Önceki yazılardan birinde Ankara’ya ne zaman gitsem başıma bir şey geldiğinden bahsetmiştim. Ankara maceram halen sonuçlanmış olmadığından, geçtiğimiz hafta yine bir ziyarette bulundum. Esasında mevzu çok basit: Sıhhiye’deki adliyeye gidilecek, bir soruşturma dosyasının örneği alınacak, hazır gelmişken de dosyanın savcısına birkaç soru sorulacak. Gitmek istediğim bölümü sorduğum güvenlikçi arkadaş kendinden gayet emin bir şekilde beşinci kata çıkmamı söyledi. Çıktım ve aşırı heyecanlı maceram başladı...

Uzun bir koridorda ilerliyorum ve koridorun sağından solundan devamlı geçişlerle karşılaşıyorum. Tamamen içgüdüsel bir şekilde herhangi bir aradan girdiğimde kendimi bir başka uzun koridorda bulup, yine bir araya girmek suretiyle diğerinden de başka bir koridora açılıyorum. Indiana Jones filmi gibi yemin ederim. Her an bir yerden sivri oklar çıkıp vücudumu delecek veya hiç basılmaması gereken bir taşa basıp aniden akreplerle dolu bir çukura düşüverecekmişim gibi yürüyüp duruyorum. Baktım durum zorlaşıyor, hemen kamçımı çıkardım. Bir de öyle sanıyorum ki; adliyeyi yapan arkadaşlar, adliyenin kullanıcılarını parmağında çevirip çevirip bir tarafa fırlatması üzerine mimariyi kurgulamışlar. Zira bir katta yaklaşık 20 dakika dolaştıktan sonra başladığım yere geri dönmemin başka bir izahı yok.

Biraz mola verip nerede hata yaptığımı ve nasıl olup da aradığım yeri bulamadığımı düşündüm, kendime tatmin edici bir yanıt veremedim. ‘Zaten yön duygum berbat. Tamamen benim mallığım’ diyerek yerimden doğruldum ve herhangi bir kaleme dalıp, gitmek istediğim yeri sordum. ‘Ohooo avukat bey, siz çok yanlış gelmişsiniz’ dedi bir memur arkadaş. Yahu Samsun’a gideyim derken yolu kaçırıp Elazığ’a mı geldim kardeşim? Bir adliyede nasıl çok yanlış gelmiş olabilirim? Adliyenin karanlık dehlizlerindeki maceramın yeni başladığını bilmediğim için bu şekilde düşünmem aslında normal.

Memur, üçüncü kata inmemi, oradan çay ocağının yanındaki tuvaletten ilerleyip sol tarafı takip etmemi söyledi. Dediğini harfi harfine yaptım ama aradığım yer yok. Çay ocağına sordum, ‘Abi sen n’aptın ya... Bak şimdi; şu karşı koridordan gir, küçük merdivenden bir kat yukarı çık, orda koridorun solunda fotokopinin dibinde’ dediler. Yahu 2. Dünya Savaşı’nda Nazi cephe gerisine sızan Kızılordu askeri bu kadar detaylı bir tarif almamıştır. O çocuğun da dediğini yaptım. Kan ter içinde dediği yerlerden geçtim geçmesine de, ilaç için bir tane bile fotokopici yok. Polise sordum, ikinci kata yolladı. İkinci kattaki mübaşir, gerisin geri dördüncü kata şutladı. Dördüncü kattan tekrar beşe, beşten tekrar üçe indim. Ankaralılar, pinpon topu gibi kattan kata fırlatıyorlar beni...

En sonunda ağır ceza bloğu adını verdikleri bölüme geldim, oradaki güvenlik görevlisine durumu anlattım. ‘Şu anda biz ikinci kattayız ama aslında burası üçüncü kat. O yüzden siz bir kat aşağıya yani birinci kata inin, ama aslında orası ikinci kat olduğundan ikinci kata çıkın’ dedi... Len! Oğlum yapmayın böyle? Amacınız nedir? Şaka mı yapıyorsunuz? Yoo, adam gayet ciddi...

Ben başladım bire inerken aynı anda ikiye çıkmaya. Siz de ara sıra yapın bence. İnsan gerçeklik duygusuna yabancılaşıyor. Bu sefer sona doğru yaklaştığımı hissediyorum derken, nasıl yaptığımı gerçekten bilmiyorum ama beni iner misin çıkar mısın’a bağlatan güvenliğin olduğu kata geri çıkmış halde buldum kendimi... Adam güldü. Benim de sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Ben güldükçe o gülüyor, onu gördükçe bende kayış iyice kopuyor:

– Sizin adliyeniz ne kadar şey... Ehe...

+ Karışık gibi görünür ama insan alışıyor avukat bey. Ehehe.

– Hahahaha... Yahu ben buraya nasıl geldim? Ben sekize uçarken yirmi bire düşüyordum en son? Kahkahkah...

+ Ğağağağa. Yaa siz o aradaki basamaklardan inmeden direkt geçince buraya geri geldiniz tabii. Ehehehe.

– Hahahaha. Deme yahu. Ben de diyorum nasıl oldu. Hangi ağzına bastığım basamağıymış o? Haha.

+ Ya, böyle içe doğru kıvrılır gibi olup da düz gidilen. Eheh.

– Yahu öyle desene. O kabilesine hayranlık duyduğum basamağını kim bilmez... Ya ben yerim o sevimli basamakları. Hahah. Haydi görüşürüz yine.

+ Selametle avukat bey. Eheheh.

Ben gerçekten o içe doğru kıvrılan küçük merdivenleri gördüm ama herhalde adliyenin çok gizli bir yerine gidiyor, oradan geçersek ya muhafızlar mızrakla saldırır ya da bubi tuzağına falan denk geliriz diye hiç girmedim. Böyle eski Rum apartmanlarının merdivenleri gibi, döne döne, kıvrıla kıvrıla sizi bir yere indiren ufacık bir merdiven... Hay ben senin basamağına kurban olayım...

Av. Indiana Jones olarak bu tehlikeli görevi de geçtim. O basamaklardan inip arayı geçene kadar dört timsah, yirmi sekiz koala öldürmek zorunda kaldım. Tabii üzerime atılan zehirli oklar, aniden karşıma çıkan iskeletleri falan saymıyorum... Üst baş toz toprak içinde... Şapkamı timsahlar kemirmiş, yarısı yok. Kırbacımın tadına bakan düşmanlar sağa sola kaçışmış. Sırtımdan zehirli böcekler çıkıyor, sol gözüm mor, kaşım patlak, çantamı da en son kunduzlar kemirdiğinden evraklar sallanıyor. Bir tek ipleri her an kopacakmış gibi duran asma köprüm eksik. O da olsa sahneyi tamamlıyoruz. Ama yine de başardım.

Av. Indiana Jones, esenlikler diler. Bir sonraki Ankara macerasında buluşmak üzere.



(Bu yazı, Hukukta Sol Tavır Derneği’ne ait #DirenTerazi blogu için kaleme alınmıştır)