Prof. Dr. Ersan Şen yazdı;

Etkili başvuru hakkının kullanımı sırasında; bireyin uğradığı ihlal karşısında devletin sergilediği tutum belirleyici olup, bu aşamada devlete iki tür yükümlülük yüklenmiştir. Bunlardan birincisi, devletin yargı makamlarını oluşturma zorunluluğunu içeren temel hakların ihlal edildiğini kabul etmek ve bu makamlar önündeki başvuruları organize etmekten oluşan biçimsel yükümlülüktür. İkincisi ise; ulusal makamlar önünde başvuru yapılmasıyla yetinilmeyerek, bu başvurunun “etkili” olmasını sağlama zorunluluğunu içeren maddi yükümlülüktür[1].

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.13 ile güvence altına alınan etkili başvuru hakkı; Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetleri “koruma” yükümlülüğü öngören “İnsan haklarına saygı” başlıklı İHAS m.1’in neticesi niteliğinde olup, temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla getirilen iç hukuk yolları da bu hükümle üstlenilen yükümlülüğün bir parçası olarak görülebilecektir[2].

Başvurulacak hukuki yolun etkililiği meselesini değerlendirdiğimizde; karar veren merciinin, Sözleşmenin ihlalinden sorumlu olduğu iddia edilen makamdan “yeterince bağımsız” olması gerektiği ileri sürülebilir. Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası bağlamında bağımsız ve tarafsız olan bir organ, hiç şüphesiz Sözleşmenin 13. maddesi anlamında da bağımsız olacaktır[3].

Anayasa Mahkemesi’nin 24.06.2016 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 21.04.2016 tarihli ve 2013/7907 sayılı Hidayet Enmek ve Eyüp Sabri Tinaş kararına konu somut olayda;

Baro adına “gözlemci avukat” sıfatıyla Nevruz kutlamalarına katılan başvurucular; kolluk kuvvetleri tarafından gözaltına alınarak kişi özgürlüğü ve güvenliği haklarının ihlal edildiğini, orantısız güç kullanımı sonrası insan haysiyeti ile bağdaşmayan muamelelere maruz kaldıklarını, etkili soruşturma yürütülmemesi nedeniyle işkence, eziyet ve insan haysiyeti ile bağdaşmayan muamele yasağının ve dürüst yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir.

Soruşturma organlarının tarafsızlığına ve bağımsızlığına yönelik yapılacak incelemede;
4483 sayılı Memur ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun uyarınca, kamu görevlisi polis memurlarının ceza sorumluluğunun tespiti için valilikten soruşturma izni talep edilmiştir. Valilik, şüpheli kamu görevlileri hakkında soruşturma izni verilmediğine karar vermiştir. Başvurucular bu karara itiraz etmiş ve Bölge İdare Mahkemesince incelenen itiraz, somut eylemlerin “soruşturma açılmasını gerekli kılacak nitelik ve yeterlilikte olmadığı” gerekçesiyle reddedilmiştir. Soruşturmayı yürüten Savcılık, soruşturma izninin verilmemesi gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermiştir.

4483 sayılı Kanunun 2. maddesinin 5. fıkrasına göre; “765 sayılı TCK'nın 243 ve 245. maddeleri kapsamında açılacak soruşturma ve kovuşturmalarda bu kanun hükümleri uygulanmaz”. 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un “Yollamalar” başlıklı 3. maddesinin 1. fıkrasında ise; “Mevzuatta, yürürlükten kaldırılan Türk Ceza Kanununa yapılan yollamalar, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda bu hükümlerin karşılığını oluşturan maddelere yapılmış sayılır”. Mülga TCK m.243 ve 245. Maddeler uyarınca atıf yapılan suçlar, işkence ve neticesi sebebiyle ağırlaşmış işkence suçlarıdır. 765 sayılı mülga TCK, 5237 sayılı yeni TCK ile yürürlükten kaldırıldığından, bu hükümden anlaşılması gereken 5237 sayılı Kanunun bu suçlara karşılık gelen 94 ve 95. maddeleri kapsamında işlenen soruşturmalarda, 4483 sayılı Kanunda belirtilen izin prosedürünün işletilemeyeceğidir.

Hatta işkence ve kötü muamelenin hassasiyeti gereğince 09.04.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4748 sayılı Kanunun 3. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu 13. maddesine birinci fıkradan sonra gelmek üzere, “İşkence ya da zalimane, gayri insani veya haysiyet kırıcı muamele suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen kararlar sonucunda Devletçe ödenen tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi hakkında da yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.” fıkrası eklenmiştir.

Somut olaya döndüğümüzde; işkence suçunun soruşturulması bakımından 4483 sayılı Kanun uyarınca soruşturma izni usulünün işletilmediği ve şüpheli kamu görevlileri hakkında doğrudan soruşturma başlatılmayıp, “re’sen harekete geçme” ilkesinin ihlal edildiği görülmektedir.

Kararının 117. paragrafında Yüksek Mahkeme, soruşturmanın etkililiğine yönelik bu tespitlerin bir bütün halinde ön inceleme sürecinin makul bir özenle yürütüldüğü konusunda kuşku uyandırdığına ve soruşturulan olayın aydınlatılmasını zorlaştırdığına işaret etmiştir.

Valilik İl İdare Kurulunca polis memurları hakkında disiplin ve ön inceleme usulü olarak başlatılan idari soruşturmalarda ise; kamu görevlileri hakkında ön inceleme yapılmasını gerektirecek suç veya suç unsuruna rastlanılmadığından bahisle 4483 sayılı Kanunun 4. maddesi uyarınca ihbar ve şikayet işleme koyulmamıştır. Yine disiplin soruşturma kapsamında Valilik; yapılan araştırma ve inceleme neticesinde, başvurucuların iddialarının yeterli derecede ispatlanmadığı gerekçesiyle disiplin yönünden işlem yapılmasını gerekli görmemiş ve dosyanın işlemden kaldırılmasına karar vermiştir.

Başvurucular, her iki idari işleme karşı Bölge İdare Mahkemesine itiraz etmişlerdir. Bölge İdare Mahkemesi; disiplin soruşturmalarının 4483 sayılı Kanun kapsamında olmadığı, ancak idari davaya konu edilebileceği gerekçesiyle itirazı reddetmiştir. Kamu görevlilerinin ceza sorumluluğu yönünden inceleme yapan Valilik, şüpheliler hakkında ön inceleme yapılmasını gerektiren suç veya suç unsuruna rastlanılmadığından bahisle ihbar ve şikayetin işleme koyulmamasına karar vermiştir. Başvurucular, soruşturma izni verilmediğine yönelik bu karara Bölge İdare Mahkemesinde itiraz etmişlerdir. Ön incelemeye yönelik ihbar ve şikayetin soyut nitelikte olmadığı gerekçesiyle itirazı kabul eden Bölge İdare Mahkemesi, dosyayı soruşturma izni verilmesi amacıyla Valiliğe göndermiştir. Mahkemenin bu kararı üzerine başlatılan ön inceleme neticesinde Valilik İl İdare Kurulu; başvurucuların suç unsuru teşkil eden durumu tutanağa bağlayarak adli ve idari mercilere duyurmak yerine, polise mukavemet suçunu işlemek suretiyle şüphelilerle sözlü ve fiili müdahaleye girdikleri ve kamu görevlilerine karşı direnerek görevlerini yapmalarını engellediklerinden bahisle, ön inceleme yapılan kamu görevlileri hakkında soruşturma izni vermemiştir. Başvurucular bu karara karşı Bölge İdare Mahkemesine itiraz etmişler; ancak Bölge İdare Mahkemesi, ön inceleme dosyasında yer alan belgelerin soruşturma açılmasını gerekli kılacak nitelik ve yeterlilikte olmadığı gerekçesiyle itirazın reddine karar vermiştir.

Somut olayda başvurucular; soruşturma işlemlerinin çoğunun, haklarında soruşturma yürütülen kamu görevlilerinin hiyerarşik olarak bağlı olduğu Emniyet Genel Müdürlüğü mensupları tarafından yapılmasının, soruşturmanın bağımsız ve tarafsız şekilde yürütülmesi ilkesiyle bağdaşmadığını ileri sürmüşlerdir. Kararının 101. paragrafında Anayasa Mahkemesi; olay yeri görüntülerinin temini, şüphelilerin kimlik ve adres bilgilerinin tespiti, tanıkların ifadelerinin alınması ve benzeri birçok önemli soruşturma işlemi, haklarında soruşturma yürütülen görevlilerin hiyerarşisi içinde yer aldıkları Emniyet Genel Müdürlüğü mensuplarınca yerine getirilmiş ve başvurucuların şikayetçi sıfatıyla ifadelerinin alınması dışında, Savcılık Makamınca doğrudan yapılan ve soruşturmanın esasına etkili olan herhangi bir işlem tespit edilmemiştir.

Yüksek Mahkeme; bu nitelikte soruşturmanın esasına yönelik işlemlerin, soruşturulan olayın potansiyel failleri ile aynı hiyerarşik çatıyı paylaşan kolluk görevlilerine yaptırılmasını, yukarıda tartışılan “soruşturmanın bağımsız ve tarafsız ellerle yürütülmesi” ilkesi ile bağdaşmadığını vurgulamıştır.

Bu hususta, Bakanlık Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün 20.2.2015 tarihli ve 158 sayılı Genelgesi’nin ilgili kısmına göre; “… (2) İnsan hakları ihlali, işkence ve kötü muamele iddialarına ilişkin olarak yapılan soruşturmaların, kolluk kuvvetlerine bırakılmayarak bizzat cumhuriyet başsavcısı ya da görevlendireceği bir cumhuriyet savcısı tarafından etkili ve yeterli bir şekilde yürütülmelidir”[4].

BM İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme'nin 12. maddesine göre; “Her bir Taraf Devlet kendi egemenliği altındaki bir ülkede bir işkence fiilinin işlendiğine inanmak için makul sebepler bulunması halinde, yetkili makamlar tarafından derhal ve tarafsız bir soruşturma yapılmasını sağlar”.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Klavuzu’nun (İstanbul Protokolü’nün) 1. Ekinin 2. maddesine göre; “…Soruşturmayı yürütenler, bu tür olayların faili olduğundan şüphelenilen kişiler ve onların hizmet ettiği kurum ve kuruluşlardan bağımsız, soruşturma yürütebilecek vasıfta tarafsız kişiler olmalıdır. Bu kişilerin tarafsız tıp uzmanlarına veya konuyla ilgili diğer uzmanlara erişim veya bu tür uzmanları çağırma yetkileri olmalıdır”.

Somut olayda Anayasa Mahkemesi; haklarında soruşturma yürütülen kamu görevlisi polis memurlarının, hiyerarşik olarak bağlı bulundukları Emniyet Genel Müdürlüğünce cezai ve idari soruşturması yapıldığından, soruşturmayı yürüten makamların bağımsız ve tarafsız bir organ olmadıkları gerekçesiyle Anayasa m.17/3’de öngörülen etkili soruşturma yükümlülüğünün ihlal edildiğine ve ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için dosyanın Bölge İdare Mahkemesine ve Savcılık Makamına gönderilmesine oybirliğiyle karar vermiştir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne göre; kamu görevlilerinin cezai sorumlulukları hususunda yürütülen bir soruşturmanın etkili kabul edilebilmesi için, soruşturmadan sorumlu kimselerin ve incelemeleri gerçekleştiren şahısların, olaya karışan kamu görevlisinden bağımsız olması gerekecektir. Bu yükümlülük sadece kurumsal veya hiyerarşik bağın yokluğunu değil, aynı zamanda pratikte de bağımsızlığı gerektirir.

Emsal örnek verecek olursak; 2668/07 sayılı ve 14.09.2010 tarihli Dink - Türkiye kararında İHAM, ölüm neticesini önlemekle yükümlü güvenlik güçlerinin olaydaki cezai sorumluluklarına ilişkin soruşturmanın, yine olaya karışmış olabilecek kişilerden bağımsız olmayan yürütme organına bağlı görevlilerce yürütülmüş olmasını eleştirmiştir[5]. Kararın 88. paragrafına göre; “Mahkeme ayrıca, Trabzon jandarma subaylarına ve İstanbul polis memurlarına yönelik suçlamaların, sadece hepsi yürütme erkine mensup olan ve olaylara karışanlardan tamamen bağımsız olmayan diğer memurlarca (Vali ve İl İdare Kurulu tarafından) esastan incelendiğini de tespit etmiştir. Bu durum tek başına söz konusu soruşturmanın zayıflığını göstermektedir”.

15.11.1996 tarihli ve 22414/93 sayılı Chahal - Birleşik Krallık davasında İHAM; Sözleşmenin 3. maddesine aykırı eylemlerin, yani insanlık dışı muamele riskinin bağımsız bir araştırmayı gerektirdiğini vurgulamıştır. Yine 04.10.2000 tarihli ve 35394/97 sayılı Khan - Birleşik Krallık kararında İHAM; polis memurları hakkında yapılan şikayetleri inceleyen Kurumun (Polis Şikayet Otoritesi’nin), hukuka aykırı şekilde tatbik edilen gözaltına alma eylemi karşısında, polis aleyhine yöneltilen şikayetin soruşturulması bakımından İHAS m.13’ün amaçlarını karşılayacak yeterli bir koruma sağlamadığına ve bu hususta yeterince bağımsız olmadığına karar vermiştir[6].

Yine 25.03.1983 tarihli ve 7136/75 sayılı Silver - Birleşik Krallık kararında İHAM; bir başvuru yolu olarak “ulusal otorite” niteliği taşıyan İçişleri Bakanlığı’nı “yeterince bağımsız” bulmamakla birlikte, cezaevi otoritesinin kararına karşı işletilen “İçişleri Bakanlığı’na dilekçe verme” usulünün İHAS m.13’ün amaçları bakımından etkili bir başvuru yolu olduğuna karar vermiştir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi içtihatları incelendiğinde yapılacak ortak tespit; iç hukukta öngörülen etkili hukuk yolunun varlığının tek başına yeterli olmadığı ve başvurulan yolun etkili bir hukuki yarar sağlaması gerektiği yönündedir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Talat Tepe - Türkiye[7] ve Zülcihan Şahin ve Diğerleri - Türkiye[8] kararlarında; işkence ve kötü muameleyi soruşturan kişi ve kurumların soruşturulan şahıstan bağımsız olmadığı gerekçesiyle İHAS m.13’ün ihlal edildiğine karar verilmiş ve etkili soruşturma yükümlüğünün soruşturmayı yürüten organların soruşturulan şahıstan bağımsız olması gerektiğine işaret edilmiştir.

Oğur - Türkiye kararında İHAM[9]; Valinin atadığı muhakkikin bir jandarma yarbayı olduğunu ve soruşturmasını yaptığı güvenlik güçlerinin, komuta zincirinin bir alt halkasını teşkil ettiğini, yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yetkili makamlarca yapılan soruşturmanın bağımsız yürütülemeyeceğini ve bu hususta ciddi kuşkuların bulunduğunu vurgulamış ve idari soruşturma süresince dava dosyasına ulaşamayan başvurucu avukatına kararın tebliğ edilmemesi sebebiyle temyiz kanun yoluna başvurma hakkından mahrum kalındığına ve bu yolla etkili bir hukuk yoluna erişilebilirliğin sağlanmadığına karar vermiştir.

Mehmet Emin Yüksel - Türkiye kararında İHAM[10]; kamu görevlilerince yürütülen kötü muamele ve işkenceye dair soruşturmaların etkili olabilmesi için, soruşturmayı yürütecek olan makamın olaylardan ve soruşturulan kişilerden bağımsız olması gerektiğini yinelemiş ve bu bağımsızlık unsurunun, yalnızca hiyerarşik ve kurumsal bağımsızlık olarak anlaşılamayacağına, “uygulanabilir bir bağımsızlığı” da içermesi gerektiğine karar vermiştir. Bunun için de; delillerin elde edilmesi ve korunması hususunda soruşturmacılara yetki tanınmalı, gerekli teknik imkanların ve bütçe kaynaklarının soruşturmacılar tarafından kullanılabilmesi sağlanmalıdır.

Etkili başvuru hakkı, konu ile ilgili karar verecek “ulusal otoritenin” bazı niteliklerini (yeterli bağımsızlık ile belirli yetki ve teminatları) kapsamaktadır. Belirli niteliklere sahip “ulusal otorite” gerektiren bu organik koruma, yalnızca etkili başvuru hakkı bakımından işlevseldir. Eğer “ulusal otorite” belirli özelliklere sahip değilse, davanın sonucu da doğrudan doğruya şüpheli hale gelir[11]. Ancak bahsettiğimiz niteliklerden ayrık şekilde, yani soruşturulan şahsın “bağlı olduğu kurumla/soruşturmayı yürütecek makamla” doğrudan fiili bir bağının varlığı, etkili başvuru hakkının sırf bu nedenle her ihtimalde ihlal edildiği anlamına gelmeyecektir. Bu hususta M ve EF - İsviçre kararında İHAM; başvuru yolunun, salt itirazı inceleyecek memurun kendisine itiraz edilen otoriteye bağlı olduğu gerekçesiyle etkisiz olamayacağını belirtmiştir. Mahkemeye göre, başvuru hakkında karar veren memurun, karar verecek yapının otoritesine bağlı olması başvuru yolunu bizzat etkisiz hale getirmeyecektir.

Kanaatimizce;
Kamu görevlisinin bağımsızlığını ve dolayısıyla tarafsızlığını etkileyecek, soruşturulan şahsı bu konuda şüphe duymaya ve güvensizliğe itecek başka sebeplerin olması gerektiği ileri sürülebilir. Soruşturmacının kurumun birimine bağlı olmasının dışında, bağımsızlığını ve tarafsızlığını destekleyecek özerk niteliğinin bulunduğu, özlük hakları bakımından yürüttüğü soruşturmalarla ilgili soruşturduğu kişilerin çalıştığı kurumun amirlerine bağlı olmadığı, tarafsız hareket edebilme ve kurum endişesi olmadan soruşturma yapıp rapor hazırlayabilme imkanına sahip olduğu durumda, sırf itiraz edilen otoriteye bağlılık rahatsız edici olmayabilir.
Ancak esas olan, kamu kudreti kullanan ve hukuka aykırı hareket etmekle itham edilen kişilerin denetimlerinin harici soruşturmacılar, yani soruşturulanların bağlı olduğu kurumla ilişkisi olmayan kişilerce yürütülmesidir. Bununla birlikte, soruşturulanların bağlı olduğu kurumun bağımsız birimi olarak yapılanmış, etki ve baskıdan uzak tutulmuş, soruşturmalar konusunda uzmanlaşmış, tarafsızlıkla donatılmış, özerk mali yapısı ve personel gücü bulunan soruşturmacıların, sırf kurum bağlılıkları bağımsızlıklarını ve dolayısıyla tarafsızlıklarını etkilemeyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti bakımından ise, kuruma bağlı soruşturmacı veya denetçiler eliyle yürütülen soruşturmalardan tarafsız sonuçlar alınabileceğini söylemek pek mümkün değildir. Bağımsızlığı ve tarafsızlığı ne kadar sağlasanız da, temelde “liyakat” ilkesini benimsemeyip, siyasi veya kayırmacı mülahazalarla hareket edilmek suretiyle yapılan personel atamalarında, kurum içi bağımsızlığın ve soruşturmacılar ile denetçilerin teoride baskı altında olmadığı gerçeğinin hayata geçirilemediği görülmektedir.

Aynı şekilde, kurumdan bağımsız soruşturmacılar ve denetçiler eliyle kamu kudreti kullananları denetleseniz de, bu kurumlara yapılan atama ve tayinler ile kurum terfi ve yer değiştirmelerinde etkili gücün siyaset, her durumda birlikte hareket edip bir topluluğa hizmet etme ve kayırmacılık olduğu durumda, özerk yapıya sahip soruşturma ve denetim mekanizmalarından beklenen, güvenilir ve gerçekçi raporlama ve sonuçları almak da hayal olacaktır. Bu durumda asıl mesele; kamu görevine layık olanın, yani objektif kriterlere göre mevkii hak edenin göreve gelebilmesidir. Böylece, soruşturmacı veya denetçinin içsel, yani sübjektif tarafsızlığı ve dışa karşı sergilediği görüntü itibariyle objektif tarafsızlığı sağlanabilecektir ki, artık bu andan sonra soruşturmacı veya denetçinin kurum içi veya dışından olması da fark etmeyecektir.

“Liyakat” ilkesi gözetilmediği sürece, kurum içi veya dışında olması arasında fark bulunmaksızın soruşturmacı ve denetçilerin etki altında kalmaksızın, tarafsız ve güvenilir denetim yapıp rapor hazırladıkları konusunda ortak kabule ulaşılması mümkün olamayacaktır.

-----------------------------
[1] Sezgin Tanrıkulu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Etkili Başvuru Hakkı, Birinci Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2012, s.90.
[2] Sezgin Tanrıkulu, A.g.e., s.103.
[3] “Yeterince bağımsız olma” kriterinin, kolay tespit edilebilir bir standart olmamasına rağmen, görece bir yol göstericiliği olduğu savunulmaktadır. Bakınız; Sezgin Tanrıkulu, A.g.e., s.142, Dipnot 177 ve 178.
[4] Benzer hususta; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kabul edilen (11.12.2010 tarihli ve 6087 sayılı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu’na 6524 sayılı Kanunun 39. maddesi ile eklenen geçici 4. maddenin 6. fıkrası gereğince yürürlükten kaldırılan) 18.10.2011 tarihli ve 8 numaralı Genelgenin ilgili kısmında; “…2- İnsan hakları ihlali, işkence ve kötü muamele iddialarına ilişkin olarak yapılan soruşturmaların, kolluk kuvvetlerine bırakılmayarak bizzat Cumhuriyet başsavcısı ya da görevlendireceği bir Cumhuriyet savcısı tarafından etkili ve yeterli bir şekilde yürütülmesi…”  ifade edilerek, savcıların iddialara ilişkin olarak faillerin belirlenip mahkemeler tarafından cezalandırılmasını sağlayacak şekilde zamanında ve etkili soruşturma yürütmelerinin sağlanması amaçlanmıştır.
[5] Julia Kozma, Eric Svanidze, Osman Doğru, Seyfullah Çakmak, Ümit Naci Gündoğmuş, Sadi Çağdır, Gökhan Doruk, “Türk Ceza Adalet Sisteminin Etkinliğinin Geliştirilmesi” başlıklı Avrupa Birliği - Avrupa Konseyi Ortak Projesi, Etkili Soruşturma Eğitim Modülü, Matbam Ajans, Ankara, s.184.
[6] Sezgin Tanrıkulu, A.g.e. , s.144,  Dipnot 191.
[7] 31247/96 sayılı ve 21.12.2004 tarihli Talat Tepe - Türkiye kararı.
[8] 53147/99 sayılı 03.02.2005 tarihli Zülcihan Şahin ve Diğerleri - Türkiye kararı.
[9] 21594/93 sayılı ve 20.5.1999 tarihli Oğur - Türkiye kararı, 91-92. paragraf.
[10]  40154/98 sayılı ve 20.7.2004 tarihli Mehmet Emin Yüksel - Türkiye kararı.
[11] Sezgin Tanrıkulu, A.g.e., s.146.

 
Kaynak: Haber 7