Türkiye’de Anayasa değişikliği üzerinde yapılan tartışmalarda; gerçeklik ile kavranan anlam arasında ironik,  hatta trajik  bir kopuş,  bir yanılsama  yaşanıyor. İlginç olan bu yanılsamaya kimi sol çevrelerin de düşmüş olması. Oysa; bu kesimlerin, ağızlarından düşürmedikleri demokrasinin modern demokrasi ve  anayasal özellikleri anlamında-   hangi   unsur ve gerekleri  içerdiğini kıyaslama olanağı bulmaları  halinde;  bütünüyle duygusal nedenlere dayalı olması dışında  konumlarını yeniden  gözden geçirme durumunda kalacakları bir gerçektir.
Zira; Hukuksal ve siyasal nitelikleri itibariyle en özgürlükçü ve işlevsel kabul edilen günümüz batı tipi anayasal (modern) demokrasiler; bir anayasada en azından üç öğeyi  bir araya getiren, kurumsal bir çerçevede biçimlenir. 

Üç öğe
Bu kurumsal çerçeve yurttaşların; devletin üyesi olarak kamusal özerkliği, toplumun üyesi olarak özel (kişisel) özerkliği  ve devlet ile toplum arasında aracı olarak iş gören kamusal alanın bağımsızlığını esas alır. Bu çerçevede modern demokratik sistemler;
- herkesin, eşit iletişim ve katılma hakları tanınarak ve bu haklar güvenceye altına alınarak, siyasal katılımı güvence altına alınır.-Herkese aynı özgürlükleri tanıyan bir temel özgürlükler sistemi kurulur ve işletilir,  temel hak ve özgürlükler; bağımsız mahkemelerce sağlanan eşit hukuki koruma ile güvence altına alınır;
-Yasama, yürütme ve yargı arasındaki güçler ayrılığı; kamu yönetiminin hukuka bağlı kalmasını sağlayan ve denetleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi yoluyla, kişilerin özel alanının hukukun egemenliğiyle korunması güvence altına alınır.
-Basın özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü ve medyanın çeşitliliği yoluyla; sivil toplum aktörlerinin kamusal alana kendiliğinden geçmesini kolaylaştıran ve kamusal iletişim alanlarının belli çevrelerin örgütlü toplumsal ve ekonomik gücü tarafından işgal edilmesini önleyen düzenlemeler yoluyla, sivil toplumda kök bulan bağımsız bir kamusal alanı güvence altına alır. İşte tüm bu unsurlar, demokratik bir anayasanın özelliklerini oluşturur.
Değişiklik maddeleri  tek tek ve bir  bütün olarak irdelendiğinde değişiklik maddelerinin  yukarıda tanımlanan  özelliklerin  hiçbirini taşımadığı, bu nedenle de; antidemokratik olan
1982 anayasasına ve bu anayasa üzerine kurulu yapının esaslarına hiçbir demokratik ve özgürlükçü nitelik  katmayacağı açıkça görülür.

Sol imtihanı
Bu haliyle anayasa değişikliği düzenlemeleri; demokratikleşme amaçlarından ve gereklerinden uzak, siyasal sistemde özgürlük ve eşitlik anlamında herhangi bir olumlu etki yaratmaksızın, dikkatle seçilmiş, belirli bir değişim amacı taşıyor. Bu değişiklik düzenlemelerinin evet oyu alması halinde: Türkiye’de demokrasi, seçimlere biçimsel katılım düzeyi ile sınırlı kalmayı sürdürecektir. Yeni demokratik süreçlerin kontrolden çıkıp, solun gereğinden fazla toplumsal güç elde etmesine olanak vermeyen bu yapı, ‘yönetilemezlik’ halinde bir alternatif olarak ordunun hazırda beklemesini de, sistemin parçası kabul etmeye devam edecektir.
Daha geniş halk katılımını ve daha fazla sosyal adaletin temelini oluşturan toplumsal reform, gündemden tamamen uzaklaşacak, toplumsal reformsuz tek başına bir biçimsel demokrasi de, ekonomik eşitsizliği artıracağı için toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştıracaktır. Böyle bir biçimsel seçim demokrasisinde sivilleştirilmiş muhafazakâr bir rejim, açık otoriter bir rejimin karşılaşabileceğinden daha az halk direnişiyle karşılaşacağı için;  daha fazla zarara uğramdan acı, hatta daha baskıcı toplumsal ve ekonomik politikalar izleyecek, ilerici reformları engelleyecek  ve statükoyu korumaya devam edecektir. Mevcut siyasal yapı, ekonomik statükonun korunmasını sağlayan hâkim muhafazakâr partiler yaratmayı sürdürecektir. , “Yeni bir anayasayı demokratik meşruiyeti daha yüksek koşullar altında yapma  ihtimali” belirsiz süreliğine ortadan kalkmış olacaktır. 

‘Evet’ veya ‘Yetmez ama evet’
Tüm bu gerçekler karşısında; “evet” veya “evet ama yetmez” yönünde tavır takınan kimi sol sosyalist ve sol demokrat kesimlerin bu tutumları, bütünüyle  sorgulanmaya muhtaçtır.  AKP’ye; “solun değişim karşısında  statükocu  olmadığını göstermek amacıyla  evet denmesi çağrısında bulunanlar” kendilerinin neden evet dediklerine;  siyasi ve hukuki ve hatta toplumsal  açıdan  ikna edici bir cevap oluşturamamanın  gayretkeşliği içinde; değişiklik maddelerinin mevcut anayasadan daha kötü olmadığı iddiasına  sarılıyorlar. Ama hiçbir şekilde “peki daha iyi mi? İyi ise neresi iyi? sorularına yanıt vermiyorlar.
Tavırlarına siyasal ve felsefi bir temel oluşturamadıklarından; “hayır diyenlerin ne kadar solcu olduklarının” tartışmasına giriyorlar. Bu çevreler; hayır diyenleri “AKP ‘ye karşı kendileri kadar korkusuz davranmama” ile suçluyorlar. AKP’ye duydukları güveni mahçup bir isteklilik ile savunurken; hayır tavrını ortaya koyan tüm kesimlerin gerekçelerini aynı kefeye koyarak, AKP karşıtlığına indirgiyorlar. Hayır gerekçelerinin açıkça ortada olan;  demokratik, siyasal, felsefi ve etik  içeriğini boşaltma polemiği yaratmak istiyorlar.
Ama polemiğin anlamsız boşluğuna düşen, kendileri oluyor. Zira hayır diyenlerin anayasa değişikliğinin mutabakat ile yapılmamış olmasını eleştirmelerinin yersiz olduğunu, çünkü;  “Anayasa değişikliğinde mutabakat aramanın zaten gereksiz olduğunu, zira AKP eliyle yapılacak olan değişikliklerin ufkunun AKP vizyonu ile sınırlı olmasının kaçınılmaz olduğunu, AKP’den böyle bir yaklaşım beklemenin anlamsız olacağı” tespitini yapıyorlar. Ama aynı zamanda “AKP  zihniyetine hayır referanduma evet” diyerek, tutumlarının  propagandasını yürütüyorlar. Değişikliğin AKP eliyle, onun ufkunun sınırlı vizyonu (zihniyeti) ile yapıldığını kabul ve itiraf ediyorlar. Zihniyetin kendisine hayır, ama onun ürünü olan anayaysa evet diyorlar. Yani; o zihniyete de dolaylı olarak evet demiş olduklarını, hayır’ın içine gizliyorlar. Oysa hayır diyeceğiniz bir zihniyetin, ürünü olan bir anayasaya da, hayır demeniz gerekmiyor mu? “AKP’nin yargıyı ele geçirmek isteyebileceği, buna karşılık sanki demokratik yasalar üzerine yükselen bağımsız bir yargı varmış gibi endişeye kapılmanın anlamsız olduğunu, ayrıca zaten yargının en çok solu sindirmeye çalıştığını bu nedenle yargıyı savunmanın solculukla bağdaşmayacağı” şeklindeki- “bu güne kadar zaten bağımsız olmayan yargı en çok solu  dövdü, şimdi oluşturulmaya çalışılan bağımsız olmayan yargı ise,  hiç değilse  başkalarını da dövecek, niye telaşlanıyorsunuz” dışında bir anlam taşımayan, son derece çelişkili bir söylemi tavırlarına gerekçe kılıyorlar.
Bu gerekçelerle tavırlarını evet yönünde belirleyen bu kesimler; ”yeni dönemin öznesine karşı (AKP’ye) eski dönemin paradigmasını esas alarak yapılacak bir mücadelenin fayda getirmeyeceği tespitinde bulunuyorlar. Oysa tam aksine; sol’a düşen görev; yeni dönemin öznesinin (AKP) eski dönemin paradigmasının sonucu olduğunu doğru analiz etmek, bu paradigmanın yeni dönemdeki temelini ve görüntülerini doğru tahlil ederek, demokrasi ve özgürlükçü bir eşitlik için, değişen koşulların gerekli kıldığı mücadele araçlarını oluşturmaktır. Muhalefet hattını bu eksene oturtmaktır. Zira pragmatizm siyasal bir metodoloji ve felsefe anlayışı olarak; söylem, eylem ve etki arasında;
bilgi düşünce ve anlam bütünlüğünü de koruyarak davranmayı ve değişen şartların değişen koşullarını da bu anlamlı bütünlüğü bozmadan yönetebilmeyi öngörür.
Bu nedenle sola düşen hayır demektir. Hayır; asla kötü olanı savunmak değil; eski olan “bir kötü“ yerine, getirilmeye çalışılan ve ondan farklı olmayan, “yeni bir kötü”ye  karşı; gerçekten iyi olanı, demokratik olanı oluşturma önünde engel olmamak ve onu olanaklı kılmaktır.  (Radikal)  

NEVAL OĞAN BALKIZ:Dr.Hukukçu /Akademisyen