Demokrasi; özgürce ve korkusuzca fikir bildirmek, müzakere etmek ve tartışmak zeminidir. Ne var ki bugün ülkemizde, demokratik ve insani bir hak olan düşünceyi bildirme ve yayma hakkı, ebedi doğruların sonsuz şafağında “ihanet” mührüyle damgalanmış durumdadır. Halbuki aydınlar, görüşlerini açıkladıklarında değil, ancak sinik bir şekilde kendilerini sessizliğe gömdüklerinde bir ihanet suçlamasının muhatabı olabilirler.

Dolayısıyla akademisyenlerce ilan edilen bildirinin içeriğinden bağımsız olarak (zira hiçbir siyasal bildiri siyasal doğrunun mutlak resmini vermez), asıl ihanetin söz konusu akademisyen ve aydınların tepkilerini meşru yollarla dile getirmelerinde değil, aksine zehirli bir suskunluk ve kayıtsızlıkla verili düzene eklemlenmelerinde yattığını görmek gerekir. Özetle ifade etmek gerekirse; aydının ihaneti, yanlış dahi olsa düşüncesini açığa vurmasında değil, doğru bildiğini ifade etmekten imtina etmesindedir.

Entelektüel ya da bizim dilimizde daha yaygın kullanımıyla “aydın”ın karakteristik özelliği; öncelikle otorite ve iktidara hizmet etmeyi reddetmesi ve resmi söylemi her zaman sorgulamasıdır. Resmi düzlem ancak ve nihayetinde “politik doğru”ya tahammül edebilir. Gerçekleri ve doğruları ifade ise, çoğu kez “resmi” alan dışında mümkün olabilmektedir. Bu nedenle, halkı aydınlatmak ve düşünsel çabalarıyla toplumlarının gelişmesine katkıda bulunmak, aydınların en önemli sorumluluğudur. Buna karşılık; bazen para, konum ve saygınlık büyüsü, doğruyu söyleme ve bunun bedelini ödeme riskinden uzaklaştırmaktadır.

Hele bir de; bizimki gibi birey-devlet ilişkisinde devleti kutsayan, toplumu devlete tabi kılarak yurttaşı tebaa olarak gören ve dolayısıyla farklılıkları ve çeşitliliğiyle toplumu bir tehdit kaynağı olarak kodlayıp, son derece sınırlı sorumlu oy verme eylemi dışında hesaba katmayan, hak ve özgürlükleri otoriteye feda eden bir yapıda; yurttaşlar etkisiz kaldığı hukuk alanının dışına itilmekte, pasif seyirci konumunda, kendilerine sunulana rızanın dışında bir hayal olanağı dahi verilmemektedir. Şimdilerde, devlet adı altında siyasal iktidarın özel bir biçimde yüceltildiği ve yöneticilerin arzularının, hukuka uygunluk değerlendirmesine tabi tutulmadan, kutsal irade olarak bireylere ve topluma dayatıldığı bu yapıda, otoritenin yeni buyruğuna rıza dışında bir özgün yol arayan her birey ya da örgüt ötekileştirilip, çağdaş(!) engizisyonlarda aforoz edilmekte, farklı düşüncenin fısıltısı dahi bastırılmaya çalışılmaktadır. Bireyden başlayıp topluma sinen, sunulanı denetleme ve özgünü yaratma iradesizliği kronik bir hatta oturmuştur. Aydınların ve toplumsal güçlerin, gelişme ve değişme süreçlerine, yönlendirme ve denetleme noktasında ağırlıklarını koyamamaları, baskı ve sömürü düzeninin ucu görünmeyen bir meçhule doğru sürüklenişinin sürgit devamı anlamına gelmektedir. Toplumsal yaşamın kurucu bir unsuru olan muhalefet sindirilmekte, muhalif her söylem ise terörize edilmekte ve “aciz devlet” sığınağı olan "vatana ihanet" retoriğinin çelikten duvarında, toplumun bir kesiminin de kulak sağırlaştıran ve vicdan yaralayan tezahüratıyla birlikte tuz buz olmaktadır.
 
İşte böyle bir ortamda; yönetenlerdeki altyapısızlık, birikimsizlik, öngörüsüzlük ve ihmalin acı sonuçlarını her gün yaşayarak hesap sorma hakkına sahip olan toplumsal kesimlerin ve aydınların; korku, tehdit ve şiddet ile bastırılmaya çalışılması bu ülkenin yazgısı haline gelmiştir.

Diğer yandan; her türlü baskıya rağmen direnen, boyun eğmeyen aydınların sesini kısmak için, emek sarfedip kafa patlatmayı, üretmeyi, proje ortaya koymayı kuru gürültüye getirerek halkı kandıracaklarını sanan “organik aydın”lar piyasaya sürülmektedir. Antonio Gramsci; kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal boyutta yeniden üretilmesine ilişkin olarak, burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirme sürecinde ortaya çıkan ve bu ilişkilerin yalnızca ideolojik değil, kültürel, sosyal ve ekonomik olarak da taşıyıcısı olan aydın tipini “organik aydın” olarak tanımlamaktadır. Bunlar, devlet-düzen öncelikli zihinsel bakış açısıyla, yaşama dair değişkenleri tanımlı ve kontrollü bir dünya şablonundan hareketle yargılar üreten, resmi devlet ideolojisinin, onun hegemonik yapısının taşıyıcısıdırlar. Gücü, sermayeyi, otoriteyi elinde bulunduran egemen sınıfın fikir ve görüşlerinin gündelik dil aracılığıyla topluma yayılmasında etkin olan kişilerdir. Amaç, karşıt bir görüşün oluşumunu önlemek ve egemen sınıfın düşüncesini rızaya dayalı olarak meşrulaştırmaktır. Bunu yaparken toplum bunu hissetmez çünkü egemen sınıfa hizmet ettiklerini gizlemekte ve söylediklerini aslında toplumun değer yargısıymış gibi ifade etmektedirler.

Batı'da aydınlar hakkında ilk kapsamlı eleştiri XX. yüzyılın başlarında Julien Benda'dan gelmiştir. Benda “Aydınların İhaneti” adlı eserinde gerçek aydınları insanlığın vicdanı olarak tanımlamış ve hükümetlerin, politikalarına meşruiyet sağlayabilmek için kendilerine uşaklık edecek entelektüellerin varlığının önemini kavradığını belirterek bu doğrultuda kullanılan aydın görünümünde iktidarın payandası olanların ihanetini anlatmıştır. Benda'ya göre, bu aydınların hakikat duygusu artık zayıflamıştır. Onlar, siyasi ihtirasların güdümündedir ve iktidarın muhalif görünen sözcüleridir. (Julien Benda; Aydınların İhaneti, 1927 – Türkçe Çev. Cem Soydemir, 2006)

Edward W. Said ise; nabza göre şerbet vermenin, konuşulması gereken yerde susmanın entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlar olduğunu ifade etmekte ve Benda’nın söz ettiği gerçek aydınlar konusunda şöyle demektedir: "Benda'nın tanımına göre gerçek aydınlar kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Bu yüzden de sayıları çok olamaz, gelişimleri belli bir rutine bağlı olamaz... Benda'nın tasarladığı biçimiyle gerçek aydın imgesinin hâlâ çekici ve güçlü bir imge olduğuna benim şüphem yok." (Edward W. Said; Entelektüel, 5. Bası, 2013)

Sartre’a göre entelektüel; iktidarın değil, toplumun çıkarlarından yanadır ve toplumu ezilenlerin bakış açısından ele alır. Çelişkinin doğası onu taraf olmaya zorlar ve ezilenlerden yana saf tutar. (Jean Paul Sartre; Aydınlar Üzerine, Çev. Aysel Bora, 2000) İktidarla uzlaşan ve kendi kişisel çıkarlarından dünyaya bakan entelektüellik vasfını yitirmiş demektir.

“Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” ve bunun üzerine yapılan tartışmalar bir kez daha gösterdi ki; siyasal iktidarın her türlü desteğiyle toplumu her yönden kuşatma altına almış olan organik aydınlara karşı gerçek aydınların/entelektüellerin varlığı, hak ve özgürlüklerimiz ile barış ve demokrasimizin geleceği bakımından yaşamsal öneme sahiptir.

Şimdilerde en çok ihtiyacımız olan şey; konuşması gerekenlerin büyük bir suskunluğa gömüldüğü günümüzün korku imparatorluğunda, susmayanların, her türlü haksızlık ve hukuksuzluk karşısında güçlü ve onurlu bir şekilde haykıranların da var olduğunu gösterme, gerçek ve genetiğiyle oynanmamış sağduyulu aydınların daha yüksek ve yürekli sesle haykırmaları, toplumsal kesimlerin de silkinerek ayağa kalkmaları ve bu seslere ses katmalarıdır. Otoriter zihniyetin toplumda yarattığı ve her geçen gün artarak devam eden travmanın yansıması olan iç ve dış sesler gittikçe artmalı ve yanlış sahiplerini daha fazla rahatsız etmeye devam etmelidir. Şimdi yeterince sesimizi yükseltemezsek bir daha ses çıkarabileceğimiz bir ortam bulamayabiliriz. Bu karşı çıkış, demokrasiden ve özgürlüklerimizden tamamen kopuşun durdurulması için son çırpınışlarımızdır.

Unutmayalım ki, insanlık tarihi aydın olmanın gereğini yapan ve bedelini sonuna kadar ödeyen devrimcilerle doludur ve uygarlık bu sırtlarda taşınarak ilerlemektedir.

Murat Arslan - YARSAV Başkanı


Kaynak: birgun.net