırılabilir. Bölgede yaşanan kaotik durumdan ve güvensiz ortamdan en büyük zararı ise, yine bölge halkı görmektedir.

Fırat’ın batısının “kırmızı çizgi” olduğundan hareketle; Afrin ve Menbiç üzerinde yoğunlaşan Zeytin Dalı Harekatı, Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatlerinin korunup kollanmasına şu an için hizmet etse de, ileride yetmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Suriye ve Irak ile sınırlarının toplam uzunluğu 1289 km’dir. Yukarıda değindiğimiz dört ülkenin topraklarına müdahaleyi hedefleyen devletleştirme sürecinde; “Fırat’ın batısı” olarak tanımlanan 280 km’lik Suriye sınırı değil, Fırat’ın doğusunda yer alan 631 km’lik Suriye sınırı ile 378 km’lik Irak sınırı asıl öneme sahiptir. ABD’nin ve İsrail Devleti’nin başı çektiği uluslararası güçler tarafından Fırat’ın doğusunda bulunan Suriye topraklarında kurgulanan ordulaştırma ve devletleştirme planı; bu sınır hattında ve çevresinde yer alan özellikle Şanlıurfa, Mardin, Kızıltepe, Nusaybin, Diyarbakır, Batman, Siirt, Cizre, Şırnak, Hakkari ve Yüksekova gibi il ve ilçelerimizi, yani öncelikle Güney Doğu Anadolu ve ardından da Doğu bölgelerimizi, sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal güvenliği ile topraklarının bölünmez bütünlüğünü tehlikeye düşürecektir ki, bu öngörüde bulunmak için özel bilgiye ve tecrübeye sahip olmaya da gerek yoktur. Fırat’ın doğusu için kurgulanan bu devletleştirme faaliyetinin, zamanla Fırat’ın batısına ve doğu tarafında Kuzey Irak’a, hemen ardından İran’a yönelmesi pek muhtemeldir.

2- Sonuç

Görünen köy kılavuz istemez.” atasözünü dikkate aldığımızda; Fırat’ın doğusunda kurulacak bir uydu devletin zamanla Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü, ulusal güvenliğini ve Türk Milleti’ni tehdit etmeyeceğini söylemek ve bu konuda iyimser hareket etmek, gerçekleri görmeyi ertelemekten başka bir anlam taşımaz. Sorunu ertelemek; sürdürülebilir bir yaklaşım olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti için hiçbir iyilik getirmeyecektir. IŞİD’i/DEAŞ’ı gerekçe göstererek demografik yapıları değiştiren, insanları topraklarını terke ve göç etmeye zorlayan, Kerkük’te nüfus ve tapu kayıtlarını yakan, Irak ve Suriye topraklarını kalıcı olarak işgal etmeyi hedefleyen zihniyet, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne de göz dikmiştir. Türk Milleti için bu planı bozup, bölge ülkelerinin toprak bütünlüklerinin korunmasından başka bir çare ve kurtuluş yolu da bulunmamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti topraklarının din, mezhep ve etnik kimlik ayırımı yapılmaksızın, aynı güçle ve duyguyla tüm vatandaşlara ait olduğu gerçeğinden hareketle, aidiyet duygusu geliştirilerek ve birlik gücü artırılarak, bölünmez bütünlüğümüze halel getirebilecek tehlikeleri bertaraf edebileceğimize olan inancımız tamdır, çünkü biz bir milletiz ve bu “millet olma” duygusu da vatanı ve devleti ayakta tutabilecek en önemli unsurdur. Devlet ise; milli olmalı, vatandaşları açısından içeride taraf olmamalı, herkesin hak ve hürriyetlerini eşit korumalı, özellikle eğitim öğrenim ve sosyal politikalar üzerinden uzun vadeli, sorunları çözücü, aceleci olmayan ve aidiyet duygusunu samimiyetle artıran, sürdürülebilir bir sistemi benimsemelidir.

Son söz; tehlikeyi gören bölge ülkelerinin stratejik işbirliği ile oluşturacakları ortak akıl, varlıklarını tehdit eden “böl parçala yönet” oyununu bozacaktır.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

--------------------------------

[1] Av. Toygar Kortan, “Türkiye ABD’yi şikayet edebilir” (Türker Karapınar’ın haberi), Milliyet Gazetesi, 17.02.2018 Cumartesi, s.14.