Prof. Dr. Ersan Şen yazdı;

Soykırım; bir planın icrası kapsamında, milli, etnik, ırki veya dini bir topluluğun tümden veya kısmen ortadan kaldırılması amacıyla, topluluk üyelerine karşı özellikle kasten öldürme suçlarının sistematik olarak işlenmesi suçuna denir.

Soykırım kavramı hukuk literatürüne kazandıran memleket Almanya’dır. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Almanya’nın Yahudilere uyguladığı sistematik öldürme ve ırkı ortadan kaldırma hareketlerinin tekrar yaşanmaması maksadıyla, Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi 12.01.1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Almanya’nın; soykırım suçu tanımına tam olarak uyan kendi hareketlerinin daha hesabını verememişken ve toplum olarak aklanmamışken, süreç ve gerekçeleri hiç de benzemediği halde, Anadolu’da yaşayan Ermenilerin 1870 yılında başlatıp 1915 yılına kadar devam ettirdikleri sistematik isyan ve kalkışma hareketleri sonrasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1 Haziran 1915 tarihinde zorunlu olarak yürürlüğe koyduğu Tehcir Kanunu ile yaşanan göç ve bu sırada gerçekleşen olayları soykırım olarak nitelendirmesini, tam manasıyla trajikomik, siyasi maksat taşıyan, başka ülkelerin iç işlerine ve tarihi geçmişlerine karışma hevesi güden kötüniyetli bir teşebbüs olarak değerlendirmek gerekir.

Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne karşı yaklaşık 30 kez kalkışma, yani isyan hareketlerinde bulunan ve bu isyan hareketlerine 1780 yılında Kahramanmaraş’ın Süleymaniye ilçesinde eski adı ile Zeytun’da başlayıp 1915 yılına kadar devam eden Ermenilere karşı yasal dayanakla tedbir almak isteyen ve bir ırka yönelik sistematik öldürme hareketlerinden kaçınan, aksine Ermeni kalkışmaları sırasında birçok yurttaşını ve askerini kaybedip, devletleşme ve ayrılma talep eden Ermeni hareketleri ile Anadolu’nun toprak bütünlüğünün kaybetme riski ile karşı karşıya kalana Osmanlı’yı, o tarihte henüz tanımlayan ve kabul edilmeyen soykırımla suçlamak vahim bir hatadır. Bu işin, bugün Türklerin ve Ermenilerin hüküm sürdüğü topraklarda bulunan devletlere ait olduğunu, bu konuya karışmanın diğer devletlerin iç işlerine ve egemenlik sahalarına karışmak anlamına geleceğini, esas itibariyle de yüz yıllık bir konunun tarihe ve hukuka bırakılması gerektiğini çok iyi bilen ve bilmesi gereken Almanya’nın temel amacını, yalnızca insan yaşamına verilen değer ve buna karşı işlendiği iddia olunan suçların kendi tarih kitaplarına alınması ve bu sayede tarih bilincinin artırılması olarak görmek saflık olacaktır. Bunun altında yatan temel amaç, Almanya’nın siyasi maksatları, bugünün Türkiye Cumhuriyeti’nin jeopolitik durumu ve özellikleri, esas olarak da tazminat ve toprak taleplerini gündeme taşımayı hedefleyen Ermenistan’a dini ve ırki nedenlerle destek vermek, ancak bu desteği verirken de kendi siyasi emellerine ulaşmaktır.

Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere karşı uyguladığı sistematik kıyım eylemleri dikkate alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nu sırtından vuranlara karşı alınan yasal tedbirleri ve bunların istenmeyen sonuçları nasıl olup da soykırım olarak değerlendirilebilir, bunun kararını başka devlet hangi hak ve yetkisine dayanarak verebilir?

1915 Tehcir Kanunu’nun yürürlüğe girmesine neden olan ve 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri karşısında ayakta kalmaya çalışan Osmanlı İmparatorluğu’nun ayaklanmaları bastırmak, tekrarını önlemek ve ülke bütünlüğünü korumak için almak zorunda kaldığı tedbirleri “soykırım” olarak nitelendirmek, hukuk ve tarih açısından isabetli değildir.

Bağımsızlaşma ve ayrın devlet kurma amacı taşıyan, en önemlisi de Osmanlı’yı parçalayıp yok etmeyi hedefleyen Ruslar, İngilizler, Fransızlar tarafından desteklenen Ermeni isyanlarının bazılarını sayalım:

1780 Zeytun İsyanı,

1890 Erzurum İsyanı,

1893 Merzifon İsyanı,

1894 Sason İsyanı,

1895 İkinci Zeytun İsyanı,

1895 Van İsyanı,

1915 Üçüncü Zeytun İsyanı,

1915 İkinci Van İsyanı.

Bu isyan ve kalkışma hareketlerini görmezden gelip, bunları masumlaştırmaya çalışarak, bir imparatorluğun ve devletin yasal, askeri ve demografik yapı açısından aldığı tedbirleri soykırım olarak nitelendirmek, tam manasıyla gayri ciddi ve gerçekleri saptırmaya yönelik yanlı bir düşüncenin ürünüdür.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun tarihini taşıyan Türkiye Cumhuriyeti’nin, soykırım iddiaları konusunda hiç kimseye karşı bir özür borcu dahi bulunmamaktadır.

1915’li yıllara gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun, insanlarının ve toprak bütünlüğünün ne derece büyük sorunlar yaşadığı herkesin malumu olup, bunun en büyük kanıtı da yüzbinleri şehit verdiğimiz Çanakkale Savaşı’nda görülebilir. Bizi dipsiz ve çok zor bir savaşın içine sokan ve 1945 yılında “soykırım” kavramını Uluslararası Hukuka sokmayı başaran Almanların, şimdi kalkıp üzerlerine vazife olmayan bir konuda 101 yıl öncesinin tarihine el atmalarını en basit ifade ile saygısızlık ve tarihi gerçeklerin saptırılması olarak yorumlayabiliriz.

Herkes önce 1780 yılından başlayıp 1916 yılına kadar devam eden tarihi süreci ve bu sürece ait belgeleri objektif bir gözle okuyup yorum yapmalıdır.

Esasında bu iddiaların hepsinin cevabı, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Andlaşması ile verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yapması gereken de, Lozan Andlaşması’nın hükümlerini ve içeriğini gözardı etmek isteyen uluslararası toplumun üyelerine ısrarla anlatmaktır.

Hukuk varsa yukarıda özetlediğim bilgiler dikkate alınmalı, yoksa onların hukuku da bizim açımızdan “yok hükmündedir”.

Son söz; esasında tarihçilerin yorumlaması gereken bu konu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuzeydoğusunu kapsayacak şekilde “Büyük Ermenistan” hayali ile yaşayan başta Ermenistan Devleti ve bu işi amaç edinmiş Ermeniler tarafından ısrarlı şekilde siyasi boyuta taşınmıştır. “Doğu Türkiye, Batı Ermenistan’dır” sözünün söylendiği ve gizli politika olarak yürütüldüğü bir noktada, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeniler ile devam eden sorunun çözümünde samimiyet arayıp bulması çok zordur, çünkü tarafların konuya bakış açıları farklıdır.

En son söz; emperyalist güçler tarafından Irak ve Suriye’nin parçalara ayrılması amacıyla körüklenen iç savaşların başlattığı zorunlu göçler, Akdeniz ve Ege’nin sularına gömülüp yiten hayatlar, esasında modern soykırımın ta kendisidir.



Kaynak: Haber 7