Birkaç senedir Beylikdüzü’nde yaşıyorum. Sanki Beylikdüzü’nde yaşadığım yetmiyormuş gibi, bir de üstüne arkadaşlarım, “Oha lan oraya kim gidecek şimdi” dedikleri tüm işleri bana iteliyorlar. Büyükçekmece Adliyesi’ndeki duruşmalar, Çatalca Adliyesi’ndeki keşifler, Silivri Cezaevi’ndeki tutuklu görüşmeleri… Hadi yine bunlar neyse de, geçen yaz bir arkadaşım geç kalacağı için amcasının bizim oradaki cenazesine gitmemi istedi. Hakikaten iyice b.kunu çıkardılar! Pendik’ten geliyorlarmış da, TEM’deki ölümlü kaza nedeniyle trafik kilitlenmiş de… Len oğlum, iyi de ben ne yapayım? UYAP’tan bekletme mi göndereyim? İmamla konuşup sonraki cenazeyi mi aldırayım? Karşı tarafa dil döküp az daha beklemelerini mi rica edeyim? Acılı günde bunların hiçbirini telefonda söyleyemedim tabii.

Ölen kişi Niyazi Amca’ydı. Yani sülalenin azılı dolandırıcısı. Bir koyup beş alacakları vaadiyle kiminin evini, kiminin arabasını, kiminin altınlarını sattırmış, kimine senet imzalatmış, kiminin de banka hesaplarını boşaltmıştı zamanında. Paraları cukkaya indirince de ortadan kaybolmuştu. Bizim arkadaş amcasını çok sevdiğinden aleyhine açılan davaların bir kısmını bana getirmiş; fakat Niyazi Amca sağolsun bizim vekalet ücretinin de üzerine yatmıştı. Sağ iken para vermediği yetmezmiş gibi, şimdi cenaze işlerini de avukatına bedavaya yaptıracaktı işte.

Arkadaşım telefonda Niyazi Amca’nın cenaze namazının kılınacağı caminin adını verip, aileden kimsenin cenazeye gelmek istemediğini söyledi. Adamın ölümü bile kızgınlıklarını geçirmemişti. Yine de eğer kaldıysa Niyazi Amca’nın daha dolandıramamış olduğu tanıdıklarından gelen olur, bir şeyler gerekir diye benim orada bulunmamı istiyordu arkadaşım. Ben de telefonu kapattıktan sonra atlayıp camiye gittim. Son dönemde İstanbul’u yeniden fethetmişçesine yapılan, ihtişamlı, tripleks camilerden bir tanesiydi bu. Caminin altını süpermarkete kiraya vermişler, yanına kafe açmışlar, önünü paralı otopark yapmışlardı. Üst kata da kitap, seccade, tespih gibi dini ürünler satılan bir dükkan kurmuşlardı. Cami oturduğu yerden benden çok kazanıyordu kısacası.

Camiye varınca, Niyazi Amca’nın gelen yakınlarını bir göreyim, başsağlığı dileyeyim dedim ama etrafta kimsecikler yoktu. Sağa sola girip çıkarken yanlışlıkla caminin gasilhane kısmında buldum kendimi. İçeride imam ile birlikte yaşlıca bir adam vardı. İmam, cenaze için mi geldiğimi sordu. Boş bulunup “Evet” dedim. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, “Gecikmeden kaldıralım o zaman cenazeyi” deyip yanına çağırdı beni. Tabutun ön tarafına imam ile yaşlı amca geçti, arka kısmını da tek başıma bana bıraktılar. Tabut takriben 100 kilo, hava sıcaklığı 40 dereceydi. Başladık yürümeye.

Yürüdük, yürüdük, caminin köşesini döndük. Gördük ki, cenazeyi avluya sokacağımız rampanın girişine biraz önce bahsettiğim süpermarketin kamyonu çekilmiş, iki kişi mal boşaltıyordu. Diplerine kadar gittik ama adamlar umursamadı. Önce kibarca “Kamyonu çekerseniz cenazemizi içeri alacağız” dedim. “Az kaldı, bitiyor birazdan” diye cevap verdi kamyonun kasasındaki adam. Tabutun ağırlığıyla birlikte benim kafam attı tabii. Sayısal üstünlüğümüze de güvenerek “Çeksenize kardeşim arabayı, sizi mi bekleyeceğiz!” diye çıkıştım. Öyle dememle birlikte, süpermarketin içinden “Noluyo lan!” şeklinde böğüren üç mahlukat çıktı. Sonradan öğrendim ki, bir süre önce imamla market çalışanları arasında mal indirme yüzünden bir tartışma yaşanmış ve imam da bunları şikayet ettiği için araları bozukmuş.

Bir ara “artistleneyim” diye düşündüm ama kısa süre içinde aklım yüreğime üstün geldi. Hemen yavaş çekimde hesap yapmaya başladım. Beşe karşı dört kişiyiz. İmam anca beddua okur, yaşlı amcanın kendine hayrı yok. Niyazi Amca’dan destek vermesini beklemek içinse gerçekten çok ümitsiz bir durumda olmak lazım; çünkü kendisi dünyevi işlerden elini eteğini çekeli epey olmuş. Artı olarak, kavga anında imamı günah, yaşlı amcayı da vicdansızlık olur diye dövmezler. Daha iki dakika önce kimsenin yerinde olmak istemeyeceği Niyazi Amca ise mevcut konjonktürde bir anda en şanslı kişi mertebesine erişti. Sadeleştirme yapınca, kala kala geriye ben kalıyordum ve kallavi bir dayak beni bekliyor gibiydi. Erkekliğe b.k sürdürmeden, “Ulan dua edin cenazemiz var. Çok sevdiğimiz bir amcamızı kaybettik. Bu acılı günümüzde daha fazla tatsızlık istemiyoruz. Allahınızdan bulun” deyip, tornistanla tabutu ters yöne çevirdim hemen. İmama dönüp, “Başka giriş yok mu?” diye sordum. Kafasıyla caminin diğer tarafını işaret etti.

Yeniden yürümeye koyulduk. Mustafa Sarıgül’ün 99 Depremi sonrası Gölcük’e gönderdiği yardım kamyonlarını önce bir Taksim Meydanı’nda turlatması gibi, biz de avluya çıkmadan önce tabutla camiyi tavaf etmeye başladık. Yol boyunca imam beni şaşırtmayıp, gerçekten marketçilere beddualar okudu. Yaşlı amcadansa hırıltılar gelmeye başladı. Birkaç yüz metrenin sonunda tabut 450 kiloya, hava sıcaklığı ise 120 dereceye çıkmıştı. Musalla taşını görsem tabutu kenara fırlatıp ben yatacaktım neredeyse.

Derken caminin merdivenli bir yerine geldik. Hoca, “Cenazeyi burada yukarı çıkaracağız” dedi ama merdivenlerin sonu görünmüyordu. Bir anda Led Zeppelin’in Stairway to Heaven şarkısı çalmaya başladı! Ancak Niyazi Amca’nın pek cennetlik hali yoktu. Yahu niye taşıyoruz cenazeyi yukarı? Sonuçta toprağa gömmeyecek miyiz tabutu? Adamcağız dolandırıcı diye Yüzüklerin Efendisi’ndeki gibi Hüküm Dağı’nın lavlarında mı eriteceğiz cehennem niyetine? Bunları içimden geçiriyordum tabii. İmama söylesem namaz çıkışı cemaate dövdürürdü beni. Bir merdivenlere bir de imama soran gözlerle bakınca, kot farkından dolayı avlunun iki kat üstte kaldığını söyledi. Kısaca, Kartal Adliyesi’yle yarışacak saçmalıkta bir mimari!

Mecburen yukarı çıkaracaktık cenazeyi. Ancak bizimkiler merdivenlere ilk adımlarını atıp tabutu önden kaldırınca, tabut oldu 1250 kilo. Fıtıklarım “Yuppi” diye bağırmaya başladı. Suratımda Naim Süleymanoğlu’nun olimpiyatlarda dünya rekoru kırmadan az önceki ıkınan ifadesi! Hoca, “Bir şey mi oldu?” diye sordu; ancak ben bırakın cevap vermeyi, nefes bile alamıyorum o an. Ağustos böcekleri gırgır yaparken rızkını çıkarmak için kendisinin kırk katı ağırlığı taşıyan karınca gibiydim sanki.

Başladık tabutu merdivenlerden çıkarmaya. Taşırken bir yandan da imam, “Beyler dikkatli olalım, duvarlara sürtmeyelim tabutu” diye uyarıyor. Tabut kendisine zimmetliymiş. Sanırsınız üniversitedeki bekar evine buzdolabı taşıyoruz. Otuzuncu basamaktan sonra kalbimin atış hızı ikiye katlandı. Kesik kesik nefes almaya başladım, kulaklarımda “Hadi baba yapabilirsin” sözleri çınlıyor. Hoca da durmadan “Az kaldı, az kaldı” diye gaz veriyor. Uzaya mı çıkıyoruz, napıyoruz kitapsızlar? Bir yandan arkadaşıma, bir yandan imama, bir yandan da Niyazi Amca’ya sövüyorum. Ardından kendi kendime, “Ulan camide sövdük günaha girmiyoruz inşallah” diyorum. “Sövmeyi bırakıp, artık işimizi yapalım da sevap point kazanalım biraz” diye düşünüyorum. Daha sonra bir şüphe düşüyor içime. “Adam dolandırıcı diye bizim sevaplardan kırmasınlar” diyorum. Yine sövüyorum. Haybeden günaha giriyorum. Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oluyorum. Tabut ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Az kaldı ölüyorum arkadaş. Mevtayla beraber defnedecekler beni de. Niyazi Amca’nın eşantiyonu olarak gönderecekler diğer tarafa…

Çıkardık cenazeyi yukarı ama ne kollarımda ne de bacaklarımda derman kalmadı. “Hocam iki dakika tabutu duvara dikleyip soluklansak mı?” diye sordum, yaşlı amca da hemen destek atıp “Ayakları üzerinde dikleyelim, ayakları üzerinde” dedi. Yahu ölen ölmüş artık, amuda kaldırsan ne yazar. İmam, “Tövbe tövbe” ile başlayıp, “süphanallah” ile devam edip, Arapça bir şeylere bağladı olayı. Dediklerinden hiçbir şey anlamadım. Zaten en başından beri hocayla aramızda aşamadığımız bir iletişim problemi vardı. Anladım ki hoca bana taktı! İlla canımı çıkaracak. Kan ter içinde tekrar yürümeye başladık. Son düzlükte tabut oldu 14500 kilo. Dik bir şekilde yürüyorum ama ellerimin yere süründüğünü hissediyorum. Kollarım oldu orangutan kolu. Bir ara arabanın anahtarı yere düştü de, eğilmeden aldım. O kadar yani!

Son dermanımızla tabutu musalla taşına koyduk. Ardından öğle namazından çıkan cemaati yakalayıp, cenaze namazı için sıraya dizdik. İmam sordu: “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Ulan benden başka merhumu tanıyan kimse yok ki. “Niyazi Amca dolandırıcının tekiydi. Benim de vekalet ücretinin üzerine yatmıştı” demek lazım aslında ama orada öyle söylenmiyor işte. “İyi bilirdik” demek de istemiyorum; çünkü o zaman da yalancı tanıklığa girecek olay. Hem zaten kimi aldatıyoruz! Cemaat sanki kırk yıllık dostlarıymış gibi, “İyi bilirdik. Çok iyi bilirdik. Pek iyi bilirdik” diye yardırdı hemen. Bense konuşmama hakkımı kullandım.

Cenaze namazından sonra, “Tabutu arabaya taşıyacağız, bir el atalım” dedi imam. Organize İşler’deki tabut numarasıyla cenazeyi cemaatin sırtına yükleyip, uzaklaştım. Arkadaki sandalyeye oturup, maç başında öne geçen Aykut Kocaman Fenerbahçesi gibi şöyle bir geriye yaslandım. Ölmüşüm, ağlayanım yok. Neyse ki o arada bizim arkadaş geldi. “Ben” dedim, “biraz kötü oldum. Niyazi Amca sevdiğimiz bir abimizdi. Janti adamdı. Gerisi sana emanet.” Her ne kadar macerayı orada bırakmış olsam da, mezarlıkta “başı kıbleye gelecek, yok yok hortuma gelecek” muhabbetinin döndüğünden eminim. Bu tecrübeden sonra değil arkadaşın amcası, kendim ölsem cenaze törenine gitmemeye yemin ettim. Ancak vekalet ücretini düzgün ödeyen müvekkil olursa, tabii o zaman belki…

OZAN GÜLHAN / AVUKADOS

-------------

Kaynak: https://www.avukados.com/single-post/2018/03/27/Merhumu-nas%C4%B1l-bilirdiniz