Ülkemizde yargı bağımsızlığı, dünden bugüne kadar tartışılmaktadır. Bu tartışma güncelliğini koruyarak devam etmektedir. Bu konudaki tartışma sürekli olduğu için, ülkemizin yargısı bağımsız mı, değil mi, bu konuyu, hukuk devleti, hukukun üstünlüğünü anlayışını esas almak suretiyle incelemek ve değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Demokrasinin en temel ilkesi kuvvetler ayrımıdır. Anayasamızın başlangıç bölümünde, kuvvetler ayrımının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanmasından ibaret ve bununla sınırlı bir işbölümü ve  işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu açıklanmıştır.

Kuvvetler ayrımında üç erk bulunmaktadır. Bular, yasama, yürütme ve yargı erkleridir. Anayasamıza göre, bu erkler arasında bir üstünlük bulunmamalıdır. Bu erkler, görev ve yetkilerini kullanırken, yasaları, hukuku ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve AİHM. Kararlarını esas almalıdırlar.  Yasalara, hukuka ve evrensel hukuk kurallarına bağlı olarak görev ve yetkilerini kullanmalıdırlar.

Yargı bağımsızlığı, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, AİHS, AİHM kararları ve Anayasamızın 138. Maddesinde yer almaktadır.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 10.maddesi : ‘Herkes, haklarının ve yükümlülüklerinin veya kendisine yöneltilen herhangi bir suçlamanın saptanmasında, tam bir eşitlikle davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkemece adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.’

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. Maddesinde, ‘Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır.’

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin konuya ilişkin düzenlemeleri incelendiğinde, adil yargılanma hakkının ancak, yasayla kurulmuş; bağımsız ve tarafsız mahkemeler ile, dolayısıyla, hem yasama, hem de yürütmeden bağımsız, tarafsız ve objektif olması ile mümkün olduğunu belirtmektedir.

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bağımsız yargı ve adil yargılanma hakkına ilişkin temel ilke ve kriterleri, soyut bir şekilde ele alarak belirlemiştir. Anayasamızın 138. Maddesinde ise, evrensel düzenlemeler ile soyut olarak temel ilke ve kriterleri belirlenen bu hak, somutlaştırılmıştır:

‘’Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa, kanuna ve hukuka uygun olarak ve vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimler emir ve talimat veremez, genelge gönderemez tavsiye ve telkinde bulunamaz.’’

Anayasamızın 138. Maddesini anlamak ve yorumlamak için, hukukun temel ilkelerinden olan, keza Türk Medeni Kanunu’nun 1. Maddesinde yer alan, ‘’Kanun, sözüyle ve özüyle değindiğini bütün konularda uygulanır.’’ Anlayışını irdelemek gerekir. Bu itibarla, bir yasayı açıklar ve yorumlarken, Medeni Kanunun 1. Maddesinde düzenlenen anlayışı esas almak suretiyle inceleme ve değerlendirme yapmak gerekir. Şöyle ki ;

Anayasamızın 138. maddesi bağlamında yargı bağımsızlığı değerlendirilirken, bu maddenin sadece sözüne değil; özü ve amacına da aykırı olarak çıkarılan bütün yasa ve düzenlemelerin yargı bağımsızlığını zedeleyeceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Aksi takdirde, bu konuda çıkarılan yasaların ve yapılan düzenlemelerin, Anayasaya aykırı olacağını ve bu anlayışın da Hukuk Devleti ve    Hukukun üstünlüğü anlayışı ve demokrasiyle bağdaşmayacağını unutmamak gerekir. Peki, Anayasamızın 138. Maddesinde yer alan ve ‘olması gerekeni ifade eden, yargı bağımsızlığı’ ülkemizdeki yargılamalarda ve verilen kararlarda var mıdır? Mevcut durumda bu konunun aydınlatılması için, Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimini, Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin seçimini ve hakim ve savcı seçiminde görev alan sınav mülakat kurulunun teşkil tarzını inceleyip değerlendirmek gerekir.

Anayasa Mahkemesi onbeş üyeden kurulur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi; iki üyeyi Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden, bir üyeyi ise baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday içinden yapacağı gizli oylamayla seçer. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılacak bu seçimde, her boş üyelik için ilk oylamada üye tam sayısının üçte iki ve ikinci oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğu aranır. İkinci oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için üçüncü oylama yapılır; üçüncü oylamada en fazla oy alan aday üye seçilmiş olur.

Cumhurbaşkanı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; en az ikisi hukukçu olmak üzere üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden; dört üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından seçer.

Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay genel kurulları ile Yükseköğretim Kurulundan Anayasa Mahkemesi üyeliğine aday göstermek için yapılacak seçimlerde, her boş üyelik için, en fazla oy alan üç kişi aday gösterilmiş sayılır. Baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday için yapılacak seçimde en fazla oy alan üç kişi aday gösterilmiş sayılır.

Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun, teşkil şeklini ele aldığımızda, 6087 Sayılı HSYK Kanunu’a göre, Hâkimler ve Savcılar Kurulu onüç üyeden oluşur; iki daire halinde çalışır. Kurulun Başkanı Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı ilgili Bakan Yardımcısı Kurulun tabiî üyesidir. Kurulun, üç üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından, bir üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından Cumhurbaşkanınca; üç üyesi Yargıtay üyeleri, bir üyesi Danıştay üyeleri, üç üyesi nitelikleri kanunda belirtilen yükseköğretim kurumlarının hukuk dallarında görev yapan öğretim üyeleri ile avukatlar arasından Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilir. HSK gibi bağımsız olması gereken bir kurulun başkanı Adalet Bakanı, onun tayin ettiği bakan yardımcısı da kurulun tabii üyesi ise; ve ayrıca, hakim ve savcıların tayin, terfi ve her türlü özlük haklarını düzenleyen, büyük oranda Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı ise, yargı  bağımsızlığından söz etmek olanaksızdır. Bütün siyasi partiler, muhalefette iken, yargı bağımsızlığını savunuyor ve dillerinden düşürmüyorlar. Ancak, iktidara geldiklerinde, söylediklerini unutuyor ve yargının kendilerine yakın olmasını istiyorlar. Galiba böylesi işlerine geliyor. Bu anlayış ve kısır döngü ile de yargıyı bağımsızlaştırmak mümkün değildir.

Bugün, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun ilgili yasal düzenlemeleri uyarınca, Hakim ve Savcı olabilmek için, iki aşamalı sınav yapılmaktadır. Birinci sınav yazılı, ikinci sınav ise, sözlüdür; mülakattır. Yazılı sınavda başarılı olanlar, mülakata alınırılar. Yazılı sınav mesleki bilgi ve ehliyetiyle ilgilidir. Mülakatta ise objektif kriterler değil, sübjektif kriterler esas alınmaktadır. Yazılı sınavda, alınan puan çok yüksek olsa bile, hakim, savcı olamazsın! Mülakatı yapan kurulun kendi kuralları vardır(!) Bu kurallar içine giremezsen, ağzınla kuş tutsan, yine hakim ve savcı olamazsın!

2802 Sayılı Yasanın 9/A maddesi uyarınca, Mülakat kurulu şu üyelerden oluşmaktadır: Adalet Bakanlığı müsteşarı veya görevlendireceği müsteşar yardımcısı başkanlığında: Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı, Ceza işleri Genel Müdürü, Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürü, Adalet Bakanlığı Personel Müdür, Müsteşar ve iki kişi de Adalet Akademisi içinde seçilmektedir. Bunların büyük bir ekseriyeti  Adalet Bakanı tarafından seçilen üyelerden teşkil edilen bu mülakat kurulunda, objektif bir anlayışla, hakim ve savcı alımı mümkün mü? Anlayacağınız, hakim ve savcı alımlarında hakim anlayış, siyasidir demek yanlış olmaz. Hukuk Fakültesini bitiren bir gencin, hakim-savcı olmak gibi bir ideali ve hayali varsa, bunu engellemek hakkını nasıl kendilerinde bulabiliyorlar, anlamak mümkün değil! Bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa, vicdansızlığa hangi yürek dayanır? Bu adaletsizliği yapanlar, empati kurarak, ideal ve hayal sahibinin kendi çocukları olduğunu bir an düşünseler, bu durumu kabullenebilirler miydi  acaba?

Anayasa Mahkemesinin üyelerinin, Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin ve Mülakat Kurulu üyelerinin teşkil tarzını inceleyip değerlendirdiğimizde, seçilen üyelerin ağırlıklı olarak siyaset  kurumu tarafından belirlendiği görülmektedir. Bu, Anayasal kurumların üyelerinin teşkil tarzından sonra, Anayasa Mahkemesinin, Hakimler ve Savcılar Kurulununu ve Mülakat Kurulunun kararlarından  bağımsızlık ve tarafsızlık beklemek mümkün mü? Kaldı ki, güncel kararları incelediğimizde, bağımsızlık ve tarafsızlık konusundaki endişelerimizde haklı olduğumuz açık ve net bir şekilde görülmektedir.

Anayasa Mahkemesinin, Hakimler ve Savcılar Kurulunun ve Mülakat Kurulunun bu teşkil tarzı ile, Hukukun Üstünlüğünü ve sonuçta Yargı Bağımsızlığını gerçekleştirmenin mümkün olamayacağını düşünüyorum. Şöyle düşünülebilir? Siyası iktidar seçimle ve halk oyuyla geliyor. Öyleyse, Halk oyuyla gelen siyası iktidar Anayasa Mahkemesini, Hakimler Savcılar Kurulunu ve Mülakat kurulu üyelerini teşkil etmelidir. Bu anlayışı doğru kabul edersek, işte o zaman, ortada yargı bağımsız olur ne de  demokrasi kalır. Böyle olunca da, ülkemizde kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasi ve yargı bağımsız olamayacağından, ülkemiz içerde ve dışarıda itibarsızlaşır. Hiçbir kimse de kendini güvende hissetmez.

Anayasamızın 138. maddesinde yer alan “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez telkin ve tavsiyede bulunamaz. ”Anayasamızın 138. maddesine göre  inceleme ve değerlendirme yaptığımızda, bu maddenin sözüne ve özüne aykırı düzenlemelerin Hukuk  Devleti, Hukukun üstünlüğü anlayışıyla bağdaşmadığı gibi, evrensel hukuk  kurallarıyla örtüşmediği açıktır. Diğer yandan Avrupa Birliğine girmek isteyen ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına uymayı kabul ve taahhüt eden ülkemizin Yargı Bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki yasal düzenlemeleri, Avrupa Birliği kriterleri, Avrupa insan Hakları sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını göz önünde bulundurmak suretiyle  gerçekleştirmesi gerekir. Aksi bir anlayış, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü anlayışından uzaklaşmak anlamına gelir.

Ülkemizde, yargılama sonucu verilen bir çok karar aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine açılan davaların bir çoğunda ülkemiz aleyhine kararlar verilmekte;  yapılan soruşturma,  kovuşturma ve yargılamalarda, yargılamanın adil olmadığı ve hak ihlalleri bulunması nedeniyle ülkemiz aleyhine büyük miktarlarda maddi ve manevi  tazminatlar hükmedilmektedir. Bu tazminatları da Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak ödemekteyiz. Zira, Avrupa Konseyi üyesi olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymaya kabul ve taahhüt ettiğimizden ve bu konuda yapılan sözleşmeyi imzaladığımızdan, hükmedilen tazminatları ödeme zorunluluğumuz bulunmaktadır. Zaten Anayasamızın 138.maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 46.maddesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Kararlarına uymayı zorunlu kılmıştır. Ödenen bu tazminatlarda bütün ülke vatandaşının hakkı olduğu gibi tüyü bitmemiş yetimin hakkı da vardır. Açıkçası kul hakkı bulunmaktadır. Bu vebalden kurtulmak için, soruşturma, kovuşturma, yargılamanın adil yargılama hakkına uygun olarak gerçekleştirilmesi hak ihlalleri konusunda duyarlı olunması, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları göz önünde bulundurmak suretiyle karar verilmesi ve neticeten verilen kararların, usul ve esas yönünden yasa ve hukuka uygun olması gerekir.

Yargı Bağımsızlığı konusunda yasalarımızı, kurum ve kurallarıyla eksiksiz işleyen bir demokratik sistemle uyumlu hale getirmekte yetmez. Zira, soruşturma yapan, iddianame tanzim edip dava açan savcının, dava açıldıktan sonra yargılama yapan ve karar veren, hakimin, adil yargılamanın olmazsa olmazı olan savunmanın temsilcisi avukatın, hukuk nosyonu ve formasyonu, meslek bilgi ve ehliyetiyle temayüz etmiş olmalıdır. Hakim, savcı ve avukat bu niteliklere haiz değilse, verilecek  kararlarda  hak  ve adalet beklemek hayal olur. Bir çok hakim, savcı biliyorum. Kapılarının üstünde hakim savcı yazısı yazılmazsa kimse bunların savcı ve hakim olduğuna inanmaz. İçlerinde meslek bilgi ve ehliyeti  olan hukuk nosyonu ve formasyonu kazanmış bulunan, yasa ve hukuka uygun karar vermek için çalışan çaba gösterenler, saygı duyulan, seçkin, eli öpülesi  hakim ve savcılarımız elbette vardır. Ancak bu nitelikleri haiz olanlar hakim ve savcılarımız azınlıkta kalmaktadır.

İyi hukukçu, iyi hakim-savcı ve iyi  avukat yetiştirmek öncelikle, hukuk fakültelerinin öğretim kadrosunun nitelikli hale getirilmesi ve  iyi bir eğitim ve öğretim verilmesi ile mümkündür. Ancak uygulamada bunu görmek pek mümkün değil. Şöyle ki;

Ülkemizde, her yıl birçok hukuk fakültesi açılmaktadır. Hukuk fakültesi açmak için, bir bina birkaç öğretim üyesi yeterli görülmektedir. Bu anlayışla açılan hukuk fakülte sayısı 100’ü aşmıştır.  Bu fakültelerden mezun olanlar, hakim, savcı ve avukat olmaktadır. Yeterli eğitim ve öğretim almadan mezun olanların  iyi birer hukukçu olması mümkün değildir. İyi hukukçu olmadan, ne iyi bir hakim ne iyi bir savcı ne de iyi bir avukat olması söz konusu olamaz. Özellikle, özel okul niteliğinde vakıf üniversitelerinde mezun olanların ne yazık ki bir çoğunda, meslek bilgi ve ehliyeti yetersiz olduğu gibi hukuk nosyonu ve formasyonu  da oluşmamıştır. Çünkü bu okullar çok düşük puanla öğrenci almakta, iyi bir eğitim ve öğretim verilmediği gibi, bu okulların esas amacı bir  anlamda para kazanmak olduğundan iyi bir hukukçu yetiştirmek gibi  bir amaçları da bulunmamaktadır.  Aklıma  Ziya Paşa’nın “Bu terazi bu sıkleti çekmez “sözü geldi. Açık söylemek gerekirse, belirli bir seviyede kapasiteye sahip olmayan birinin, matematik zekâsı ve muhakeme yeteneği yetersizdir. İyi bir hukukçu önüne gelen meseleyi bir matematik problemini nasıl çözüyorsa öyle sonuçlandırmaya çalışmalıdır. Bu niteliklere sahip olmayanlardan iyi bir hukukçu olmaz. Nitekim Ünlü Matematikçi JOHN NASH “Matematik zekası olmayan toplumlarda Adalet yoktur.”diyor. Ünlü matematikçinin bu sözü açıklamalarımızı doğrulamaktadır.

Genel anlamda bir inceleme ve değerlendirme yaptığımızda, iyi bir eğitim ve öğretim verildiğini söylemek mümkün değildir. Şöyle ki;

ABD ye ve Avrupa ülkelerindeki üniversitelerin durumunu incelediğimizde şu özellikleri görmekteyiz.  Gerek ABD ve AB ülkelerinde üniversite kentleri kurulmakta, Kent üniversitelerinde, üst düzeyde bir eğitim ve öğretim verilmekte, öğrenciler, seminerlere ve konferanslara  tiyatro, spor etkinliklerini katılmakta  araştırma  inceleme yaparken zengin kütüphanelerden faydalanmaktadırlar. Bilimde ve sanatta, araştırma ve inceleme yapmak  için bütün imkanlara sahiptirler. Bizler ise, ilçelerde üniversite açarak övünmekteyiz. Bu anlayışla üniversitelerimizde, meslek bilgi ve ehliyetli üstün insan yetiştirme ve bilimde, sanatta ilerlememiz ve ülkemizi kalkındırmamız mümkün olmaz. Kendimizi kandırıp duruyoruz. Bilmeden, anlamadan ve istemeden ülkemize insanlarımıza zarar veriyoruz. Bu eğitim politikası ile, eğitim ve öğretim düzeyimizi yükseltip kaliteli insan yetiştirmemiz mümkün değildir.  Nitekim, Dünya üniversiteleri arasındaki sıralamada bir iki üniversitemizin dışında ismi geçen üniversitemiz yoktur. Bu demektir ki, üniversite sayısını arttırmakla, bu iş bitmiyor.  Bu itibarla bu konuda yeni bir anlayışla eğitim ve öğretim politikası belirleyerek, üniversite açmalıyız. Bir çok Avrupa ülkesinde ve ABD. de, Dünya çapında ün yapmış üniversiteler bulunmaktadır. Ülkemizde bir çok insan iyi bir eğitim ve öğretim  almak için bu ülkelere gidiyor ve büyük paralar ödüyoruz ve bu ülkeler için büyük bir gelir kaynağı oluşturuyor. Bu duruma bir çözüm bulmak gerekmez mi? Ortadoğu’nun en büyük ülkesiyiz. Neden ülkemizde böyle üniversiteler kurup, paramızın dışarıya çıkmasına engel olamıyoruz. Paramızın dışarıya gitmesine engel olamadığımız gibi, bu ülkelere gidenlerin çoğu yurt dışında kalıyor ve bunun sonucu, beyin göçü gerçekleşiyor. Böylece de, yurt dışında yetişen bilim insanlarımızdan faydalanamıyoruz. Bilim insanı yetiştirmeyen hiçbir ülke kalkınamaz. Bilimde sanatta teknolojide ve kültürde gelişemez ve layık olduğu çağdaş uygarlık seviyesine de  çıkamaz.

Yargının bağımsız olması için, siyasi iradenin, yargıya müdahale etmemesi gerekir. Bu kuvvetler ayrımının olmazsa olmazıdır.  Siyasal iktidar, çoğunluk iradesine bağlı olarak hareket  ederek  ülkeyi idare ederse  demokrasi çoğulcu bir rejim olmaktan çıkar, çoğunluk rejimine dönüşür.      Oysa demokrasinin kurum ve kuralları vardır. Kurum ve kurallar eksiksiz işlerse ve uygulanırsa, demokrasiden söz etmek mümkün olur. Aksi bir anlayışla ülke yönetilirse rejim çoğunluk rejimine dönüşür, demokrasi çoğulcu bir rejim olma özelliğini kaybeder. Ayrıca demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvveler ayrımı biter. Yargı ve yasama yetkisi de bütünüyle siyasi iktidarın eline geçer. İşte ozaman yargı siyasallaşır ve siyasi iktidarın emrine girer. Yargı Siyasallaşınca mahkeme  ve mahkeme salonlarına da girer. Siyaset mahkeme salonlarına girince, o salonlarda verilecek kararlarda  adalet beklemek beyhude bir arayış olur.

HMK’nın 46.maddesi hakimlerin yargılama faaliyetlerinden dolayı, zarar görenlerin Devlet aleyhine tazminat davası açabileceğini ve Devletin de sorumlu hakime karşı, zarar görene ödediği para için rücu davası açabileceğini belirtmektedir. HMK’nın bu maddesinin etkin olarak kullanıldığını söylemek mümkün değildir. Bu itibarla, bu madeninin etkin olarak kullanılması için yeni bir düzenlemenin yapılması gerekir. Zira, yasa ve hukuka aykırı karar veren, adil yargılama kuralına uymadan karar veren hakimler için tazminat sorumluluğu etkin olarak kullanıldığında, hakim karar verirken, iyi bir araştırma ve inceleme yapar, dikkatli ve özenli hareket ederek karar verir. Ben karar vereyim, üst mahkeme bozarsa bozsun anlayışı terk edilir. Şu hususun altını da çizmek gerekir. Yargı Bağımsızlığı hakime, yasa ve hukuka  aykırı karar verme hak ve yetkisi vermediği gibi, keyfi ve sorumsuz bir şekilde karar verme yetkisi de vermez. Bu itibarla, yasa ve hukuka aykırı  veren hakime  karşı bu yasal düzenlemenin etkin bir şekilde kullanılması gerekir. Mevcut düzenleme, HMK’nın 46.maddesinin uygulanmasını zora sokmaktadır. Zira ,bu düzenlemede rüc’u davasının bir yıl süreyle sınırlaması, yasal düzenlemeyi fiilen  olanaksız hale getirmektedir. Açılan bir davada karar verilmesi, istinaf ve Yargıtay süreci, anayasa mahkemesine taşınması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmesi halinde ve soncunun beklenmesi halinde bir yıl sürede açılan davanın sonuçlanması yasa ve hukuka aykırı olarak karar veren hakime karşı rüc’u davasının açılmasını imkansız hale getirmektedir.

Eğer bir ülkede yargı bağımsızsa ve verilen kararda adalet olacaksa, haklı hakkını almalı, haksız haksızlığını anlamalıdır. Hak yerini bulduğunda, akarsu mecrasına oturduğunda haksız haddini bildiğinde, haklı hakkına kavuşup, mutlu ve huzura ulaştığında, suç işleyen cezalandırıldığında, bazıları için suç işleme imtiyazı ortadan kalktığında, verilen karar yasa ve hukuka uygun olduğunda, vicdanları rahatlattığında, o kararda adalet vardır. Aksi takdirde, adaleti arar dururuz; tabii bulursak!

AVUKAT

AZİZ CANATAR