Sıradan bir Salı sabahıydı. Çok zor uyanmıştım. Biraz telefonumla oynadım. Sonra kalktım, sardunyaları suladım, kuru yapraklarını temizledim. İçeri geçip kahvemi yaptım. Balkonda kahvemi içip, bir yandan da memlekette neler olmuş ona bakıyordum. Derken telefonum çaldı. Özgür arıyordu.
 
Özgür benim doktora sınıfından öğrencimdi. Son derece kibar, son derece gayretli bir meslektaş olarak tanımıştım onu. Açtım telefonu. Hal hatır sorma aşamasından sonra girdi konuya. Akrabası olan müvekkili Ayşe bir limited şirketin müdürüymüş. Şirketin son üç yılda 2 milyon TL’ye yakın kamu borcu birikmiş ve aslında işi yapan da Ayşe’nin eşi Ziya imiş. Ayşe’nin malvarlığı borcu ödemeye yetiyormuş aslında ama borçtan kurtulmanın yollarını arıyorlarmış. Bu borç yüzünden aile ilişkileri bozulmuş ve sonunda tartışmalar Ayşe ile Ziya’nın boşanmasına kadar varmış. Ama hala birbirlerine deli gibi âşıklarmış. Ziya hem şirketi batırdığı için hem de bu yüzden boşandığı eşi Ayşe’ye onca borcu bıraktığı için derin bir vicdan azabı içindeymiş. Bir yolu varsa mutlaka o yolu bulup denemek istiyormuş. Birkaç büro ile görüşmüşler sözde. Hepsi de Ayşe’nin bu borçtan sorumluluğunun bulunduğunu, kurtulma imkânının olmadığını söylemişler. Özgür’ün aklına bir de bana danışmak gelmiş.
 
Aynı akşam Özgür, ben, Ayşe ve Ziya yemekte buluştuk. Ziya’nın Ayşe’nin gözlerine nasıl sevgi ve şefkatle, nasıl aşkla baktığı fark etmiştim yemekte. Konuya girdik sonunda. Başladılar anlatmaya. Anlattılar, anlattılar… Notlar aldım, sorular sordum, şemalar çizdim. Sonunda “Aslında bir yol var” dedim. Hepsinin ruhu çekildi sanki. Hatta Ziya ilk 5-6 saniye hiç tepki veremedi. Öylece kaldı. Haklıydı da, çünkü o borçtan kurtulmanın bir yolu yoktu, hep onu duymuşlardı. Muhasebecileri, danıştıkları avukatlar hep o borcun zorla tahsil edileceğini söylemişlerdi. Bense kendi naçizane mesleki bilgim ve tecrübelerim ışığında bir çözümün olduğuna inanıyordum. Çok değil, daha 9-10 ay önce bu boyutta olmasa bile bu şekilde sonuç almıştık. Ancak hepimiz biliriz ki bu meslekte belki de en çok dikkat etmemiz gereken kural asla ve asla dava sonucu hakkında garanti vermemekti. Vermedim ben de haliyle, veremedim.
 
Bir hafta sonra gönderdiğim dilekçelerle Özgür iki ayrı dava açtı. “Hocam açıyoruz ama boşuna yargılama masrafı çıkarıyoruz sanki aileye” diye sitem etti Özgür. “Sen aç davaları” dedim. Açtık. Her şey öngördüğüm gibi ilerliyordu.
 
Bir süre sonra Özgür ile adliyede buluştuk. “Ayşe Hanım size güvenmek istiyor ama Ziya Bey ‘Boşuna ekstradan masrafa girdiniz’ diye sitem ediyor bize” dedi. “Ziya Bey’in öyle düşünmesi normal ama sonuçta vekâleti veren Ayşe ve o devam etmemizi istiyor. Sen işin peşini bırakma. Gerisini şimdilik fazla dert etmeyelim” dedim. Özgür de aslında bana güveniyordu. Belki de en çok o güveniyordu. Ancak Ziya hiç itibar etmedi açtığımız davalara. Etmemekte de kendince haklıydı. O sadece borcu düşünüyordu. Ve nasıl ödeneceğini…
 
Yaklaşık 7-8 ay geçti aradan. Bir gün Özgür aradı. Tüm müzekkerelerin cevabı gelmişti. “Perşembe günkü duruşmada hâkim muhtemelen karar verecek” dedi. “Umarım!” dedim. Sonrasında Ayşe aradı, sesi ağlamaklıydı. Kararı görmeden pes etmememiz gerektiğini söyleyebildim sadece. Umutlandı. Ben çok daha umutluydum ama daha fazlasını söyleyemiyordum. Ziya hiç aramadı ama. Perşembe günü yanlış hatırlamıyorsam saat 10:20’de duruşma vardı.
 
Ve yine sıradan bir sabahtı. Kirve’yi suratımda bularak uyanmış, yatağımda şekerleme yapmak isterken onun ısırıklarına maruz kalmıştım. Kalktım. Mamasını suyunu tazeleyip kumunu temizledim. Kahvemi yaparken Özgür aradı. Saat 09:20 gibiydi. Açmadım. Altı üstü karar duruşmasına girecek ve önceki beyanlarını tekrar ederek talep yönünde karar verilmesini isteyecekti. Duruşma öncesinde tekrardan her şeyi konuşmamızı gerektirecek bir durum yoktu.
 
Özgür ısrarla aramaya devam etti. Sonunda açtım. O sabah duyduklarımı meslek hayatım boyunca unutamayacağım galiba. Özgür’ün ağzından kelimeler zorla çıkıyordu. “Hocam” dedi, “Ziya Bey dün akşam intihar etmiş.” Bıraktığı notta Ayşe’ye onu hep çok sevdiğini, sebebiyet verdiği her şey için özür dilediğini ve kendisini affetmesini istediğini yazmış.
 
Ne diyeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Bir yandan Ziya’yı ben öldürmüş gibi hissediyordum ama benim de suçum yoktu sanki. Neden sonra sakince Özgür’den duruşmayı ihmal etmemesini isteyebildim sadece.
 
O sabah ne kahvemi içebildim ne de Kirve ile ilgilenebildim. Aynı masada yemek yediğim, benden bir çare bekleyen ve karısını çok seven o adam artık yaşamıyordu. Kâbus değildi bunlar, balkon demiri kadar soğuk bir gerçekti; hayatın en soğuk gerçeği... Ölüm!..
 
Bir süre sonra Özgür aradığında açmadım önce. Bir yanım davanın lehe sonuçlanmasını umuyordu. Mesleki egom bunu istiyordu galiba. Öbür yanım ise tuhaf bir şekilde ret cevabını bekliyordu sanki. Ziya’nın intiharının bir sebebi olmalıydı zira, boşu boşuna hayatına son vermiş olmamalıydı.
 
Sonunda açtım telefonu. Beklediğim, umduğum gibi dava kabul edilmişti. Ayşe’nin bu borçtan sorumluluğunun olmadığına karar vermişti mahkeme. Sevinemedim... Çünkü çok çok iyi biliyordum ki davanın bu şekilde sonuçlanacağından haberi olsaydı Ziya intihar etmezdi. Hatta bu sonucu görse belki aralarındaki saçma sapan gerginlik sona erecek, buzlar eriyecek ve belki Ayşe ile Ziya yeniden bir araya gelecekti. Belki de Ziya o akşam yemekte telefonundan gösterdiği o mütevazi tekneyi alacak ve 2017 yazını arzu ettiği gibi Göcek koylarında sinarit avlayarak geçirecekti. Ama olmadı. Bir gün daha bekleyemedi! Dayanamadı bir gün daha, direnemedi!
 
O gün sabahtan akşama kadar Ziya’yı düşündüm. Ziya’nın hayallerini getirdim gözümün önüne. İntihar bile olsa bir yerde bir ölüm varsa eğer bir katil de olmalıydı mutlaka. Kimdi ama o katil? Karısını müdür olarak gösterip şirketi batıran kendisi mi, taşınmazlarını satarak borcu ödemeye yanaşmayan Ayşe mi, “Yapacak bir şey yok, ödeyeceksiniz” diyen önceki avukatları mı, davayı kazanacağına sonuna kadar inanmasına rağmen sonuç hakkında kesin konuşamayan ben mi, yoksa normatif olarak haklı çıkabileceğine inandığın bir davanın sonucu hakkında kesin konuşmana mahal vermeyen hukuk sistemi mi? Ne önemi vardı ki? Sinaritin aslında fesleğen sosuyla yenmesi gerektiğini söyleyen Ziya hayatta değildi artık. Kimin öldüğü gün gibi ortadayken, katilin kim olduğunun ne önemi var ki? Senin hiç dava sonucu hakkında kesin konuşamadığın için intihar eden müvekkilin oldu mu sayın okuyucu? Hiç kendini dolaylı da olsa genç bir ölümden mesul hissettin mi?
 
Yaklaşık bir ay geçmişti aradan. Lisanstan arkadaşım Murat bir davası için hafta içi bir akşam müvekkilinin de olacağı bir yemek organize etmişti. Gittim. Müvekkilinin iş yaptığı şirketlerden çok miktarda alacağı vardı. Birçok şirkete çok sayıda davanın açılması gerekiyordu. “Yalnız X Limited Şirketi’ne dava açmayalım. Sahibi borcundan dolayı intihar etti. Bir de biz vurmayalım” dedi. X şirketinin bizim Ayşe ve Ziya’nın şirketi olduğunu anlamıştım. “O intiharın suçlusu biraz da benim aslında, biziz, biraz da hepimiziz” demedim, diyemedim.
 
Sonraki sabah zor uyandım yine. Kirve tüm gece göğsümde uyumuştu. Sonunda kalktım. Kumunu temizleyip, suyunu tazeledim. Kahvemi içerken sardunyaları suladım. Sigaramı yaktım. Göcek koylarını düşündüm sonra. Kimsenin bir daha Göcek’te sinarit avlayamamasını dileyerek...

GÖKMEN GÜNDOĞDU / AVUKADOS


Kaynak: www.avukados.com/single-post/2017/04/28/Gocek-koylarinda-sinarit-avlamak