Osmanlı Devleti niteliği itibariyle bir Türk devleti olmasının yanı sıra aynı zamanda islami coğrafyanın da güçlü bir şekilde sesi olmaktaydı. Bu iki unsurun Osmanlı üzerinde vücut bulması Osmanlı'daki hukuk sistemininde çift başlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti özellikle 19.yüzyıl'ın başına kadar ki süreçte genelde örfi ve şer'i hukuk temelli bir hukuk politikası izlemiş ve bu politika Osmanlı Devleti’nın tabiri caizse kültürler arası bir hukuk motifi oluşturmasında etkili olmuştur.

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti Oğuzların Kayı boyuna mensup bir kabile olan Osmanoğulları ailesi tarafından İznik ve çevresinde kurulmuştur. Kurulduğu dönemde Batıda Bizans Doğuda da diğer Türk beylikleriyle komşu olması Osmanlı Devleti'nin stratejik anlamda öneminin artmasına sebep olmuştur. Bu stratejik konum Osmanlı'da hukukunda gelişmesinde önemli ölçüde etkili sağlamıştır. Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde yazılı bir hukuk kaynağı bulunmadığından uyuşmazlıklar genelde töre ve adetlerin buyruklarıyla çözüme kavuşturulmuş ayrıca Osmanlı Devleti sınırları içerisinde çeşitli açılardan öncülü olan Türkiye Selçukluların da hukuki uygulamarı devam ettirilmiştir.

Geçmiş dönemlerde Roma Hukukunda görüldüğü gibi bilahare Osmanlı Devletinde de zamanla fetihler ile beraber hukukun uygulanacağı alanın artmasıyla çeşitli bölgelerde yeni hukuk sistemleri uygulanmaya başlanmıştır. Osmanlı fethettiği ülkede halkın devlete olan güveninin sarsılmaması için bölgede bulunan hukuki uygulamaların bir süre daha devamlılığını sağlamış, onları kaldırmamıştır.

Osmanlı Devletinde hukuk sistemi yukarıda da bahsettiğim gibi şer-i ve örf i olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Örf’i hukuk özellikle töre ve geleneklerin getirisi olan buyrukların düzenlendiği, Şer-i hukuk ise bir İslam Devleti olan Osmanlı'nın Kuran, Hadis, Kıyas ve İcma düzleminde belirlenen hukuk uygulamalarından oluşmaktaydı.

Özellikle XV. yüzyılda Osmanlı hukuku önemli ölçüde bir atılım göstermiş ve bu devrin önemli hükümdarlarından olan II.Mehmet'in hazırlayıp yürürlüğe koyduğu Ka-nunname-i Âli Osman ilk Osmanlı Kanunnamesi olması bakımından Osmanlı hukuk tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Ayrıca Şer-i hukukun gelişiminde en önemli ayaklardan biri olan Osmanlı Devleti şeyhülislamları da XV. ve XVI. yüzyıllarda verdikleri fetvalarla Osmanlı Devletinde Şer-i hukukun biçim almasında önemli etkiye sahip olmuşlardır.

Mahkemeye ve hakim yapısına geldiğimizde ise Osmanlı Devletinde bütün davalar genel olarak Şer-i Mahkemelerde görülmekte  ve mahkemelerde hakim olarak kadılar yer almaktaydı. Kadıların verdiği kararı kabul etmeyen halk itiraz mercii olarak en üst makam Divan-ı Humayün'e başvurabilirdi. Kadı yargılama esnasında tek başına görev yapmakla birlikte yanında bir ''danışma meclisi'' bulunabilrdi. Bugünkü anlamda ''Jüri'' olarak kadı bunlara danışabilirdi ve buna terminolojide ''maşveret''denmekteydi. Duruşmalar eğer açık görülmemişse şaibeli sayılırlardı. Davacı farklı bir mezhebe ya da dine mensupsa kendi kurallarına göre yargılanabilirdi. Kadı kendi yakınları hakkında bir dava göremezdi ve dava sırasında kadının dava ile ilgili kişilerle münasebette bulunması yasaktı.

Osmanlı Devletinde kadılık makamı devletten resmi olarak maaş almazı.Geçimlerini davanın göreülmesi sırasında aldıkları harçlardan ve kadılık dışındaki yaptıkları işten sağlarlardı.Osmanlı kadılarının görev yaptıkları bölgelerdeki görev süreleri çoğunlukla 18 ay ile 3 yıl arasında sınırlanırdı.Bu uygulama ile kadıların bölgenin sosyal yaşantısında kendisine tanınırlık sağlanmaması bu sebeple gördüğü davalarda adam kayırma yoluna gitmemesi amaçlanmıştı.

Burada birazda İslam Hukukunun uygulamalarına bakmak gerekirse, İslam hukuk sisteminin hüküm sürdüğü coğrafyalarda ön plana alınan unsur millet yerine ümmet olduğundan mütevellit dinsel özelliklerden hareket eden İslâm hukukçuları, İslâm ülkesindeki insanları, Müslüman ve gayr-i müslim olmak üzere iki ana gruba ayırmışlardır. Osmanlı Devletinde millet tabiri, ümmet manâsında kullanılmış ve millet-i müslime ile millet-i gayr-i müslime kavramları, fıkıh kitaplarındaki esaslara uygun olarak kullanılmıştır.

Osmanlı Devletinde en üst itiraz mercii olan Divan-ı Hümayun ise  Divan, padişah, sadrazam, vezirler, kazaskerler, nişancı, defterdarlar ve diğer üyelerden oluşmaktaydı. Genel iradeyi ve toprak yönetimini düzenleyecek kanunların çıkarıldığı bu makam diğer Türk İslam devletlerinin Divanlarından farklı olarak yargı görevini de üstlenmişti. Divana gelen uyuşmazlıkların Şer-i hukukla ilgili olanlarını kazaskerler, örfi hukukla ilgili olanlarını ise öteki divan üyeleri karara bağlamışlardır.

Osmanlı ülkesinde tüm bu uygulama ve sistemlerin etrafında gelişen hukuk 19.yüzyıla gelindiğinde devleti taşıyacak düzenlemeleri kendi içerisinde barındıramamış ve bu nedenle hukuksal sistemdeki aksaklıklar özellikle siyasi ve sosyal anlamda Devletin geri kalmasına neden olmuştur. Bu siyasi ve sosyal anlamdaki geri düşme Osmanlı'yı uluslararası anlamda da yalnızlaştırmış ve İmpatorluğun dağılma süreci bu yüzyıldan itibaren daha da hızlanmıştır. Bu geri kalmanın ve aksaklıkların farkına varan bazı aydın Osmanlı yöneticileri ve hükümdarları bu çerçevede Osmanlı ülkesinde hukukun daha modern bir çehre kazanması açısından çeşitli düzenlemeler yapma yoluna gitmişlerdir. Bu hedef doğrultusunda Osmanlı Devletinin Batılı devletlerlerle ilişkilerinin geliştirilmesi amaçlanmış ve Osmanlı coğrafyasındaki sosyal anlamdaki huzursuzluğun giderilmesi sağlanılmaya çalışılmıştır.

1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı bu hukuksal yeniliklerin fitilini ateşleyen ilk belge olmuştur. Dönemin sadrazamı ve eski Londra elçisi olan Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane parkında okunan ve hukukun üstünlüğünün ilk kez esas alındığı bu belge Osmanlı Devletinde bir çok hukuksal reformu düzenleyen yeniliği barındırmıştır.

Bu belge ile herkes kanun önünde eşit olacak, bütün herkesin can, mal ve namusları güven altında olduğu belirtilmiştir. "İnsan hakları ve vicdan hürriyeti" bakımından önemli gelişmelerin sağlandığı Tanzimat fermanında zenci esirliği yasaklanmış ve mezhep değiştirmeyi yasaklayan kanun kaldırılmıştır .Bu ilkeleri takip eden zamanlarda ise 1840'da Ceza Kanunu(kısmen Fransızcadan tercüme) 1850'de Ticaret Kanunu, 1863'de de Deniz ve ticaret kanunu çıkarılmış ve 1868'de Şurayı Devlet (Danıştay) kurulmuştur. Bu kanunların yanısıra Tanzimatla birlikte Karma mahkemeler kurulup bu mahkemelerde hakimlerin yarısı yabancı yarısı Osmanlı şeklinde teşekkül etmişlerdir.

19.yüzyılın son çeyreğini girdiğimizde ise 1870'de Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir kurul on yıl kadar çalışarak İslam coğrafyasında yapılan çok önemli hukuk kodifikasyonlardan olan Mecelle hazırlanmıştır. Mecellenin hazırlanmasını takip eden süreçte de o döneme kadar bir mutlak monarşi niteliğinde olan Osmanlı ülkesi dönemin şart ve uygulamalarının getirisiyle birlikte 23 Aralık 1876 tarihinde 1.Meşrutiyet'i ilan ederek Anayasal anlamda bir monarşik devlet statüsüne kavuşmuştur.Bu meşruiyet sonucu Kanun-i Esasi Osmanlı Devletinde yürürlüğe giren ilk anayasa metni olarak tarihte yerini almış bulunmaktadır. Döneme göre tam olarak demokratik sayılmasa bile Kanun-i Esasi Osmanlı Coğrafyasındaki anayasacılık hareketlerinin temelini teşkil etmesi nedeniyle önemli bir yere sahiptir. Daha sonraları bu anayasa 77-78 Osmanlı Rus Savaşının yıkıcı etkileri neden gösterilerek II.Abdülhamit tarafından askıya alındı ve 1908 yılına kadar Kanun-i Esasi yürürlük kazanamadı.1908 yılına gelindiğinde ise İttihat ve Terakki Partisinin yaptığı hükümet darbesiyle birlikte II.Abdülhamit tahttan indirildi ve 1876 yılında kabul edilen Kanun-i Esasi önemli değişikliklerle birlikte tekrar yürürlüğe konuldu. Buna göre artık padişah bir kimseyi kendi iradesiyle sürgüne gönderemeyecekti .Ayrıca hükümet Padişaha değil meclise karşı sorumlu olacaktı.Artık Meclis-i Mebusan diye tabir edilen halkın seçtiği vekillerden oluşan Mclis, Meclis-i Ayan diye anılan Padişahın atadığı temsilcilerden oluşan meclise göre daha üstün bir konuma sahipti

Bütün bu hukuksal yenilikler Osmanlı ülkesinde heyecan yaratsa da İttihat ve Terakki yönetiminin sert ve hayalci uygulamaları nedeniyle önce Trablus ve Balkan savaşları ardından I. Dünya Savaşının yıkıcı etkileriyle Osmanlı Devletinin dağılması süreci daha da hızlandı. Bu arada özel hukuk alanında 1918 tarihli bir Aile kanunnamesi hazırlandı fakat bu kanun tam anlamıyla uygulama alanı bulamadan Osmanlı Devleti gelişen olaylar ile birlikte 1 kasım 1922 tarihinde resmen sona erdi.1921 anayasası Kanun-i Esasiyi feshetmese dahi 1924 anayasasıyla beraber Kanun-i Esaside ilga edildi. Özel hukuk alanında da 1926 tarihli İsviçre kaynaklı Medeni Kanunun kabulüyle birlikte Osmanlı Medeni Kanunu da tarihin tozlu sayfalarına karışmış oldu.


Ertuna Kara / hukukihaber.net