Adli tatil geldi, tatil planları başladı. Nereye gidelim, nereye gidelim derken en son Samsun’da karar kıldık. Neden mi Antalya yerine Samsun, çünkü Rus uçağı düş… Yok yok, uzun süredir görüşemediğimiz Samsun’daki akrabaları ve arkadaşları görmek istedik. Ancak çocukla on saati bulan araba yolculuğu ve öncesinde yapılan eşya hazırlıkları gerçekten insanı tüketiyormuş.

Sabaha karşı yola çıkacağımız için geceden eşyaları hazırlayalım, arabaya koyayım, bir de sabah onlarla vakit kaybetmeyelim istedim. İlk olarak iki tane büyük valiz çıkardılar önüme. Birinde bizim, diğerinde çocuğun giyecekleri varmış. Makul geldi. Aldım bunları arabaya yerleştirdim. Yukarı çıkarken hazırlanma işinin çoğunu bitirmenin verdiği rahatlıkla bir an önce uyuma planları yapıyorum. Yukarı bir çıktım ki, yeni bir valiz beni bekliyor. Bunda ne var? Çocuğun oyuncakları. Evet, sonuçta çocuk bu, tatilde oyuncaklarıyla oynamak isteyecek. Onu da arabaya bırakıp geri geldim, kapıda bir valiz daha var. Deniz eşyaları, makyaj malzemeleri, ilaçlar, kitaplar falan varmış içinde.

“Arkadaş neden parça parça hazırlıyorsun şu eşyaları?” diye soracaktım ama sorumun cevabını zaten kısa bir süre içinde kendim öğrendim. Eşim gözümü korkutmak istemiyormuş. Biz hazırlık işinin henüz en başlarındaymışız meğerse. Biliyor ki hepsini tek seferde önüme koysa, “Yuh! Bu kadar eşyayla ne yapacağız? Tatile mi gidiyoruz, ev mi taşıyoruz?” diye çıkışacağım, bir kısmını elemesini isteyeceğim; ondan taksit taksit veriyor eşyaları. Ben götürüp gelene kadar bizimki yenisini hazırlıyor. Yukarı çıkıp her kapıyı açtığımda eşimle aramızda şöyle konuşmalar geçiyor:

- Bu ne?

+ Top.

- Onu ben de görüyorum yaa. İki tane aldık ya? Bunu neden alıyoruz?

+ Öbürleri ev içindi, bu sokak topu.

- Sokak topu da neymiş ulan? Terlik mi bu? Bunda ne var peki?

+ Şimşek Mcqueenli basketbol potası ile Örümcek Adamlı bisiklet.

- Şimdi başlayacağım şimşeğine de örümceğine de ama. Niye alıyoruz bunları?

+ Çocuk bunlarsız yemek yemiyor. Basket atıyor yemek arasında. Sonra gidip bisikletle potayı deviriyor.

- Tövbe estağfurullah. İyice psikopatlaştı bu çocuk. Peki, bunlar ne? Şezlong değil mi şunlar yahu?

+ Sahilde onları birleştirip yatak yapacağım çocuğa. Kumda mı yatsın yavrucak Sümüklü Hatice’nin oğlu gibi?

- Len, salondaki berjeri de mi alıyoruz?

+ İkili koltuk sığmaz diye onu aldıydım. Sığdırırız diyorsan…

Pes yani! Evde çocukla ilişkilendirilebilecek ne varsa yanımıza aldık. En sevdiği tabak, en sevdiği yastık, en sevdiği kumanda, en sevdiği arkadaş... Arkadaş mı? Baharcım senin ne işin var valizde, çık bakayım oradan. Çocuğun her türlü b.kunu püsürünü doldurduk; gelgelelim benim eşyalara yer bulamıyoruz. Tıraş makinemi almak istiyorum, “Sen tatilde tıraş olmazsın zaten” cevabıyla karşılaşıyorum. Senede zaten toplam bir hafta kullanabildiğim paletlerimi çıkarıyorum, “Koca şeyi nereye sıkıştıracağız” oluyor. Spor ayakkabımın bile sadece sol tekine onay çıktı. Uzun pazarlıklar sonucu götürmeyi planladığım eşyaların çoğunu geride bırakıp, koparabildiklerimi arabaya taşıdım. Lozan Antlaşması’yla 12 Adaları kaybeden İsmet Paşa gibi hissediyorum bildiğiniz.

Kısa süre içinde, bir karınca misali kendi ağırlığımın yüz katı kadar eşyayı sırtlayıp arabaya yerleştirdim. Bagaj tepeleme doldu, arka koltukların ayak aralarına eşyaların bir kısmını tıkıştırdım. Baktım hala açıkta eşyalar var, arka koltuğun sağ tarafını iptal edip oraya istifledim kalanları. Sözde sabaha karşı yola çıkacağız diye akşam erken yatacaktım. Gece ikide ancak bitti toparlanma faslı. Yine de sabah kalktığımda kapıda hala arabaya gidecek iki valiz ile bir de kuş kafesi duruyordu. Ha bir de hala “Yerimiz varsa şunu da alalım mı” diye bir şeyler gösteren eşim. Kendisini o “mutlaka yanımıza almamız gereken şeyler”in Samsun’da da satıldığına ikna etmem epey bir zaman aldı.

Son parçaları da yerleştirip, güç bela arabaya bindik. Arka tarafa bakıcımız ile çocuğu, ön koltuğa da eşimi oturttum. Muhabbet kuşumuz Süleyman ile kafesi de yer yokluğu nedeniyle eşimin kucağında kaldı. Bagajdaki eşyalardan orta, kuş kafesinden de sağ ayna görünmediği için sadece refüjü görebildiğim sol ayna yardımıyla arabayı kullanmaya başladım. Tam bir Alamancı arabası! Wie weit ist Samsun von hier aus?

Yola çıktık, dakika bir gol bir, daha Bakırköy’e gelemeden sabahın dört buçuğunda yol çalışmasına yakalandık. Bildiğiniz mesai çıkışı köprü trafiği gibi! Trafiği atlattık, çocuk uyanıp başladı ağlamaya. Çocuğu yolda oyalamak için aldığım ve on saate yayarak parça parça vermeyi planladığım tüm oyuncakları çocuğun ele geçirmesi ve tümünden sıkılması toplam on beş dakika ya aldı ya almadı!

Oyuncaklardan sonraki ikinci önemli silahımız olan “Ali Baba’nın Bir Çiftliği Var” şarkısına geçtik. Neyse ki hayvan taklitleri biraz dikkatini çekti de sustu. Ancak yol uzun, hayvanlar kısıtlı. Keçisi, köpeği, ineği, aslanı derken dördüncü tekrarda çocuk huysuzlandı yine. Başladık yeni hayvanlarla şarkıyı canlı tutma çalışmalarına. Ama ne hayvanlar. Ali Baba’nın Çiftliği’ne Komodor ejderinden tutun da Madagaskar lemuruna, denizgergedanından benim dayıoğluna kadar bütün hayvanları soktuk çıkardık.

Ali Baba’nın da işi kotaramayacağı anlaşılıp, çocuk yeniden mızmızlanmaya başlayınca taktik değiştirdik. 4-4-2’ye döndük, olmadı. 3-5-2’ye zaten takım alışık değil. Bakıcıyı sarkık ön libero yaptık, hanımı forvet arkasına çektik, ben serbest oynayıp çapraz koşular yaptım ama çocuk bir türlü sakinleşmedi. Son çare, yer değiştirme faslına geçtik. Eşim bakıcının yerine geçti önce. Taze kanla bir süre idare ettik. Çocuk yine mırın kırın edince de, eşimle ben yer değiştirdim bu sefer. Ardından benimle bakıcı, bakıcıyla çocuk, çocukla valiz, eşimle Süleyman… Bir on dakika kadar böyle devam ettik. Ancak baktım ki muhabbet kuşumuz Süleyman arabayı çok tehlikeli kullanıyor, tekrar direksiyonun başına ben geçtim. Bu arada çocuk da kendi kendine uykuya daldı.

Çocuk uyudu uyumasına ama bu kez de Süleyman ötmeye başladı. Onu susturduk, bakıcıyı araba tuttuğu için durmak zorunda kaldık. Tam yola çıktık, yarım saat sonra tuvalet molası. On beş dakika gittik, karınları acıktı. Tekrar yolculuğa başlıyoruz, “Yavaş bey, yavaş. Arabada çocuk var” lafı geliyor. Sie fahren zu schnell! Öyle yavaş gidiyoruz ki, bir mucize gerçekleşiyor ve son otuz beş yılda ilk defa bir Anadol, araba solluyor. Arada çaktırmadan hızlanayım diyorum, Süleyman elimi tutuyor vites düşüreyim diye. Oğlum sana ne oluyor? Muhabbetin zaten çekilmiyor, işimize karışma bari!

Böyle böyle güç bela Samsun’a vardık. İlk gün yorgunluktan yirmi saate yakın uyumuşum. Şimdi kendimi toparladım toparlamasına da, aklımda bir tek soru var: Bu yolu nasıl geri döneceğiz? Süleyman, “Yorulursan, bunalırsan direksiyona ben geçerim abi” diyor ama dur bakalım.



(Bu yazı, Hukukta Sol Tavır Derneği'ne ait #DirenTerazi blogu için kaleme alınmıştır)