Eğer konuşmamızın bir anlamı yoksa, hiçbir şeyin anlamı yoktur.” Albert CAMUS

...

İfade özgürlüğü demokratik bir toplumda yaşamsal değerdedir. Zira yeni ve farklı düşüncelerin ortaya konulmasına, bireylerin farklı olan bu düşünceler arasından seçim yapmalarına, kendi düşüncelerinin doğru veya yanlış olduğunu sınamalarına imkan sağlayan ifade özgürlüğü, aynı zamanda hakikatin ortaya çıkmasının ve toplumun bunu öğrenmesinin de en etkili aracıdır.

Esasen hiç kimsenin tekelinde olmayan hakikat, sadece ve sadece düşüncenin özgürce ifade edilebildiği, farklı düşüncelerin birbirleriyle serbestçe rekabet edebildiği toplumlarda bulunabilir.

Zira malların ve hizmetlerin birbirleriyle serbestçe rekabet etmesi, nasıl mal ve hizmetlerin kalitesinin artmasına, fiyatlarının düşmesine hizmet ederse, farklı düşüncelerin birbirleriyle rekabet etmesi de, düşüncelerin kalitesinin artmasına, farklı düşüncelerin insanlar tarafından test edilmesine olanak sağlar ve bu yolla hakikatin ortaya çıkmasına yol açar.

Demokratik olmayan, olmadıkları için de başta ifade özgürlüğü olmak üzere diğer temel hak ve özgürlükleri yasaklayan toplumların, bu şekilde hareket etmelerinin en büyük nedeni de, hakikatlerin toplum tarafından öğrenilmesinden korkmalarıdır.  Esasen demokratik bir toplum, sadece malların ve hizmetlerin birbirleriyle serbestçe rekabet ettikleri bir pazar değil, aynı zamanda düşüncelerin de birbirleriyle özgürce yarıştıkları bir pazardır.

Nitekim bu husus, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin efsanevi başkanlarından Oliver Wendell Holmes Jr. tarafından, 10 Kasım 1919 tarih,  250 U.S. 616 (1919) sayılı ‘Abrams v.United States’ davasında verilen karara karşı yazılan muhalefet şerhinde şu şekilde ifade edilmiştir: “…hakikatin en iyi testi fikirlerin gücünden geçer. Çünkü böylece bir fikir piyasada rekabete açık bir ortamda kendisini kabul ettirmiş olur. Ve bu, gerçek isteklerin güvenli olarak yerine getirilmesi için en uygun zemindir…Hayatın her aşamasında olduğu gibi bu da bir testtir, bir denemedir…Bu deneyler ve denemeler, sistemimizin bir parçasıdır. Nefret ettiğimiz görüşlere yönelik kontrol çabalarına karşı dahi sonsuza kadar uyanık olmamız ve bunun endişe ile dolu bir davranış olduğuna inanmamız gerekir. Bu düşünceler, ancak yasanın amaçlarına yönelik yakın bir tehlike oluşturduğu zaman ülkeyi korumak için yasaklanabilir…

Amerikalı yüksek yargıç Holmes’un 1919 yılında yazdığı karşı görüşünde ifade ettiği bu hususlar, yıllar sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına da referans olmuş, bu bağlamda anılan mahkeme ‘Handyside/Birleşik Krallık 07.12.1976 tarih, 5493/72 Başvuru sayılı’, ‘Fressoz & Roire v.Fransa/1999 sayılı ve yine TBKP v. Türkiye/1998 sayılı’ kararlarında, düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğünün,  “sadece hoşa giden düşünceler için değil, aynı zamanda ve hatta daha çok devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden görüşler için de geçerli olduğuna” ve yine “sadece uygun bulunan, benimsenen, rahatsızlık duyulmayan yahut kayıtsız kalınan bilgi ve/veya fikirler için değil, aynı zamanda rahatsız edici, sarsıcı ve/veya altüst edici bilgi ve fikirler için de geçerli bulunduğuna ve bunların demokrasinin varlık şartı olan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin icapları olduğuna” hükmetmiştir.

Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü konusunda verdiği önemli kararlardan birisi de 16 Mayıs 1927 tarih, 274.U.S.357 sayılı ‘Whitney v.Califonia’ davasında verdiği karardır.

Bu karara konu olan dava, California Eyaletinin yürürlüğe koyduğu Yasa Dışı Örgüt/Teşekkül Kurma Kanunu’na aykırı şekilde kurulan Komünist İşçi Partisi’ne üye olarak katılmakla ve bu partinin örgütlenme çalışmalarına yardımcı olmakla, bu bağlamda hükümeti devirmeyi amaçlamakla suçlanan sanığın, Alabama Country Federal Mahkemesi’nde görülen davanın yapılan yargılaması sonunda verilen ve Bölge Temyiz Mahkemesi tarafından onanan mahkumiyet kararının, Amerikan Yüksek Mahkemesi tarafından düzeltilmesi isteğine ilişkindir.

Amerikan Yüksek Mahkemesi tarafından verilen ‘16 Mayıs 1927 tarih, 274.U.S.357 sayılı’ karar ile sanığın düzeltme isteği her ne kadar reddedilmiş ise de, bu davayı ve bu davada verilen kararı önemli ve değerli kılan husus, Yüksek Mahkeme Üyesi Louis Brandeis’in, düzeltme kararının reddine ilişkin karara ve bu yöndeki çoğunluk görüşüne, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin bu hususta yetkisi olmaması nedeniyle katıldığı, ama gerekçesi itibariyle muhalif kaldığı görüşünün içeriğidir.

1916 yılında Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’ne yargıç olarak atanmadan önce işçilerin ücretlerinin artırılmasına, sendikal örgütlenmelerine ve özgürlüklerine, kadın haklarına destek veren ve bütün bunlar için mücadele eden seçkin bir avukat olan Louis Brandeis’in bu karşı görüşü, Amerikalı tarihçi Anthony Lewis’e göre “belki de bir yüksek mahkeme üyesi tarafından yazılmış en büyük ifade özgürlüğü savunmasıdır.

Yargıç Brandeis, kendisinden sonra gelen zamana da ışık tutan bu tarihi karara muhalif kaldığı görüşünde şunları yazıyor;  “…Ülkemizin bağımsızlığını kazananlar, devletin nihai amacının kendilerini geliştirebilmeleri için halkı özgür kılmak ve ülkenin yönetiminde aklın gücünün, keyfiliğin gücüne üstün gelmesini sağlamak olduğuna inandılar. Kişinin dilediği şekilde düşünme ve bunu ifade etme özgürlüklerinin, siyasal hakikatin keşfedilebilmesi ve yayılması için vazgeçilmez araçlar olduklarına; ifade ve toplanma özgürlüklerinin olmaması durumunda, herhangi bir şeyi tartışmanın fuzuli bir uğraş olacağına; bu özgürlükler olduğunda tartışmanın zararlı bir düşüncenin yayılmasına karşı yeterli bir koruma sağlayacağına; özgürlüğe karşı en büyük tehlikenin halkın edilgenleştirilmesi olduğuna; bir konunun kamuoyunda tartışılmasının siyasal bir yükümlülük oluşturduğuna; ve bu özgürlüklerin Amerikan hükümetinin/devletinin temel bir esası olması gerektiğine inandılar. Bütün insani kurumların karşı karşıya kalacakları risklerin varlığını kabul etmekle birlikte, düzenin, sadece düzenin çiğnenmesine verilecek cezanın yaratacağı korkuyla korunamayacağına; düşüncenin, ümidin, hayalin önüne geçmenin tehlikeli olacağına; korkunun baskıyı, baskının nefreti besleyeceğine; nefretin istikrarlı bir hükümetin istikrarını tehdit edeceğine; güvenliğe giden yolun varsayılan rahatsızlıkları ve önerilen çareleri serbestçe tartışma fırsatının varlığından geçtiğine; ve kötü fikirler için en iyi çarenin iyi fikirlerin ortaya konmasına imkan vermek olduğuna; bunun ise ancak ifadenin özgür olmasıyla sağlanabileceğine inandılar. Bir konunun kamuoyunda tartışılmasıyla ortaya çıkacak olan aklın gücüne inandıkları için kanunla zorla kabul ettirilecek sessizlikten kaçındılar, zira böyle bir durum onların nazarında kaba gücün lehine yapılan en kötü savunmadır. Onlar, yönetimdeki çoğunlukların kimi zaman zorbalığa kalkışabileceklerini bildikleri için, ifade ve toplantı özgürlüklerinin koruma altına alınması amacıyla Anayasada değişiklik yaptılar. Ciddi bir kötülük ve tehlike korkusu tek başına ifade ve toplanma özgürlüklerinin baskı altında tutulmasını ve engellenmesini haklı kılmaz. İnsanlar cadılardan korktu ve kadınları yaktı. İfade özgürlüğünün en önemli işlevi, insanlığı irrasyonel korkuların kölesi olmaktan kurtarmaktır. İfade özgürlüğünün baskı altında tutulmasını haklı çıkarmak için, ifade özgürlüğü uygulandığı zaman bunun ciddi bir kötülükle sonuçlanacağından korkmanın mantıklı bir sebebi olmalıdır. Önlenecek olan kötülüğün ciddi bir kötülük olacağına inanmak için ortada haklı bir sebep bulunmalıdır. Mevcut kanuna yönelik aleni her eleştiri, bir ölçüde bu kanunun ihlal edilme ihtimalini artırma eğilimindedir. Bir ihlale müsamaha edilmesi, ihlal ihtimalini artırır. Kanunu ihlal etmenin savunulması, ihlal ihtimalini daha da artırır. Ancak ihlalin savunulması dahi, ahlaken kınanabilecek bir durum olmasına rağmen, bu savunma kışkırtma derecesine ulaşmadıkça ve savunulan şeyin hemen yerine getirileceğini gösteren hiçbir işaret bulunmadıkça, ifade özgürlüğünden mahrum edilmenin haklı hiçbir gerekçesi olamaz…

Son bir söz. Onu da  büyük İngiliz düşünürü John Stuart Mill, henüz aşılamamış olan 1859 yılında yazdığı ‘Özgürlük Üstüne’ isimli abidevi eserinde söylüyor; “… Bir fikrin susturulması, fikri susturulan insandan daha çok insan cinsine, yaşayan nesle olduğu kadar gelecek nesillere karşı da haydutluktur. Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı fikirde olsalar ve yalnız bir kişi muhalif fikirde olsa, nasıl bir şahsın elinde kuvvet olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa, insanların da bu tek kişiyi susturmaya daha fazla hakları yoktur.

Neden mi yazdım bütün bunları? Düzenlenen pek çok etkinliği güvenlik gerekçesiyle yasaklayan valilerimize, yapılan her eleştiriyi hakaret sayıp ceza soruşturması, ardından ceza kovuşturması, yani kamu davası açan savcılarımıza, bu kamu davalarının yapılan yargılaması sonunda mahkumiyet kararı veren yargıçlarımıza belki yardımı olur düşüncesiyle yazdım.

Bir yararı olur mu? Kim bilir, belki olur!