Adalet Bakanlığı bünyesinde Mecelleyi yeniden düzenlemek için komisyon oluşturuldu. Komisyon çalışmasına ilişkin yönetmelikte ‘’Batı Milletlerinin kanun ve eserlerinden icap eden esasların alınması’’ ibaresi yer aldı. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, batıdaki örneklerinden yararlanarak hukuk sisteminin yenilenmesi kararını ‘’Türk ihtilalinin kararı batı uygarlığını kayıtsız şartsız kendisine mal etmeyi benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından yasalarımızı olduğu gibi batıdan almak zorundayız.’’ sözleriyle açıkladılar.

Türk Medeni Kanunu tasarısının hazırlanması için bir komisyon kuruldu ve bu komisyon Avrupa’da hazırlanan en son Medeni Kanun olması, her türlü yenilikleri içermesi, kadın – erkek eşitliğine dayanması, laik bir anlayışla düzenlenmiş olması gibi sebeplerle İsviçre Medeni Kanununu Türkçe’ye çevirerek yeni bir metin oluşturdu. Genel Kurulda bu tasarının madde madde ele alınması önerilmesine rağmen bir bütün olarak oylandı. 17 Şubat 1926 yılında kabul edilerek 4 Ekim 1926 ‘da yürürlüğe girdi.

Türk Medeni Kanunu bir yıldan az bir sürede hazırlandı ve kabul edildi. Bu süre bir medeni kanunun kabulü için çok kısa bir süredir. Bu sürenin ne kadar kısa olduğunu Cumhuriyetin ilk yıllarında Lozan Anlaşması çerçevesinde Türkiye’de danışman olarak bulunan hukukçu Sauser Hall  ‘’Türkiye’de Avrupa Hukukunun Benimsenmesi ‘’ adlı yapıtında bize iyice açıklamaktadır; ‘’ İslam Devletlerinin en güçlüsü, bin yıllık geçmişe varan töreleri altı aylık kısa bir sürede yürürlükten kaldırıyor. Tarih hiçbir ülkede bu kadar köklü ve ani değişikliği örnek gösteremez.

Bir ülkede ve bir toplum üzerinde yapılmış bundan daha cesur bir deneyim yoktur.’’ Böylece bu kadar kısa bir süre içerisinde asırlar boyu Türk töreleri, örf ve adetleri, yaşanmışlıkları ile yoğurularak halk tarafından doğruluğuna inanılmış ve uygulanmış kurallar kaldırılıp yerine daha çağdaş başka bir toplumun kuralları uygulanmaya başlanmıştır. 

Hukuku en kısa olarak toplumu düzenleyen devlet yaptırımlarıyla güçlendirilmiş kurallar olarak tanımlarız. Peki bu kurallar nasıl oluşur? Ünlü Alman hukukçu Friedrich Carl von Savigny hukuk ve hukuk kurallarını; “Halkın ruhunda yüzyıllardır uygulana uygulana gelişen, örf adet kökenli tutum ve davranışlar, tarih içinde olgunlaşmış bulunan ve halk tarafından tekrarında ısrar edilen, inanılan doğru olduğu kabul edilen kuralları veya davranış biçimlerini alıp, cımbızla çekerek kanun haline getirmektir. O zaman kanun koyucunun görevi, halkın ruhunda yüzyıllardır uygulana uygulana gelen örf adet kökenli kurallarını ve davranış biçimlerini tespit ederek bunları kanun haline getirmektir.’’ Şeklinde tanımlar.
    
Cumhuriyet döneminin ilk yılları düşünüldüğünde kanunlardaki ani değişimin gerekliliğini değerlendirmek elbette çok yerinde bir karar olmaz. Çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak hedefiyle yeni bir devlet kurulmakta ve temelleri sağlam atılmak zorundadır. Ben burada kesinlikle atalarımı eleştirme haddini kendimde bulmuyorum yalnızca halkın bu yeni kurallara uyumunu değerlendirmek istiyorum; 1926 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanununda, ilki 1938 yılında olmak üzere onlarca kez değişiklik yapıldı. Yapılmaya da devam etmektedir. Bu değişiklikler yukarıda Savigny’in açıklamasına paralel olarak kanunun Türk toplumuna uyarlanması ihtiyacından doğmaktadır. Buraya kadar ki açıklamaların ışığında bugünlerde büyük tartışmalara yol açan müftülere nikah yetkisi veren kanun tasarısını ele almak istiyorum.

Türk ve İslam tarihine baktığımızda İslamiyet’in ilk yıllarında Hz. Peygamber’in mahiyetinin nikahını hutbe okuyarak kıydığını, Hz. Peygamberden sonraki dönemde halife Hz. Ali’nin işlerinin çokluğu nedeniyle kalem-i mahsus müdürü Kamber’i nikah kıyma işiyle görevlendirdiğini (hatta kambersiz düğün olmaz sözü buradan gelir), Selçuklulardan itibaren Osmanlılarda dahil olmak üzere nikahları kadıların kıydığını yada kadılardan izin alındığını, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Latife Hanım ile kadının huzurunda evlendiğini görürüz. Osmanlılarda da bu işlem kayıt altına alınarak hak kaybının önüne geçilirdi. 1926 Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesiyle asırlardır süregelen gelen dinimizce doğru bulduğumuz ve uyguladığımız dini nikah geleneğimiz kanun gereği sonlandı. Bunun önüne geçmek amacıyla toplum kendiliğinden yeni formül bularak resmi nikah sonrası dini nikah kıydı. Dolayısıyla toplum doğruluğuna inandığı kuralları uygulamaya devam etti ve devam edecek. Örf adet kuralı değişmedi yalnızca hukuk kuralı değişti. Büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde azınlığı oluşturan diğer din mensuplarının inançlarına saygı gösterilip nikahları resmi nikah memuru önünde kıyılmaya başlandı. Hatta nikah memuruna ilave olarak belediye başkanı ve muhtara nikah kıyma yetkisi tanındı.

Geçtiğimiz günlerde gündeme, devletin resmi memuru bir din adamına hem resmi nikah işlemini hem de dini nikah işlemini kanunlara uygun olarak aynı anda yaptırma fikri geldi. Vatandaşın iki farklı nikah işlemi gerçekleştirmek zorunda kalma durumuna son vermek için daha önce defalarca yapılan değişikliklere bir yenisi daha eklenerek toplumun ihtiyaçlarından doğan ve örf ve adet kurallarından, inançlarından gelen bir ihtiyaca çözüm getirilerek isteyenin müftü önünde isteyenin nikah memuru önünde kanunlara uygun olarak nikah törenini gerçekleştirebilmesi sağlanacak.

Günümüzde islami düğün ile normal düğün organizasyonu yapan çiftlerimiz herhangi bir ayrışmaya uğramıyorsa nikahını müftünün kıydığı çift ile nikah memurun kıydığı çiftin arasında bir ayrışma olmayacağı kanaatindeyim.

Samet SELÇUK